7 Kasım 2015 Cumartesi

Geçmişe Övgü ya da Anıların Hikâyeye Dönüşen Hâlleri: Bozkırda Altmışaltı, Peri Gazozu ve Bakele

Bu yazıda yazarlarının geçmişte yaşadıklarıyla hesaplaşmaları sonucunda ortaya çıkmış ve okurken benzer hisler uyandıran üç kitaptan bahsetmek istiyorum. Bunlardan ilki 1977 doğumlu Mustafa Çiftci’nin 2014’te İletişim Yayınları’ndan çıkan Bozkırda Altmışaltı isimli kitabı. Altmışaltı, bilindiği gibi hem Yozgat’ın plaka numarası hem de bir iskambil oyunu. Yozgatlı olan Çiftci, tahkiyeye ağırlık veren klasik hikâye türünde yazılmış yedi hikâyeden oluşan kitabında kendi çocukluğunun ve gençliğinin izlerini sürmüş, Yozgat’ın insanlarının gündelik dertlerinden ve sevinçlerinden ilham almış. Son yıllarda örneklerini fazla görmediğimiz, çatışmaya dayanan, serim-düğüm-çözüm bölümlerini içeren bu olay hikâyeleri bozkırın kendine özgü yaşam tarzını yansıtma konusunda oldukça başarılı. Her kıssadan hisse çıkarabilen, en kötü durumlar karşısında bile dalga geçilecek bir şey bulabilen, hem acılı hem neşeli bozkır insanlarının “gerçek” hikâyelerini okuyoruz Bozkırda Altmışaltı’da. Büyük şehirlere hapsolmuş bireyin içsel bunalımlarını okumaktan sıkılmış olanlara da yeni bir kapı açıyor yazar, hızlı akan şehir yaşamında unutulmuş değerleri, samimiyeti ve sıcaklığı hatırlatıyor. Geçmişi anarken “nerede o güzel günler” nostaljisine sığınmaktansa taşra hayatının temel sıkıntılarını dile getiriyor, kadın-erkek, ebeveyn-çocuk ilişkilerini irdeliyor. Küçük yerlerde yaşayanlar genellikle birbirlerinin hayatını en ince ayrıntısına kadar bilirler; taşradan sıkılıp bir yerlere gitmeye, kendilerine yeni bir yol çizmeye meyillidirler. Çiftci, aralarında yaşadığı insanların yaşamsal dertlerini anlatırken en çok bu noktalara vurgu yapmış. Öykülerde oğullarını okutmak isteyen esnaf babaları, Ankara’ya okumaya giden çocukları görüyoruz. “Ankara’daki Evlatlar”; çocukları adam olsun, yokluk çekmesin diye çırpınan bir babanın hikâyesi. Yozgatlı için merkez, Ankara demektir. O yüzden de bu hikâyede olduğu gibi hikâye kişilerinin yolu Ankara’ya düşüyor bir şekilde.  


Kitapta en sevdiğim hikâye “Handan Yeşili”. Çocukluğun en güzel ve masum zamanlarında yaşanmış bir aşkın hikâyesini okuyoruz. Aşk, kitapta en çok işlenen temaların başında geliyor. Hikâye kahramanları ya karşılıksız aşklar yaşıyorlar, ya da duygularını ifade edemiyorlar. “Elif, Tina, Tolga” adını taşıyan hikâyede de İngiltere’de eğitim gören ve ilk aşkını unutamayan bir genç var. Bu hikâyede yazar İslamcı ve Cumhuriyetçi ailelerin çatışmasını biraz klişe ifadelerle işlediği için derdini pek de anlatamayan bir hikâye çıkmış ortaya. Burada olduğu gibi bazı hikâyelerde kurgu aksıyor, bir hikâye değil de anlatıcının anılarını okur gibi oluyoruz. Henüz ikinci kitabını çıkarmış olan Çiftci’nin en büyük kusuru da bu oluyor Bozkırda Altmışaltı’nın geneline baktığımızda.

