17 Ocak 2019 Perşembe

Benim Kitaplarım

Aylık Okuma Notları (Aralık)


1. Fakir Baykurt, Irazca’nın Dirliği: 1954 yılında yayımlanan Yılanların Öcü romanının devamı olan Irazca’nın Dirliği’nde olay örgüsü bir önceki kitabın kaldığı yerden ilerliyor. Toplumcu gerçekçi edebiyatımızın tipik örneklerinden biri olan Yılanların Öcü’nde Burdur’un seksen haneli Karataş köyünde Kara Bayram ve Haceli arasında geçen iktidar mücadelesi konu ediliyor. İki yıldır derste de işlediğimiz bu roman, hem dili ve üslubu hem de temalarıyla üzerinde çok konuşulmayı hak eden değerli bir dönem malzemesi sunuyor. Bayram’ın annesi Irazca karakterinin daha çok ön planda kaldığı Irazca'nın Dirliği ise anlatım tarzı bakımından Yılanların Öcü’nden farklı değil; ancak bazı yerlerde akış çok aksıyor bence. Bu yüzden ilk kitabı daha başarılı buldum ben. Bir de sanırım bu tarz romanların daha erken yaşlarda okunması gerekiyor. Bir süre sonra artık bitse de rahatlasam hissi oluştu. Kitaptaki dil kullanımı için ayrı bir parantez açmalıyım yine de. Çok zengin bir Türkçe var. Burada geçen bazı yerel kelimeleri hiç duymamıştım daha önce. Kadınları aşağılayan çok fazla atasözü, deyim ve ifadeyi de unutmamak gerek tabii. Hatta bunun için ayrı bir çalışma yapılmalı. Bu ay, romandaki Irazca karakteriyle Necati Cumalı’nın Zeliş karakteri arasında benzerlik kurarak Us Atölyesi’nde bir konuşma yaptığımı da ekleyerek Fakirt Baykurt bahsini kapatabilirim sanırım. Üçlemenin son kitabı Kara Ahmet Destanı’nı da bir ara okurum umarım.




2. Aslı Serin, Değil: 160. Kilometre’nin şiir kitaplarını yakın markaja almaya karar vermiştim ama 2018’de çok fazla şiir okuyamadım. Tezde şiir çalışınca kurmacaya hasret kalmama bağlıyorum bunu. Neyse konumuza dönersek Değil, Serin’in üçüncü şiir kitabı. Dans Etmesek de Olur isimli ikinci kitaptan başlayacaktım ama baskısı tükenmiş, yayınevi duysun bunu lütfen 😊 Serin’in değişik bir şiir tarzı var. Başta çok yadırgasam da okudukça sevdim,  postmodern diye tanımladığım bu şiirleri. Yeni şiire çok aşina değilim, ama güncel şiiri takip etmek gerek. Sanırım bu çağın getirdiklerinden belki de götürdüklerinden demeli, en çok şiir etkilendi. Bunun sonuçlarını bu şiirlerde görebiliyoruz. Serin’in diğer kitaplarını da okuyup bir şeyler yazacağım etraflıca (ne çok şey yazacağım Allah’ım 😊) Şunu söyleyeyim ilk elden: Bazı yerlerde klişeye düşse de ölüme “naber lan” diyen, hayata ve sisteme kafa tutan amma velakin en çok da feminist söylemi ön plana çıkaran bu şiir, beni etkiledi. Özellikle “Gayret Kuşağı” çok iyiydi. “Aa aynı ben dediğim” dizelerden kısa bir alıntı ise “Aslı Taksimi”nden olsun: 


kendimi üzecek şeyler bulmakta üstüme tanımam
sevdiğim bütün şarkıların beni ağlatmasından
sevdiğim bütün filmlerin sonunda mutlaka bir ölü
ve çoğaltıp abartabileceğim bütün örnekler…


