22 Eylül 2013 Pazar

Kırık Dökük Birkaç Monolog 5

Bana ölüm hakkında yazılar yazdıran bu yılı hiç sevmedim. Hocamın ardından içimi dökmüştüm satırlara yaz başında. Bana her zaman hüzün veren Eylül'ün başında da oda arkadaşım Aysun bizi bırakıp gitti gencecik yaşta. Birlikte girmiştik Odtü'ye. Sınav gününü ve sonrasında yaşadığımız atama heyecanını çok iyi hatırlıyorum. Sınavın yapıldığı gün konuşmuştuk ilk önce. Kendinden emin duruşuyla, kılık-kıyafetiyle deneyimli bir öğretmen olarak görünmüştü gözüme. Onunla ilgili ilk izlenimim bu. Sınav sonrasında sınava birlikte girdiğimiz başka bir arkadaşımla Aysun'un sınavı kazanacağını konuşmuştuk. Birkaç gün sonra sonuçlar açıklanınca Aysun'la birlikte benim de sınavı kazandığımı öğrenmiştim. Hayatımızın en güzel anlarından biriydi kuşkusuz. İş sahibi olacaktık. Hem de Odtü gibi bir okulda. Nasıl da heyecanlanmıştık.

Yeni bir ortama alışmanın tedirginliğini birlikte yaşadık. Çatı'da cuma buluşmalarımız vardı. Sohbet ederdik, kimi zaman da dedikodu eksik olmazdı tabii. Hayallerimizi anlatırdık, kırgınlıklarımızı. Sonra neden bilmem eskisi kadar görüşemez olduk. Hayatta bazı şeylerin belli bir nedeni yok galiba. Öyle olması gerekiyor. Nedenler üstüne düşünmek insanı mutsuz ediyor. Şimdi diyorum keşke daha çok konuşsaydık, hayatı daha çok paylaşsaydık. Keşkelerin bir anlamı da yok ya. 

Ölüm herkes için kötü de hayallerini gerçekleştirdiğini görmeden, yaptığı işleri bitirmeden gidenlerin arkasından daha çok ağlıyor insan. Genç ölmek zor. Eylül'de genç ölmek daha da zor. Ölüm nasıl da sonlandırıyor bütün dünyevî meşguliyetleri. Daha doktora tezini bitirecektin Aysun. Bir dergi çıkaracaktık birlikte. Sevebileceğimiz bir adam bulacaktık. 

Yarın okula gideceğim. Karşımdaki masa boş kalacak ama orada olduğunu hissedeceğim. Çoğu zaman gülen gözlerin beni tebessümle karşılayacak dönemin ilk gününde. Bilgisayardan bir tango parçası açacağım senin için. Sen tangoyu çok seversin. Sonra Çatı'ya gidip bir çay içerim. Elimden başka bir şey gelmiyor. Her neredeysen rahat uyu Aysun.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Londra Günlükleri 1: Wimbledon Kortlarında

Eğer siz de bir tenis tutkunuysanız Londra'ya yolunuz düştüğünde Wimbledon kortlarını ve tenis müzesini ziyaret etmelisiniz. Kortlar ve müze The All England Lawn Tennis Club adı verilen büyük bir merkezin içinde bulunuyor. Londra'nın güneyinde bulunan bu merkeze District metro hattını kullanarak kolayca ulaşabilirsiniz. Southfields istasyonunda indikten sonra otobüse binebilirsiniz; çünkü buradan merkeze kadar 15-20 dakikalık bir yürüyüş mesafesi var. 

