Baden Baden’den
ayrıldıktan sonra Fransa topraklarına girip Brüksel’le birlikte Avrupa başkenti
unvanını taşıyan Strasbourg’a
(Almancası Strazburg) ulaşıyoruz. Gerçi Almanya’da mıyız yoksa Fransa’da mı,
pek belli olmuyor; çünkü Strasbourg tarih kitaplarında ismini sıkça duyduğumuz
ve iki ülke arasında anlaşmazlıklara neden olan Alsas- Loren bölgesinde
bulunuyor. I. Dünya Savaşı’ndan sonra çoğu Alman olan bölge halkı Fransa’nın
idaresi altına girmek istemiş. Hem Almanca hem de Fransızcanın konuşulduğu
şehirde iki kültürün izlerine de rastlamak mümkün. İsimler Almancayken soy
isimler Fransızca olabiliyor örneğin. Ya da Almanca bir şey sorduğunuzda cevap
Fransızca gelebiliyor.
Şehre akşam saatlerinde giriş yapıyoruz. Şehrin yeni kısmında birçok inşaat alanı var. Avrupa Birliği ve Avrupa Parlamentosu’na ait yeni yeni binalar yapılıyor. Şehrin bu yüzü oldukça ciddi. Sokaklarda takım elbiseleriyle yürüyen insanlar görüyoruz. İnsan Hakları Mahkemesi de yine bu şehirde bulunuyor. Meraklıları bu binaları dışarıdan görebilir. Strasbourg aynı zamanda en büyük ve en güzel Noel pazarlarından birinin kurulduğu yermiş. Noel zamanında şehir daha da renkleniyormuş.
Bavulları otele
bırakıp kısa bir şehir turu yapıyoruz. Şehrin eski merkezi çok büyük bir yer değil
Meydandaki Notre Dame Katedrali turistik noktaların başlangıcı. Birçok kişi geceleyin
ışıklandırılmış olan katedralin fotoğrafını çekiyor. Yalnız katedral oldukça
uzun olduğu için yere eğilip çekmek gerekiyor. Katedralin mimarisi gerçekten
göz kamaştırıcı. Katedralin yakınında bulunan ve iri cüsseli insanların tasvir
edildiği heykellerin benzerleri şehrin farklı yerlerinde karşımıza çıktı.
Bunlar katedralin yapılışının bilmem kaçıncı yılını kutlamak için Alman bir
sanatçı tarafından hazırlanmış. Daima burada duracaklar mı bilmiyorum ama oldukça
şirin görünüyorlardı.
Ertesi günün
tamamını Strasbourg’da geçiriyoruz. Burada en beğendiğim yer Petite France.
Yani Küçük Fransa bölgesi. Adından da anlaşılabileceği gibi oldukça küçük bir
alanı kapsıyor. L’ill nehrinin etrafına dizilmiş ve ahşap malzeme kullanılarak
yapılmış evler oldukça güzel. Evlerin hepsi rengârenk çiçeklerle kaplı. Biz bu
bölgeyi birkaç defa turlayıp birbirinden güzel fotoğraflar çektik. Eskiden bu
evlerin bir kısmı dericilere bir kısmı da değirmencilere aitmiş; çünkü suya
ihtiyacı olan bu meslek grupları nehrin suyundan yararlanıyorlarmış. Evlerin
birçoğu restoran olarak kullanılıyor. Gündüz saatlerinde kapalı olan bu
mekânlar akşamüzeri yavaş yavaş açılmaya başlıyor. İçlerinde oldukça otantik
görünümlü olanlar var. Buranın soğan çorbası ve ördek eti meşhurmuş. Bizde pek
bulunmayan ördek etinin fiyatı makul.
Denemekte yarar var. Biz Petit France’ın tam ortasındaki köprünün kenarında
bulunan merkezî bir lokantada ördek eti yedik. Ördek eti haşlanmış patatesle
servis ediliyor. Meşhur soğan çorbasını ise tadamadık. Çünkü Avrupa’da
istediğiniz her saatte gidip restorana oturamıyorsunuz. Öğle ve akşam
yemeklerinin belli saatleri var. Biz öğlen soğan çorbası zamanını kaçırmışız
maalesef, sonradan öğrendik. Şehirdeki pastanelerin vitrinlerinde birbirinden
güzel tatlılar sergileniyor. Tabii ki meşhur Fransız tatlılarından yiyoruz J
Strasbourg’da
hem katedral bölgesinde hem de Petite France’ta çeşitli mağazalar ve hediyelik
eşyalar satan dükkânlar bulunuyor. Birçok yerde Alsas-Loren bölgesinin simgesi
olan leylek motifli ürünlerle karşılaşmak mümkün. Le Petit France’taki evlerin
tepelerinde de leylek yuvaları görebilirsiniz. Bunun için öncelikle kafanızı
kaldırmanız gerek. Katedral Meydanı’nda yer alan Kammerzell Evi, şehrin en eski
binası diye biliniyor. Gutenberg Meydanı’nda matbaayı icat eden Gutenberg’in
heykeli ile güzel bir atlıkarınca var.Strasbourg’un sokakları ile caddelerinde
çok sayıda lüks mağazayla da karşılaşıyorsunuz. Giyimden, aksesuara kadar
birçok ünlü markanın mağazasına girip alışveriş yapabilirsiniz.