3. Alper Beşe, Kırılgan: Bu sene daha az çağdaş öykücü okusam da özellikle genç öykücülerin eserlerini takip etmeye çalışıyorum. Geçen ay bahsettiğim Melisa Kesmez’den sonra okuduğum Kırılgan’ı dil ve biçim hassasiyeti taşıyan bir kitap olarak Kesmez’in yazdıklarından net çizgilerle ayırabilirim. Bir de Kesmez’in öyküleri çoğunlukla okurda belli duygulanımlar yaratmak üzerine kurgulanmışken Beşe’nin öykülerinde ise edebiyatın ve yazma sürecinin kendisinin temel bir kaygı olarak gözetildiği, “metin” olarak adlandırabilecek öykülerin okurun yorumlarıyla birçok farklı anlam alanlarına çekilebileceği söylenebilir. Bu yüzden hemen kendini açmayan, dikkatle okunması, hatta bir kere daha okunması ve üzerinde düşünülmesi gereken metinler bunlar. Şiirlere, felsefi eserlere, tiyatro metinlerine yapılan göndermeler de mevcut. Okuru da işin içine katan metinler, onu okuyanı geliştiriyor, eleştirel bir okur olmasını da sağlıyor böylece. Ben kitapta en çok “Kırmızı Şemsiye”, “Sarı Yağmurluk”, “Yeşil Perde” ve “Gri Kravat”ı sevdim. Bu sene daha çok öykü okumak ve üzerine yazmak niyetindeyim. Umarım tembellik etmem. 



4. İsmail Aslan, Eksikten, Oradan: Yine 160. Kilometre’den bir kitap. Bu kitabı Haydar Ergülen’in genç şairlerle ilgili bir yazısında görüp not etmiştim yanılmıyorsam. Kitabı okuduktan sonra yayınevinin şiir tercihleri ile ilgili de belirgin tespitler oluşmaya başladı kafamda aslında ama daha okunacak çok şair var. Bu kitaba bakarsak, bazı güzel dizeler içermesine rağmen genel olarak buradaki şiirleri sevemedim. Kimi yerlerde yüzümüzü güldüren bir mizahi dil veya ironi varsa da çoğunlukla ölüm ve zaman üzerine düşünmenin getirdiği bir karamsarlık göze çarpıyor dizelerde. Politik göndermeleri olan daha sert dizeler de mevcut. Aslı Serin’de olduğu gibi şiiri yapısal ve biçimsel olarak kalıpların dışına atma, hiper metin yaratma çabası seziliyor. Görsel şiirler de var. ”Korkunun ecele bir şeyi keşke.”de “anlamı anlamıyorum. Kalsın” diyerek okurunu “anlam” konusunda uyarıyor olsa da “Toparlanmanın Şiyiri Dir”de “aşırı postmodern” diye not düşmüşüm😊 Neticede  benim için kitabın mısra-ı bercestesi şudur, hatta duvarıma falan asabilirim:


Ben hepinizden çok sıkıldım baktığınızda aslında

Son şiir “Dereotu ve Kaplumbağaların Evhamı”nda da şöyle bitiriyor şiiri Aslan: “Mutlu olmak diye bir şey yoktur.” Ben de not düşmüşüm: YOKTUR. Sonra gel de karamsar olma. 


5. Çiğdem Sezer, Küçük Şeyler Mevsimi: 2016 Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiir Ödülü’nü kazanan Sezer, kendi sesini bulabilmiş bir şair. Derdi, duyarlığı, imgeleri ve “küçük şeylere” ince dokunuşuyla kendine tekrar tekrar döndüren şiirler üretmiş. “Yalnızlığın Allahını” duyan kadınlar, masum olmayan çocuklar, herkesin herkesi tanıdığı kasabalar, öğüt veren anneler, hep susan babalar var bu şiirde. “aramızdan hayat geçti”, “küçük şeyler mevsimi” ve “Dina” isimli üç bölümden oluşan kitabın üçüncü bölümünde kutsal kitaplara, başka şiirlere ve tarihi olaylara gönderme yapılan ve bütünlük oluşturan 48 tane şiir var.  Sezer’in şiir geleneğini çok iyi bildiği ve özümsediği de belli. Necatigil ve Asaf Hâlet göndermeleri vardı örneğin. Ben kitaptaki birçok şiiri sevdim ama “Girdap”’tan bir alıntı yapacağım:

kalbimde bir şey var o günlerden kalma
unutup unutup hatırlıyorum
ya herkesten geçiyorum ya hiç kimseden
geçmeyen bir yol gibi kendime çıkıyorum
ani fren yapıyor hayat
harflerle çarpışıyorum