Wimbledon kortlarını görmek için ücret ödemek gerekiyor. Ben rehberli bir tura katıldım. Rehberli tur için önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Rehber size kortları gezdirirken Wimledon hakkında bilgi veriyor. Turda sırasıyla 1 numaralı kort, merkez kort, Murray Tepesi, mülakat odası ve sosyal tesisler geziliyor. Tur bittikten sonra isteyenler tenis müzesini gezebilir. Bu turun ücreti 22 pound. Sadece müzeyi gezmek isterseniz de 12 pound ödemeniz gerekiyor. Ancak rehberin söylediğine göre ziyaretçiler müzeye fazla ilgi göstermiyorlarmış. Rehberli turlara katılmak istemeyenler ancak merkez kortu görmek isteyenler için de bir çözüm bulunmuş. Merkez kortun içindeki camlı bir bölgeden yine belli bir ücret ödeyerek korta bakabiliyorsunuz. 

Wimbledon'da maç izlemek ve tenis oynamak her yiğidin harcı değil. Wimbledon turnuvasından önce bilet almak için gişede uzun kuyruklar oluşuyormuş. Bilet alabilmek için günlerce önceden bölgeye gelip kamp kuranlar varmış. Wimbledon'ın nimetlerinden yararlanabilmenin en iyi yolu derneğe üye olmak. Ancak derneğe üye olmak da kolay değilmiş. Hatta Wimbledon'ı kazanan birkaç tenisçiyi derneğe üye olarak kabul etmemişler. Anlayacağınız İngiliz kuralcılığı burada da devrede. Tenis merkezinde pek çok kural var ve turnuva süresince oyuncuların da bu kurallara uymaları gerekiyor. Örneğin merkeze ilk girişte bütün oyuncular imza atmak zorundaymış.

Tenis müzesinde tenisle ilgili aklınıza gelebilecek her şey sergileniyor:  teniste kullanılan her türlü alet edevat, tenisle ilgili çeşitli tasarımlar, oyuncuların eşyaları, posterler, kupalar vesaire... Müzede oyunculara ait eşyaların sergilendiği kısım dışında ilgimi çeken fazla bir şey olmadı. Ama tenise meraklıysanız rehberli Wimbledon turunu mutlaka öneriyorum. Tenis merkezinin aristokrat ve ciddi havası beni biraz rahatsız etse de böyle bir tecrübe yaşamak güzeldi. Bundan sonraki hedef -zor olsa da- Wimledon'da bir maç izlemek :)


Tenisle yakından ilgilenmeyenlerin bile bildiği bir şey var ki tarihin en uzun tenis maçı -11 saat 5 dakika- 2010 yılında bu tesislerdeki 18 numaralı kortta oynandı.

Burası oyuncuların her maç sonrasında uğramak zorunda oldukları
mülakat odası. Rehberin söylediğine göre basın toplantılarında oyunculara özel hayatlarına dair
de çok soru soruluyormuş. Maç sonrasındaki mülakatları izlediyseniz özellikle
yenilen oyuncular bir hayli gergin gözükür. Bunun nedenini tüm gözlerin üzerinize
çevrildiği bu odaya girince anlıyorsunuz.




Turnuva tamamlandıktan sonra kortlar tam anlamıyla terk ediliyor. Koltuklar kapatılıyor, sponsorlar bütün ürünlerini alıp gidiyor. Kort televizyonda daha ihtişamlı iken yakından bakınca biraz küçük gözüküyor. Korttaki ekranda 2013 erkekler finalinin skorunu görebilirsiniz.






                                                                                     
Burası da oyuncuların dinlenme alanı

 Tenis müzesindeki çeşitli tasarımlar



Müzedeki en ilgi çekici bölümlerden biri efsanevi tenis oyuncusu John McEnroe'un illüstrasyonunun yer aldığı bölüm. McEnroe sanki karşınızda duruyor ve size tenisle ilgili bilgiler veriyor.


Ezeli rakipler Federer ve Nadal'ın imzalı formaları ve eşyaları yan yana sergileniyor.


Bu da pek çok erkeğin tenis maçı izlemesine sebep olan Rus raket Maria Sharapova'nın  17 yaşındayken Wimbledon'ı kazandığında giydiği forma.