Kitabın arka kapak yazısında da belirtildiği gibi yazar, “şeker gibi iyimser” hikâyeler yazmış. Bu yüzden hayatın kederli yüzünü yansıtan hikâyeleri okuduğunda bile bir gülümseme kalıyor okurun yüzünde. Yazarın kuvvetli bir mizah duygusu var. Dikkati çeken başka bir unsur da yazarın Yozgat ağzında yer alan ifade ve deyimlere yer vermesi. Örneğin “ziv ziv akmak, kiritmek, gobel, kopil, yirci yirci kokmak, hayal pilavını yemek, böcemek, kiritmek” gibi dil kullanımlarına ilk kez bu kitapta rastlayabilirsiniz. 

Bozkırda Altmışaltı’yla benzer bir okuma deneyimi sunan diğer bir kitap da yine İletişim Yayınları’ndan çıkmış olan Peri Gazozu (2013). Kitabın yazarı Ercan Kesal’ın ilginç bir kariyer hikâyesi var. 1959 doğumlu Kesal, tıp mezunu ve Anadolu’nun farklı yerlerinde hekim olarak görev yapmış. Gençliğinden beri edebiyatla ilgilenen Kesal, asıl mesleğini sürdürürken son yıllarda edebiyat ve sinemada da adını sıkça duyduğumuz biri hâline geldi. Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu’da filmlerinin senaryosunu Ebru ve Nuri Bilge Ceylan’la birlikte yazdı. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde ne çok memleket hikâyesi biriktirdiğinin sinyallerini veren Kesal, daha sonra birçok filmde oyuncu olarak da yer aldı, ödüller kazandı.

Ercan Kesal’ın ilk kitabı Peri Gazozu, yazarın daha önce Radikal gazetesinde yayımlanmış yazıları ile yeni yazdığı birkaç hikâyeden oluşuyor. Yazar, buradaki hikâyelerde hem çocukluğunu ve ailesini anlatıyor, hem de hekimlik yaptığı dönemlerde Anadolu’nun farklı kasaba ve kentlerinde tanık olduğu insan manzaralarını yansıtıyor. Kitapta yazarın üniversite yıllarından beri içinde olduğu siyasi olaylardan, darbe yıllarından, öldürülen yoldaşlardan ve “imla kurallarını bilmeden darbe yapmak isteyen gençlerden” bahsedildiği için politik yönü de olan bir eser çıkmış ortaya. Bu anlatılara hikâye demek zor, çağrışımlardan ve metaforlardan ilham alınarak yazılmış otuz bir kısa anlatı var kitapta. İlla bir tür ismi belirtilecekse hikâye ile deneme arasında bir yerde durdukları söylenebilir. Klasik bir kurgu yok bu hikâyelerde, yaşananlar ya da tanık olunanlar bir anı gibi anlatılıyor çoğu zaman. Örneğin “Fotoğraftaki Kan Kimin?” isimli yazıda sırasıyla bir ağustos akşamı sokak ortasında vurulan ve cebinde kızının fotoğrafını taşıyan adamın, uzun yıllar boyunca “Taşra Doktoru” isimli fotoğrafı saklayan anlatıcının, Madımak Oteli’ne oturmuş, ölümü bekleyen aydınların ve “namus uğruna” öldürülen Naile’nin hikâyeleri “fotoğraf” ve çağrışımlarından hareketle bir araya getirilmiş. Bu yazıdaki fotoğraf gibi kitaptaki her hikâyenin merkezinde olan bir kişi, olay ya da nesne var. Kesal, hayatının farklı dönemlerinde yaşadıklarını düşünerek bu nesne ya da olayları ortak bir çatı altında birleştirmiş. Bu yüzden her hikâyede farklı zaman ve mekânlar söz konusu.  Yazarın bir röportajında da ifade ettiği gibi iç içe geçmiş epizotlar bunlar. Anlatma değil, gösterme tekniğinin kullanıldığı, belli duygulara ağırlık veren bu hikâyeler, yaşananlardan çok yaşanan olaylara insanların verdiği tepkiler ve duygular ile ilgili. Sinema tekniğine de oldukça yakın oldukları için pekâlâ bir senaryoya dönüşebilirler. Ancak şunu da eklemek gerekir ki yazar seçtiği bu anlatım tekniği nedeniyle zaman zaman tekrara düşmüş. Özellikle kitabın sonlarına doğru yer alan hikâyelerdeki bazı cümleleri daha önce de okuduğu hissine kapılabilir okur.


