Bu yazıda yazarlarının geçmişte yaşadıklarıyla hesaplaşmaları sonucunda
ortaya çıkmış ve okurken benzer hisler uyandıran üç kitaptan bahsetmek
istiyorum. Bunlardan ilki 1977 doğumlu Mustafa Çiftci’nin 2014’te İletişim
Yayınları’ndan çıkan Bozkırda Altmışaltı
isimli kitabı. Altmışaltı, bilindiği gibi hem Yozgat’ın plaka numarası hem de
bir iskambil oyunu. Yozgatlı olan Çiftci, tahkiyeye ağırlık veren klasik hikâye
türünde yazılmış yedi hikâyeden oluşan kitabında kendi çocukluğunun ve
gençliğinin izlerini sürmüş, Yozgat’ın insanlarının gündelik dertlerinden ve
sevinçlerinden ilham almış. Son yıllarda örneklerini fazla görmediğimiz,
çatışmaya dayanan, serim-düğüm-çözüm bölümlerini içeren bu olay hikâyeleri bozkırın
kendine özgü yaşam tarzını yansıtma konusunda oldukça başarılı. Her kıssadan
hisse çıkarabilen, en kötü durumlar karşısında bile dalga geçilecek bir şey
bulabilen, hem acılı hem neşeli bozkır insanlarının “gerçek” hikâyelerini
okuyoruz Bozkırda Altmışaltı’da. Büyük
şehirlere hapsolmuş bireyin içsel bunalımlarını okumaktan sıkılmış olanlara da
yeni bir kapı açıyor yazar, hızlı akan şehir yaşamında unutulmuş değerleri, samimiyeti
ve sıcaklığı hatırlatıyor. Geçmişi anarken “nerede o güzel günler” nostaljisine
sığınmaktansa taşra hayatının temel sıkıntılarını dile getiriyor, kadın-erkek,
ebeveyn-çocuk ilişkilerini irdeliyor. Küçük yerlerde yaşayanlar genellikle
birbirlerinin hayatını en ince ayrıntısına kadar bilirler; taşradan sıkılıp bir
yerlere gitmeye, kendilerine yeni bir yol çizmeye meyillidirler. Çiftci,
aralarında yaşadığı insanların yaşamsal dertlerini anlatırken en çok bu
noktalara vurgu yapmış. Öykülerde oğullarını okutmak isteyen esnaf babaları,
Ankara’ya okumaya giden çocukları görüyoruz. “Ankara’daki Evlatlar”; çocukları
adam olsun, yokluk çekmesin diye çırpınan bir babanın hikâyesi. Yozgatlı için
merkez, Ankara demektir. O yüzden de bu hikâyede olduğu gibi hikâye kişilerinin
yolu Ankara’ya düşüyor bir şekilde.
Kitapta en sevdiğim hikâye “Handan Yeşili”. Çocukluğun en güzel ve masum
zamanlarında yaşanmış bir aşkın hikâyesini okuyoruz. Aşk, kitapta en çok
işlenen temaların başında geliyor. Hikâye kahramanları ya karşılıksız aşklar
yaşıyorlar, ya da duygularını ifade edemiyorlar. “Elif, Tina, Tolga” adını
taşıyan hikâyede de İngiltere’de eğitim gören ve ilk aşkını unutamayan bir genç
var. Bu hikâyede yazar İslamcı ve Cumhuriyetçi ailelerin çatışmasını biraz
klişe ifadelerle işlediği için derdini pek de anlatamayan bir hikâye çıkmış
ortaya. Burada olduğu gibi bazı hikâyelerde kurgu aksıyor, bir hikâye değil de
anlatıcının anılarını okur gibi oluyoruz. Henüz ikinci kitabını çıkarmış olan
Çiftci’nin en büyük kusuru da bu oluyor Bozkırda
Altmışaltı’nın geneline baktığımızda.
Kitabın arka kapak yazısında da belirtildiği gibi yazar, “şeker gibi
iyimser” hikâyeler yazmış. Bu yüzden hayatın kederli yüzünü yansıtan hikâyeleri
okuduğunda bile bir gülümseme kalıyor okurun yüzünde. Yazarın kuvvetli bir
mizah duygusu var. Dikkati çeken başka bir unsur da yazarın Yozgat ağzında yer
alan ifade ve deyimlere yer vermesi. Örneğin “ziv ziv akmak, kiritmek, gobel,
kopil, yirci yirci kokmak, hayal pilavını yemek, böcemek, kiritmek” gibi dil
kullanımlarına ilk kez bu kitapta rastlayabilirsiniz.