6. Pablo Neruda, Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı: Neruda’nın henüz yirmi yaşındayken yazdığı ve onu hızlı bir biçimde şöhrete ulaştıran bu kitabı, ODTÜ’deki Öykücü’de gezinirken aldım ve hemen okumaya başladım. Her ne kadar Neruda bugünlerde cinsel istismar suçuyla gündemde olsa da aşkı bu şiirlerinde en saf ve erotik hâliyle, kendine özgü eğretilemelerle anlatmış denebilir. 14 Şubat’larda falan aşk mesajı olarak atılası 😊 Ancak ben biraz kederli dizeler paylaşacağım; çünkü Neruda da giderek kavramış aşkın insanı mutsuz ettiğini. Bakın neler de diyor 10. Parçada:

Seni anımsıyordum yüreğim sıkışarak
o bende bildiğin kederle.

Nerdeydin o zaman sen?
Kimlerin arasında?
Neler konuşuyordun?
Apansız niye gelir bilmem bunca aşk bana
Kendimi böyle üzgün, seni uzak bulurken?


7. Marc Augé, Evsiz Bir Adamın Güncesi: Bu senenin beğenilen kitaplarından olan ve “anlatı” türü adı altında yayımlanan Evsiz Bir Adamın Güncesi, yazarın ön sözde belirttiği üzere “etnik-kurmaca” olarak da değerlendiriliyor. Aynı zamanda bir etnolog olan yazar, evsizlik kavramını sorguladığı bu kurmacayı bizzat yaşayarak ve deneyimleyerek yazıyor. Kolayca okunan ve sizi de yerleşik olma fikri üzerine düşündüren bir kitap. Bir anda bitmiş gibi geldi bana ama daha ne anlatabilirdi, o da var tabii 😊 Burada evsizlik bir yaşam felsefesi olarak düşünülüyor. Gelin görün ki ben öyle her şeyimi satıp arabada falan yaşayamam. Ev iyidir. Kendine ait bir oda daha da iyidir. Elin Fransız’ına yakışıyor tabii bu hâller, o ayrı. Onlar otursun uzun uzun hayatın anlamı üzerine düşünsün. Biz daha oraya gelemedik zihnen: “Kesin olan bir şey varsa o da hayatımın dönüm noktasında olduğumdu. Hayatımın dönüm noktası, kalbimi yerinden oynatıyordu ve bu beni mutlu mu ediyordu yoksa umutsuzluğa mı sürüklüyordu, bilmiyordum”. (s. 69)



8. Mercé Rodoreda, Güvercinler Gittiğinde: Latin Amerikalı kadın yazarları okumayı seviyorum. Onların kadınlık hâllerini ve sorunlarını anlatma biçimlerini bizim kültürümüze yakın buluyorum. Özellikle Meksikalıları. Bu mevzuları  Katalanlar nasıl ele alıyor biraz da ona bakalım. Güvercinler Gittiğinde’yi kim olduğunu hatırlayamadığım birinin twitter paylaşımında görmüştüm. Kitabı bayağı övmüştü. Arka kapakta da Marquez üstadın “İç savaştan bugüne İspanya’da yayımlanan en güzel roman” gibi iddialı bir sözünü görünce Alef’ten basılan bu kitabı hemen alıverdim. Başta beni pek sarmadı hikâye açıkçası. Natalia ya da diğer adıyla Colometa’nın (güvercin demek) kocası olacak Quimet’le tanışmasıyla açılan olay örgüsü, belli bir süre dingin bir atmosferde ilerledi. İspanya İç Savaşı’nın başlamasıyla birlikte yaşananların anlatıldığı kısma gelince kurgu hız kazandı. Buradan itibaren Quimet’in askere gitmesi, güvercin yuvasına dönen evi iki çocuğuyla paylaşan ve erkeksiz bir ortamda hayata tutunmaya çalışan Natalia’nın mücadele dolu hayat öyküsü etkileyici bir biçimde anlatılıyor. Natalia adına üzülüyorsunuz ama bence yine kitabın arka kapağında ifade edildiği üzere bir Anna Karenina ya da Madam Bovary kadar güçlü bir edebi figür olamıyor Natalia. Kitabın en güzel yanı Natalia’nın ruh dünyasıyla güvercinler arasında kurulan paralellik. Sonuç: iyi lakin bayılmadım. 


