14 Şubat 2011 Pazartesi

Fısıldadıklarım 3



Bulgaristan'da geçen yaz tatillerinde çocukluğum;

Bahçedeki asmanın altında yenilen keyifli akşam yemekleriydi.

Masanın bir başında babamın diğer başında dayımın oturduğu, kadın nüfusunun fazla olduğu yemeklerden sonra Balkan müzikleri eşliğinde oynanan oyunlardı.

Komşu bahçelerden kopardığımız ve ağzımızın suyunu akıta akıta yediğimiz yasak elmalardı.

Bize laf atılmasından korkmadan,gecenin bir yarısında kasaba meydanındaki çarşıdan kahkahalar eşliğinde eve dönüşümüzdü.


Herhangi bir sokağın dönemecinde sokak köpekleriyle karşılaşma korkusuydu.

Anneannemin evinin mutfak camının önünde büyüyen kırmızı sardunyanın kokusuydu.

Tarık Akan'ın Balkan şubesi olan çocukluk aşkıyla bir dakikacık bile olsa karşılaşma umuduydu.

Raşit amcanın leblebi, arpa ve bilimum kahve çeşitlerini karıştırarak yaptığı bol şekerli, köpüklü kahveydi.

Sabahları haykıra haykıra ötmesi, misafir geleceğine yorulan çil horozun sesiydi.

Evin damına çıkıp oynanan oyunlarda yeni bir dünya yaratmaktı.

Balkan topraklarına ayak basar basmaz dilimizin döndüğü ve bazı söyleyişlerine akıl sır erdiremediğimiz Balkan şivesiydi.

Kara eşeğin eyerini çekiştire çekiştire gidilen bostan gezmeleriydi.

Çiçek açmasını büyük bir hevesle beklediğimiz ve paylaşamadığımız çileklerdi.

Anneannemin hamur işleri, teyzemin karamelli pastası ve Ayşe teyzenin malina (ahududu) suyuydu. 


Birkaç gün önce çocukluğumun en güzel tatillerinin geçtiği kasabayı tekrar ziyaret ettim. Sokaklarda gezerken çocukluğumun izlerini aradım. Yıllar önce bıraktığım ekmek kırıntıları duruyordu yollarda hâlâ. Çocukluğum yakınlarda bir yerlerdeydi. Uzun yıllardır tanıdığım insanların yüzlerinde ve seslerindeydi. Zaman geçmişti evet; arkadaşlarım büyümüş, akrabalarım yaşlanmıştı. Herşey değişmişti. Aynı zamanda hiçbir şey değişmemişti. Taşrada zaman ağır akıyordu. Teknoloji illeti fakir bir ülkenin en fakir köylerine bile bulaşmıştı; neredeyse her evde bilgisayar, internet, kablolu tv vardı ama zaman yine de ağır işliyordu işte. Geniş vakitler vardı yaşamak için. Taşranın yüzyıllardır değişmeyen kaderi buydu. Akreple yelkovan birbirlerini takip etmekten yoruluyorlardı taşrada. 

Çocukluğumdaki gibiydi herşey ya da ben öyle görmek istiyordum. Kara eşek satılmıştı çoktan. Sardunya açmamıştı. Kış ortasında açacak değildi ya. Sofranın başına dayım oturdu yine. Kalabalık kadın nüfusundan sıkılıyordu biraz ama herkesin üzerine titremesinden kaynaklanan bir erkeklik gururu da vardı. Sofranın diğer başında babam yoktu ve hiçbir zaman da olamayacaktı. Kasabayı yazın ziyaret etsem ve asmanın altına kurulan sofrada dünyanın en lezzetli yemeklerini yesem bile artık eskisi gibi keyif alamayacaktım. Zaman bizden en sevdiklerimizi aldığında bir daha hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Artık çilekten de yasak elmadan da eski tadı alamıyordum zaten. Büyümüştüm ve büyürken yaşam damarlarımın en güçlülerinden biri kopmuştu.

Raşit amcanın kahvesini yudumlarken bunları düşündüm. Kahvenin tadı, yıllardır değişmemişti. Bu sefer karışımın tarifini almayı unutmadım. Anneannem, sabah kahvaltılarında hamur işi yaptı yine. Akşamları sobanın etrafına oturup Balkan şivesiyle konuştuk. Kasaba dedikodusu yaparken çocukluk aşkımın baba olduğunu öğrendim. Yüzümde ufak bir tebessüm belirdi. O çocuk ne kadar büyürse büyüsün, isterse elinde bastonuyla gezen yaşlı bir dede olsun; benim için hep aynı çocuk olarak kalacaktı. Üstelik artık Tarık Akan'a benzemese bile ben benzediğini hayal edecektim. Çocukluk düşlerini büyüklerin dünyasının gerçekleriyle değiştiremezdik. 

Çocukluğumun geçtiği topraklara ayak basmak için uzun yolları ve sınırları aşmam gerek. Galiba bunu daha uzun yıllar yapacağım ve oradan her dönüşümde hüzünlü gözlerle ardıma bakıp hem sevdiklerime hem de çocukluğuma veda edeceğim. Sonra tekrar yollara düşeceğim ve izlerinin hiçbir zaman tam olarak silinmeyeceğini bildiğim çocukluğumun peşinden gideceğim.