Bozkırda Altmışaltı’yla benzer
bir okuma deneyimi sunan diğer bir kitap da yine İletişim Yayınları’ndan çıkmış
olan Peri Gazozu (2013). Kitabın
yazarı Ercan Kesal’ın ilginç bir kariyer hikâyesi var. 1959 doğumlu Kesal, tıp
mezunu ve Anadolu’nun farklı yerlerinde hekim olarak görev yapmış. Gençliğinden
beri edebiyatla ilgilenen Kesal, asıl mesleğini sürdürürken son yıllarda edebiyat
ve sinemada da adını sıkça duyduğumuz biri hâline geldi. Üç Maymun ve Bir Zamanlar
Anadolu’da filmlerinin senaryosunu Ebru ve Nuri Bilge Ceylan’la birlikte
yazdı. Bir Zamanlar Anadolu’da
filminde ne çok memleket hikâyesi biriktirdiğinin sinyallerini veren Kesal,
daha sonra birçok filmde oyuncu olarak da yer aldı, ödüller kazandı.
Ercan Kesal’ın ilk kitabı Peri
Gazozu, yazarın daha önce Radikal gazetesinde yayımlanmış yazıları ile yeni
yazdığı birkaç hikâyeden oluşuyor. Yazar, buradaki hikâyelerde hem çocukluğunu
ve ailesini anlatıyor, hem de hekimlik yaptığı dönemlerde Anadolu’nun farklı
kasaba ve kentlerinde tanık olduğu insan manzaralarını yansıtıyor. Kitapta
yazarın üniversite yıllarından beri içinde olduğu siyasi olaylardan, darbe yıllarından,
öldürülen yoldaşlardan ve “imla kurallarını bilmeden darbe yapmak isteyen
gençlerden” bahsedildiği için politik yönü de olan bir eser çıkmış ortaya. Bu
anlatılara hikâye demek zor, çağrışımlardan ve metaforlardan ilham alınarak
yazılmış otuz bir kısa anlatı var kitapta. İlla bir tür ismi belirtilecekse
hikâye ile deneme arasında bir yerde durdukları söylenebilir. Klasik bir kurgu
yok bu hikâyelerde, yaşananlar ya da tanık olunanlar bir anı gibi anlatılıyor
çoğu zaman. Örneğin “Fotoğraftaki Kan Kimin?” isimli yazıda sırasıyla bir
ağustos akşamı sokak ortasında vurulan ve cebinde kızının fotoğrafını taşıyan
adamın, uzun yıllar boyunca “Taşra Doktoru” isimli fotoğrafı saklayan
anlatıcının, Madımak Oteli’ne oturmuş, ölümü bekleyen aydınların ve “namus
uğruna” öldürülen Naile’nin hikâyeleri “fotoğraf” ve çağrışımlarından hareketle
bir araya getirilmiş. Bu yazıdaki fotoğraf gibi kitaptaki her hikâyenin
merkezinde olan bir kişi, olay ya da nesne var. Kesal, hayatının farklı
dönemlerinde yaşadıklarını düşünerek bu nesne ya da olayları ortak bir çatı
altında birleştirmiş. Bu yüzden her hikâyede farklı zaman ve mekânlar söz
konusu. Yazarın bir röportajında da
ifade ettiği gibi iç içe geçmiş epizotlar bunlar. Anlatma değil, gösterme
tekniğinin kullanıldığı, belli duygulara ağırlık veren bu hikâyeler,
yaşananlardan çok yaşanan olaylara insanların verdiği tepkiler ve duygular ile
ilgili. Sinema tekniğine de oldukça yakın oldukları için pekâlâ bir senaryoya
dönüşebilirler. Ancak şunu da eklemek gerekir ki yazar seçtiği bu anlatım
tekniği nedeniyle zaman zaman tekrara düşmüş. Özellikle kitabın sonlarına doğru
yer alan hikâyelerdeki bazı cümleleri daha önce de okuduğu hissine kapılabilir
okur.