Kitabın sunuş yazısında Ingmar Bergman’ın “Bir ağacın üzerindeki bir böcek gibi, sanatçı da asalak gibi çocukluğundan beslenir” sözü alıntılanmış. Yazar bu söze dayanarak Bozkırda Altmışaltı’da Mustafa Çiftci’nin yaptığı gibi çocukluk günlerine geri dönüyor. Gazoz satıcısı olan babasını, bilge bir kadın olan annesini, kardeşlerini, çocukluk arkadaşlarını ve büyüdüğü Avanos’u anlatıyor. Kimi zaman hüzünlü kimi zaman da eğlenceli anektodlara yer veriyor. Özellikle babasıyla olan ilişkisine ayrı bir parantez açmış. Kesal da Çitfci gibi yöresel kelimeleri ve deyimleri kullanmış: kındap, ıstar, tuluk, kirkit, yorgan oyulgamak, ışmar etmek vb.

Peri Gazozu’nda Kesal’ın hastalarının hikâyelerini anlattığı kısımlar hayatın sert ve acımasız yüzüyle karşılaştırıyor bizi daha çok: bozkırın kendine özgü yaşam biçimi, tecavüz edilen çocuklar, ensest vakaları, kendilerini asan gelinler… Uzun bir zaman dilimi içinde Türkiye’nin sosyal ve siyasi dönüşümlerine tanık olduğumuz bu hikâyelerde değişmeyen şeylerden biri de kadının toplumsal hayattaki konumu. Ezilen, dövülen, şiddet gören kadın özellikle küçük yerlerde varla yok arası bir yaşam sürüyor. Kesal, heybesinde biriktirdiği acılı olayları dile getirirken duygularını gizleyemeyerek yorum yapıyor, isyan ediyor. Kendini vuran bir genç kadının otopsisini yaparken şöyle diyor: “… Sönmüş bir gezegenden farksız, insanın içini yakan şu garip coğrafyanın orta yerinde, üzerinde solmuş entarisi ve yırtık terlikleriyle yirmi yaşında, esmer, ince yüzlü bir kadın kendini niye öldürür Allah’ım, ben nereden bileyim? Ama, cevap vermeliyim işte. Büyüdüm çünkü, doktor oldum” (s.36). Hikâyelerden anladığımız kadarıyla Kesal, “saygıda kusur etmemek için ölülerinin bile hesabını sormayan” taşra insanını anlamakta zorluk çekmiş mesleğinin ilk yıllarında. Onlarla birlikte yaşamaya alışınca da yaşamlarının en gizli sırlarına ortak olmaya, “insan denen canlının en iyi kasabalarda tanınabileceğini” anlamaya başlamış. “Yaralarım Nedendir?” hikâyesinde genç bir hekimken içinde bulunduğu ruh hâlini tüm içtenliğiyle yansıtmış. 

Bu yazıda bahsedeceğim son kitap ise daha çok romanlarıyla tanıdığımız Sezgin Kaymaz’ın birkaç ay önce April Yayıncılık’tan çıkan kitabı Bakele. Kitaptaki otuz dört hikâye Bozkırda Altmışaltı’daki gibi klasik olay hikâyesi geleneğinin izlerini taşıyor. Yaşanmışlıklardan ilham alınarak yazılmış bu hikâyelerde Kaymaz’ın farklı zaman ve mekânlarda geçen ve aralarında kimi ortak noktalar olan hikâyeler anlattığını görüyoruz. Hikâyelerde belli bir zaman ve mekân olmasa da yazar daha çok çocukluğunu geçirdiği Konya ve şu anda yaşadığı Ankara’da geçen hikâyeler kurgulamış. “Bakele”, “Cızgı”, “Doğum Günüm Kutlu Oldu”, “Yapışmayın Çocuklara”, “Uzay Piçi” gibi hikâyeler, çocukluğun masumiyetini; “Bana Gel”, “Yüz Bin Sene”, “Gözünün İçindekini Göremezsin”, “Erkek Olan” ise aşkın gücünü ve erkeklik hâllerini konu ediniyor. Sivri zekâlı ve yaramaz çocukların kahraman olduğu eğlenceli hikâyelerin ayrı bir güzelliği var denebilir.