9. Valeria Luiselli, Kalabalıkta Yüzler: Çok iyi kitaplar basan Siren’le çok iyi kitaplar çeviren Seda Ersavcı işbirliğinin sonucu bu şahane kitap, 2018’in de son kitabıydı benim için. Yurt dışında çok okunan ve ödüller kazanan -yine bir Meksikalı- Luiselli’nin bu romanı bizde de çok beğenildi. Ne zamandır kitaplığımda duruyordu; ama yılı güzel bitirmeme vesile olduğu için doğru zamanda okumuşum. Romanda iç içe geçen iki kurgusal zemin var. Birinde iki çocuklu kadın yazarımız, bütün uğraşları içinde her şeye karşın yazı tutkusunun peşinden gidip romanını yazmaya çalışıyor. Kocası da okuyor yazdıklarını, “şurayı değiştir, burada benden şöyle bahsetmişsin olmamış falan” diyor. Kadının yazdığı roman Gilberto Owen adlı bir şairin hayatını anlatan bir roman ancak belli bir noktadan sonra Owen sözü devralmasıyla başka bir romanın yazımına geçiliyor orada. Biraz karışık gibi görünen bu kurmacaları çözmek için bir anda başlayıp bitirin derim, ki zaten çok eğlenceli, elinizden bırakamıyorsunuz. Hayatı edebiyattan yola çıkarak anlayanlar için güzel bir kılavuz bence. Keyifli bir okuma deneyimi. Zihin oradan oraya sürüklenirken siz de oyunun bir parçası oluyorsunuz. Bir de postmodernlere laf atarlar. Alın işte oyun, kurgu, zekâ; hepsi bir arada. Anlayana 😊 Ha bir de kitapta canım Ludwig (Wittgenstein) yine karşıma çıktı. Edebi karşılaşmaları seviyorum.

Nasıl bir romanla karşılaşacağınıza dair ön bilgi olsun: 

“Philadelphia’ya ne zaman gidiyorsun?
                “Önümüzdeki hafta.”
                “Öyleyse niye şimdi toplanıyorsun?”
                “Çünkü öyle yazdın. Bilgisayarını açık bıraktın, ben de yazdıklarını okudum.
                “İyi de sadece bir roman o, yazılanların hiçbiri gerçek değil.” (s. 82).
          



9 Ocak 2019 Çarşamba

Benim Kitaplarım


Aylık Okuma Notları (Ekim, Kasım)





1-2-3. Melisa Kesmez, Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, çok okunan ve övgü alan bir öykü kitabı olmuştu. İsmiyle de dikkat çeken kitabı okumak ne zamandır aklımdaydı. Üstelik öğrencilerimden de ismini birkaç kere duyunca merakım artmıştı. Ancak henüz ilk öykülerden itibaren Kesmez’in öykü kurgusunda, dilinde ve duygu aktarımında bazı sorunlar olduğunu fark ettim. Kitabı bitirdikten sonra fikrim değişmedi. Bu öykülerde bu kadar kusur varken neden kimse eleştirmedi sorusu kafama takınca yazarın diğer iki öykü kitabını da okumaya karar verdim. Bunu bu kadar merak etmesem Bazen Bahar’la Nohut Oda’yı okumazdım sanırım. Üç kitabı da bitirince bir eleştiri yazısı yazdım. Dileyenler K24’e bakabilir. Bu yazıyı yazmamın iki amacı vardı. Edebiyat ortamının çok da anlam veremediğim gruplaşmaları nedeniyle bazı yazarların eleştiriden muaf tutulması ve sürekli olarak “bizde eleştiri yok” diyenlere yalnızca metinden ve edebi değerden hareketle de eleştiri yazılabildiğini gösterebilmek. Yazı amacına ulaştı mı bilmiyorum. Güzel geri dönüşler aldım; ama hâlâ “eleştiri yok ki” şeklindeki yakınmalar devam ediyor gördüğüm kadarıyla. Bence de nitelikli eleştiri çok az var ama abartılı bir biçimde hiç olmadığını söylemek de yanlış.