Kitabın sunuş yazısında Ingmar Bergman’ın “Bir ağacın üzerindeki bir böcek gibi, sanatçı da asalak gibi
çocukluğundan beslenir” sözü alıntılanmış. Yazar bu söze dayanarak Bozkırda Altmışaltı’da Mustafa
Çiftci’nin yaptığı gibi çocukluk günlerine geri dönüyor. Gazoz satıcısı olan
babasını, bilge bir kadın olan annesini, kardeşlerini, çocukluk arkadaşlarını
ve büyüdüğü Avanos’u anlatıyor. Kimi zaman hüzünlü kimi zaman da eğlenceli
anektodlara yer veriyor. Özellikle babasıyla olan ilişkisine ayrı bir parantez
açmış. Kesal da Çitfci gibi yöresel kelimeleri ve deyimleri kullanmış: kındap,
ıstar, tuluk, kirkit, yorgan oyulgamak, ışmar etmek vb.
Peri Gazozu’nda Kesal’ın
hastalarının hikâyelerini anlattığı kısımlar hayatın sert ve acımasız yüzüyle karşılaştırıyor
bizi daha çok: bozkırın kendine özgü yaşam biçimi, tecavüz edilen çocuklar,
ensest vakaları, kendilerini asan gelinler… Uzun bir zaman dilimi içinde
Türkiye’nin sosyal ve siyasi dönüşümlerine tanık olduğumuz bu hikâyelerde
değişmeyen şeylerden biri de kadının toplumsal hayattaki konumu. Ezilen,
dövülen, şiddet gören kadın özellikle küçük yerlerde varla yok arası bir yaşam
sürüyor. Kesal, heybesinde biriktirdiği acılı olayları dile getirirken
duygularını gizleyemeyerek yorum yapıyor, isyan ediyor. Kendini vuran bir genç
kadının otopsisini yaparken şöyle diyor: “…
Sönmüş bir gezegenden farksız, insanın içini yakan şu garip coğrafyanın orta
yerinde, üzerinde solmuş entarisi ve yırtık terlikleriyle yirmi yaşında, esmer,
ince yüzlü bir kadın kendini niye öldürür Allah’ım, ben nereden bileyim? Ama,
cevap vermeliyim işte. Büyüdüm çünkü, doktor oldum” (s.36). Hikâyelerden
anladığımız kadarıyla Kesal, “saygıda kusur etmemek için ölülerinin bile
hesabını sormayan” taşra insanını anlamakta zorluk çekmiş mesleğinin ilk yıllarında.
Onlarla birlikte yaşamaya alışınca da yaşamlarının en gizli sırlarına ortak
olmaya, “insan denen canlının en iyi kasabalarda tanınabileceğini” anlamaya
başlamış. “Yaralarım Nedendir?” hikâyesinde genç bir hekimken içinde bulunduğu
ruh hâlini tüm içtenliğiyle yansıtmış.
Bu yazıda bahsedeceğim son kitap ise daha çok romanlarıyla tanıdığımız
Sezgin Kaymaz’ın birkaç ay önce April Yayıncılık’tan çıkan kitabı Bakele. Kitaptaki otuz dört hikâye Bozkırda Altmışaltı’daki gibi klasik
olay hikâyesi geleneğinin izlerini taşıyor. Yaşanmışlıklardan ilham alınarak
yazılmış bu hikâyelerde Kaymaz’ın farklı zaman ve mekânlarda geçen ve
aralarında kimi ortak noktalar olan hikâyeler anlattığını görüyoruz. Hikâyelerde
belli bir zaman ve mekân olmasa da yazar daha çok çocukluğunu geçirdiği Konya
ve şu anda yaşadığı Ankara’da geçen hikâyeler kurgulamış. “Bakele”, “Cızgı”,
“Doğum Günüm Kutlu Oldu”, “Yapışmayın Çocuklara”, “Uzay Piçi” gibi hikâyeler,
çocukluğun masumiyetini; “Bana Gel”, “Yüz Bin Sene”, “Gözünün İçindekini
Göremezsin”, “Erkek Olan” ise aşkın gücünü ve erkeklik hâllerini konu ediniyor.
Sivri zekâlı ve yaramaz çocukların kahraman olduğu eğlenceli hikâyelerin ayrı
bir güzelliği var denebilir.