Konuşma diliyle yazılmış bu öyküler, Peri Gazozu ve Bozkırda Altmışaltı’da olduğu gibi yazarın hayatından izler taşıyor. Örneğin Kaymaz’ın eşi Hülya ile yaşadıkları pek çok hikâye için ilham kaynağı olmuş. Hülya karakteri farklı görünümlerle karşımıza çıkıyor zaman zaman. Yazarın yaşamına ait gerçeklikleri kurgusal dünya içinde yakalamak okur açısından da keyifli bir sürece dönüşüyor. Kitaptaki en güzel hikâyeler de Hülya’nın yer aldıklarıydı bana göre. Yazarın “Hemen hemen her konuda anlaşırız biz Hülya’yla. Ama aksak ritimli bir anlaşmadır bu. O önden gider, ben arkadan gelip anlaşırım. O anlaştığım yer de onun ilk başta başladığı başlangıç olur genellikle. İnsanlık meselâ. Hep insandı Hülya. Ben sonradan geldim” (s. 19) sözleriyle aralarındaki ilişkinin mahiyetini anlattığı bölümlerden de anlaşılabileceği gibi sıra dışı, matrak, sözünü sakınmayan bir kadın Hülya. Kitaptaki en iyi hikâyelerden biri olan “Gözünün İçindekini Göremezsin” de nasıl evlendiklerinin gerçek hikâyesini de anlatıyor Kaymaz. Yazarın annesi de Hülya gibi hikâyelerin esas kişilerinden. Ercan Kesal nasıl babasını anlatmışsa daha çok “Ahlâksızlığın Ahlâkı”, “10 Mart 2050, Perşembe” gibi hikâyelerde anneleri ve onların sezgisel güçlerini övmüş Kaymaz.

Sezgin Kaymaz’ın kendine özgü dil kullanımının ve mizahının örneklerini sunan Bakele, hikâye okurlarını memnun edecek bir kitap. Peri Gazozu ve Bozkırda Altmışaltı’daki gibi geçmişe özlem ağır basıyor Bakele’de de. Ancak yazar, geçmişin iyi yanlarını övdüğü kadar kötü yanlarını göstermeyi de ihmal etmiyor. Unuttuğumuz değerleri, başka bir zamanın insanlarını ve kaybedilen duyarlıkları hatırlatıyor. Komşuluğun güzel bir şey olduğu, tüm ailenin bir araya gelerek doğum günü fotoğrafı çektirdiği, sevgilinin yüz bin sene beklenebileceği zamanlardan bahsediyor.

Kitabın genelinde kısa cümlelerden, yalın ifadelerden ve diyaloglardan oluşan bir anlatım tarzı var. Argodaki ifadelere ve “Virmem bak baaşişini” (s. 90) ve “Çok güzel bi şey bu yaa, nası dayanıyon hayret ediyom yani” (s. 139) cümlelerindeki gibi ağız özelliklerine ve gündelik dile yer veriliyor. Kitapta beni rahatsız eden tek şey bazı yerlerde erkeklik vurgusunun sıkça yapılmasıydı. “Erkek ol biraz yaa!” (s. 42), “Erkek olan utanır” (s. 75), “Şu Behiye nasıl da erkek kadınmış di mi?” (s. 101) cümleleri kitaptaki eril dile örnek verilebilir.

Kişisel anıların, tanıklıkların ve duyguların hikâyeye dönüşmüş hâlleri diyebileceğimiz Bozkırda Altmışaltı, Peri Gazozu ve Bakele kitapları yukarıda da bahsettiğim gibi pek çok ortak noktayı barındırıyorlar. Birbirine benzer kitapları okumayı sevenlere tavsiye niteliğinde olan bu yazı, güncel hikâyenin tahkiyeye dayalı örneklerini sunan bu yazarların hangi dertleri nasıl bir dil ve anlatım tarzıyla ele aldıklarını da göstermiş oldu.  Bugünden geçmişe bakmak isteyen her okur, bu okuma deneyimini tecrübe edebilir. 


* Bu yazı Fraktal Edebiyat-Düşünce dergisinin altıncı sayısında yayımlanmıştır.