4. Virginia Woolf, Orlando: Okuduğum için kendimi şanslı hissettiğim kitap. Woolf okumaya biraz geç başlasam da onun dünyası ve duyarlığı bana çok hitap ediyor diyebilirim. Orlando, zor ve sindirilerek okunması gereken bir kitap olsa da okurunu oldukça geliştiriyor bence. Fantastik unsurlar içeren roman, soylu bir aileden gelen Orlando’nun 400 yıllık bir zaman dilimini içine alan biyografisi. Woolf’un âşık olduğu kadın Vita Sackville-West'ten esinlenerek yazdığı ve ona ithaf ettiği kitap, hem kadın hem de erkek bedeninde yaşamını sürdüren, farklı coğrafyalara yolu düşen Orlando’nun hayat hikâyesi üzerine kurulu. Müthiş şiirsel bir dille yazılmış ki Orlando’nun en büyük tutkusu da şiir yazmak zaten. Yazıyla büyük bir hesaplaşma içine giren kahramanımız, birçok olay yaşasa ve zaman zaman yazmaktan uzaklaşsa bile hep yazıya dönüyor. Woolf’un keskin kalemiyle dönemin edebiyat ortamına yönelik eleştiriler de bulmak mümkün romanda. Bunun dışında Viktorya dönemi eleştirisi, cinsel kimliklerin sorgulanması, toplumsal cinsiyet, doğa, evlilik, aristokrasi vb. birçok izlek, Woolf’un cesur kaleminde çok iyi işlenmiş konulara dönüşüyor. Mutlaka okunmalı dediğim romanlardan.




5. Dag Solstad, Mahcubiyet ve Haysiyet: Bilmem Norveçlilere bayıldığımı söylememe gerek var mı artık? Yıl boyunca okuduğum kitaplarda Norveç edebiyatına olan ilgimden bahsettim. Bu kitabı gördüğümde hemen okumam gerek dedim ama bir türlü bulamadım kitabı. Nihayet İstanbul seyahatim sırasında kitabı bulunca çok sevindim. Sanırım önce pek kimsenin dikkatini çekmedi, ilk baskısından sonra yeni baskısı yapılmadı bir süre. Sonradan çok okunur oldu, hatta yıl sonu listelerinde en iyi kitaplar arasında en üst sıralarda yer aldı. Tabii yine ilk keşfedenlerden biri bendim sanırım 😊

Mahcubiyet ve Haysiyet, lisede edebiyat öğretmenliği yapan Elias Rukla’nın kısa ama etkileyici hikâyesi. Rukla, derste Henrik İbsen’in bir metnini işliyor olay örgüsünün başlangıcında. Dersten çıktıktan sonra bir kırılma anı yaşıyor, elindeki şemsiyeyi parçalıyor, ona bakan öğrencilere küfür ediyor ve okulu terk ediyor. Bundan sonra Elias’ın hayatını ve geçmişini sorgulamasını okuyoruz. Yine usul usul ilerleyen bir akış ve okuru sorgulatan sade ama eleştirel bir üslup. Elias, modern hayatın getirdiği yaşam biçimini sorgularken özellikle günümüzde “söyleşme eyleminin” sona erdiğinden bahsediyor. İletişimsizlik, yalnızlık ve yabancılaşma temalarının merkezde olduğu bir modern dönem romanıyla karşı karşıyayız yine. Yazar, çok yeni bir şey yapmamış roman sanatı adına ama Mahcubiyet ve Haysiyet, son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan kesinlikle. Elias’la aynı mesleği yapmamız ve onun düşündüğü şeyleri zaman zaman benim de düşünmem kitapla duygusal bir bağ kurmama da neden oldu tabii. Düşünceli okur kimliğinden uzaklaşmadan, duygusal okur olmayı da ihmal etmiyorum yani. Kitapla ilgili ayrıntılı görüşlerim için de Oggito'ya başvurunuz lütfen. 