Konuşma diliyle yazılmış bu öyküler, Peri
Gazozu ve Bozkırda Altmışaltı’da
olduğu gibi yazarın hayatından izler taşıyor. Örneğin Kaymaz’ın eşi Hülya ile
yaşadıkları pek çok hikâye için ilham kaynağı olmuş. Hülya karakteri farklı
görünümlerle karşımıza çıkıyor zaman zaman. Yazarın yaşamına ait gerçeklikleri
kurgusal dünya içinde yakalamak okur açısından da keyifli bir sürece dönüşüyor.
Kitaptaki en güzel hikâyeler de Hülya’nın yer aldıklarıydı bana göre. Yazarın “Hemen hemen her konuda anlaşırız biz
Hülya’yla. Ama aksak ritimli bir anlaşmadır bu. O önden gider, ben arkadan
gelip anlaşırım. O anlaştığım yer de onun ilk başta başladığı başlangıç olur
genellikle. İnsanlık meselâ. Hep insandı Hülya. Ben sonradan geldim” (s.
19) sözleriyle aralarındaki ilişkinin mahiyetini anlattığı bölümlerden de
anlaşılabileceği gibi sıra dışı, matrak, sözünü sakınmayan bir kadın Hülya.
Kitaptaki en iyi hikâyelerden biri olan “Gözünün İçindekini Göremezsin” de nasıl
evlendiklerinin gerçek hikâyesini de anlatıyor Kaymaz. Yazarın annesi de Hülya
gibi hikâyelerin esas kişilerinden. Ercan Kesal nasıl babasını anlatmışsa daha
çok “Ahlâksızlığın Ahlâkı”, “10 Mart 2050, Perşembe” gibi hikâyelerde anneleri
ve onların sezgisel güçlerini övmüş Kaymaz.
Sezgin Kaymaz’ın kendine özgü dil kullanımının ve mizahının örneklerini
sunan Bakele, hikâye okurlarını
memnun edecek bir kitap. Peri Gazozu
ve Bozkırda Altmışaltı’daki gibi geçmişe
özlem ağır basıyor Bakele’de de.
Ancak yazar, geçmişin iyi yanlarını övdüğü kadar kötü yanlarını göstermeyi de
ihmal etmiyor. Unuttuğumuz değerleri, başka bir zamanın insanlarını ve
kaybedilen duyarlıkları hatırlatıyor. Komşuluğun güzel bir şey olduğu, tüm
ailenin bir araya gelerek doğum günü fotoğrafı çektirdiği, sevgilinin yüz bin
sene beklenebileceği zamanlardan bahsediyor.
Kitabın genelinde kısa cümlelerden, yalın ifadelerden ve diyaloglardan
oluşan bir anlatım tarzı var. Argodaki ifadelere ve “Virmem bak baaşişini” (s.
90) ve “Çok güzel bi şey bu yaa, nası dayanıyon hayret ediyom yani” (s. 139)
cümlelerindeki gibi ağız özelliklerine ve gündelik dile yer veriliyor. Kitapta
beni rahatsız eden tek şey bazı yerlerde erkeklik vurgusunun sıkça yapılmasıydı.
“Erkek ol biraz yaa!” (s. 42), “Erkek olan utanır” (s. 75), “Şu Behiye nasıl da
erkek kadınmış di mi?” (s. 101) cümleleri kitaptaki eril dile örnek
verilebilir.
Kişisel anıların, tanıklıkların ve duyguların hikâyeye dönüşmüş hâlleri diyebileceğimiz Bozkırda Altmışaltı, Peri
Gazozu ve Bakele kitapları
yukarıda da bahsettiğim gibi pek çok ortak noktayı barındırıyorlar. Birbirine
benzer kitapları okumayı sevenlere tavsiye niteliğinde olan bu yazı, güncel
hikâyenin tahkiyeye dayalı örneklerini sunan bu yazarların hangi dertleri nasıl
bir dil ve anlatım tarzıyla ele aldıklarını da göstermiş oldu. Bugünden geçmişe bakmak isteyen her okur, bu
okuma deneyimini tecrübe edebilir.
* Bu yazı Fraktal Edebiyat-Düşünce dergisinin altıncı sayısında yayımlanmıştır.