6. Richard Yates, Yalnızlığın On Bir Hâli: Sessiz Sahil’den sonra okuduğum ikinci Yates kitabı. Yates’in üslubunu çok seveceğimi tahmin etmiştim zaten okumadan önce de. Yüz Kitap tarafından basılan bu öykü toplamını da çok sevdim. Adından da anlaşılacağı gibi yalnızlık teması etrafında kurgulanan öykülerde çocuklar, savaş gazileri, tüberküloz hastaları ve yazar adayları başta olmak üzere Amerikan banliyölerinde yaşayan insanların hayatları hikâyeleştirilmiş. Yates, birçok yerde Amerikan banliyölerini anlatan yazar olarak tanıtılıyor zaten. Kendi bildiği bir ortamı resmederken çok gerçekçi ve sahici bir öykü evreni yaratmış bence. Öykü sanatıyla yakından ilgilenenler bu kitabı mutlaka okumalı. Özellikle atmosfer ve karakter yaratma konusunda ders olarak okutulabilecek öyküler var. Ben “Yapı Ustaları” ve Köpekbalıklarıyla Boğuşan Adam” öykülerini çok sevdim. Her iki öyküde de yazma tutkusunun insanın hayatını nasıl yönlendirdiği -veya mahvettiği de denebilir- anlatılmış. Öyküler, buruk bir tat bıraksa da okunmaya değer. Yates’in yazarlık kariyeri de biraz burukluk içeriyor aslında. Eserleri eleştirmenler tarafından sıkça övülse de okuruna ulaşamamış pek. Ben Yates okumaya devam edeceğim için yakında iki kitabını da burada görebilirsiniz.


7. Ertuğ Uçar, Yalnızlığın On Yedi Türü: Bu kitabı okuma nedenim -çok sık yaptığım bir şey olmasa da- ismi. Yates’in kitabını internet kitapçılarında araştırırken sanırım isim benzerliğinden dolayı bu kitap çıkmıştı karşıma. Bu nedenle Yates’in hemen ardından okudum. Her biri deniz fenerinde geçen öykülerden oluşan ilginç bir kitaptı. Deniz fenerleri, yazarın özel ilgi alanıymış. Bunların tarihi, varoluş sebepleri, yapım teknikleri, burada yaşayanlar hakkında çeşitli araştırmalar yapıyormuş. Kitapta çeşitli deniz fenerlerinin çizimleri de bulunuyor. Öykü sanatı açısından beni çok tatmin ettiklerini söyleyemeyeceğim; ama böyle bir tematik kitap hazırlama fikri orijinal. Denizi de deniz fenerleri de pek sevmem ben, bu konulara ilgi duyanları daha çok tatmin eder belki de kitap. Deniz feneri bekçilerinin anlamsız bekleyişi, Dino Buzzati’nin Tatar Çölü’nü hatırlattı bana. Bir de Pelin Esmer’in Gözetleme Kulesi filmini. Bu ikisi de fazladan tavsiyeler olsun.



8. Wilhelm Genazino, Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk: Adını son zamanlarda sıkça duyduğum Genazino’nun ikisi Jaguar’dan biri Ayrıntı’dan olmak üzere üç kitabı basılmış ülkemizde ama yazar, oldukça üretken biri. Aslında üretkendi demem gerek; çünkü ben bu kitabı bitirdikten kısa bir süre sonra vefat etti Genazino. Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk’ta felsefe doktorası yapan; ancak bir çamaşırhanede organizasyon müdürü olarak çalışan 41 yaşındaki Gerhard Warlich’in hayat, ilişkiler, evlilik, çocuk sahibi olma, yalnızlık ve tabii olmazsa olmaz yabancılaşma gibi konulardaki sorgulamalarını içeren öyküsünü okuyoruz. Romanda çok fazla olay ve kişi yok. Daha çok Gerhard’ın gözlemleri ve monologları üzerinden ilerliyor hikâye. Genazino’nun keskin gözlem gücü, nesnelerin ardındaki gerçeği ifade edişi ve felsefi çıkarımlar yapılabilecek düzeydeki düşünce temrinleri çok başarılı bence. Son zamanlarda okuduğum yazarlar arasında büyük benzerlikler olsa da Genazino’da orijinal bir taraf bulabildim. Kendimi çok da mutlu hissetmediğim bir dönemde okuduğum için beni biraz sarstığını söyleyebilirim ama yorumlardan anladığım kadarıyla herkes kendini ve yaşamını sorguluyor Genazino okuyunca. Mesela bakın ne diyor Genazino:

“Ama hayattaki en önemli tecrübelerimden biri, şimdiye kadar kapıldığım kaygıların hemen hemen hepsinin lüzumsuzluğunun ya da anlamsızlığının er ya da geç ortaya çıkması. Bu yüzden, hayat tarafından kandırıldığım duygusu içindeyim. Birbiri ardına sökün eden kaygıları hayat tecrübemle savuşturmaya çalıştım bir süre: Defolun gidin adi serseriler, tamamen gereksiz olduğunuzu biliyorum! Ama işe yaramadı, sövüp saymam para etmedi. İstesem de istemesem de endişelenmeyi sürdürdüm. “(s. 86)



9. Yaşar Kemal, Yılanı Öldürseler: Çok karamsar şeyler okuyorum, biraz Yaşar Kemal okuyup kendime geleyim dedim, yine olmadı 😊 Bu sefer de toplum baskısıyla annesinin katili olmak zorunda kalan dokuz yaşındaki Hasan’ın hikâyesi çarptı beni. Hikâyesini bildiğim ama okumadığım bir Yaşar Kemal anlatısıydı.  Yaşar Kemal edebiyatında ayrı bir yeri olan çocukların nasıl çocuk olamadıklarını, küçük yaşlardan itibaren toplumsal kabullerin içinde yetiştikleri için kendileri kalamadıklarını çarpıcı bir destan diliyle anlatıyor Yaşar Kemal. Her zamanki gürül gürül Türkçesi ve büyülü benzetmeleriyle. Bence onu anlatmak için çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Her zaman okunması gereken büyük bir yazar ve aydın Yaşar Kemal. Birkaç kere katıldığım Yazıdan Söze adlı radyo programında Yaşar Kemal üzerine konuşmak da hayatımda iz bırakacak değerli anlardan biri oldu 2018'de. 


10. Neval El Seddavi, Sıfır Noktasındaki Kadın: Metis’in en çok baskı yapan kitaplarından biri olan bu eser, bende büyük bir merak uyandırmıştı ama bitirdiğimde çok da etkilenmediğimi söyleyebilirim. Mısırlı fahişe Firdevs’in idam edilmeden kısa bir süre önce ölüm hücresinde bir gazeteciye anlattığı hayat hikâyesi bu kısa romanın kurgusunu oluşturuyor. Gerçek bir hikâyenin anlatıldığı kitabın başındaki yazıda da belirtilmiş. Hikâyesi çarpıcı belki ama Seddavi’nin çok da büyük bir yazarlık yeteneğine sahip olduğu söylenemez bence. Kitap Orta Doğu’da kadın olmanın zorluklarını içten ve sansürsüz bir dille anlattığı için bu kadar okunuyor sanırım. İnsan hakikaten Firdevs için üzülüyor. Çocukluğundan kadınlığını idrak ettiği yaşa kadar geçen sürede başına gelmeyen kalmamış. En çok da en yakınları tarafından mağdur edilmiş. Çünkü Louis Aragon’un şiirine gönderme yaparak söylersek, göğsümüze bastırırken kırıyoruz en sevdiklerimizi. Her yönüyle zor bir hayat. 

Bu arada önerilerimden hareketle kitapları okuyanlar vardır umarım. Yoksa Oğuz Atay tavrıyla, "ben buradayım sen neredesin ey blog okuru" diyeceğim :) Aralık ve Ocak okumalarında görüşmek üzere, iyi edebiyatlı bir 2019 yılı dilerim.