Strasbourg’da
nehir üzerinde tekne turu yapmak şart değil ama şehri bir de nehir üzerinde
görmek isterseniz tercih edilebilir. Biz yaklaşık 45 dakika süren bir tura
katıldık. Yukarıda bahsettiğim ciddi binalar nehir turunda daha iyi görülüyor.
Bazı yerlerde suyun alçalması için beklenirken bazen de tam tersi suyun
yükselmesi için teknenin ilerleyişine ara veriliyor.
Petit France’ın
romantik havası haricinde Strasbourg’da fazla bir şey yok bence. Bir gün içinde
rahatlıkla gezilebilir. Şehirde birçok Türk’le de karşılaştık. Türklerin ilgi
gösterdiği bir şehir burası. Kürt nüfusu da bir hayli fazla. Köprülerin
üzerinde Kürtçe yazılar vardı kimi yerlerde. Burada dikkatimi çeken başka bir
şey de köprü altlarında yaşayan birçok evsiz olması. Bürokrasinin şehri olan
Strasbourg’un öbür yüzünde başka başka hayat hikâyeleri var. Yoksulluk her
yerde karşınıza çıkabiliyor. Görkemli binalarla köprü altlarını bir arada
düşünmek bu dünyanın adaletsizliğine sövmenize neden oluyor.
Alsas,
şaraplarıyla ünlü ve Şarap Yolu olarak adlandırılan bir bölgede yer alıyor.
Burada Michelin yıldızına sahip birçok lokanta varmış ve kendi çiftliklerinde
yetiştirilen ürünleri kullanıyorlarmış. Bilindiği gibi Fransızlar yeme-içme
mevzusuna oldukça düşkünler. Yöre halkı da doğal besinleri tercih ettiği için
peynirini çiftlikten, şarabını bağdan alıyormuş. Bizim için biraz lüks
sayılabilecek bir durum.
Strasbourg’dan
sonra Şarap Yolu üzerinde ilerleyip meşhur Colmar
kasabasına uğruyoruz. Colmar programımıza sonradan dâhil edildiği için
mutluyum. Colmar’la ilgili bir belgesel izlediğimden beri burayı çok merak
ediyordum. Kasabaya çok erken bir saatte vardığımız için ortalık sessiz.
Kasabanın girişine Özgürlük Heykeli’nin küçük bir benzerini koymuşlar. Heykeli
yapan Bartholdi, Colmarlı’ymış. Colmar oldukça küçük bir kasaba ama gerçekten
göz kamaştırıyor. O kadar muhteşem bir görselliği var ki gerçek değilmiş gibi
duruyor. Yani ya bir film setindesiniz ya da bir kartpostalın içinde.
Strasbourg’un küçük bir benzeri sanki ama ondan daha ihtişamlı. Burada da tablo;
nehir, köprüler, ahşap desenli evler ve her yerden sarkan çiçekler ile
tamamlanıyor. Strasbourg’un Küçük Fransa’sı varsa Colmar’ın da Küçük Venedik’i
var. Burada kanal turu yapabilir, etraftaki kafe ve lokantalara
oturabilirsiniz. Bizim çok zamanımız olmadığı için ben sürekli fotoğraf
çekmekle uğraştım ve Petit Venice’i birkaç kez turladım. Benim gibi fotoğraf
meraklısı biriyseniz buranın her köşesinde bir fotoğrafınız olsun
isteyebilirsiniz. Bir ara etrafımıza bakarken balkonlardan birinde kahve içen
bir teyze gördük. Biz manzaranın güzelliği karşısında şaşkına dönmüşken o, bu
güzelliği görmeye alışkın gözlerle sakin sakin etrafı izliyordu. Bir an için
hepimiz onun yerinde olmak istedik galiba.
Colmar’daki bir
pazardan Fransız peynirleri ile şarap aldık. Buradan ayrılırken kasabanın
dışındaki bir alışveriş bölgesine uğradık. Fransızlar büyük alışveriş merkezlerinin
şehrin ortasına kurulmasına izin vermiyormuş. Bu alışveriş ve mobilya
mağazaları için ticaret merkezi denilen ayrı bir bölge oluşturuluyormuş. Benim
gibi Avrupa’nın en çok alışveriş merkezine sahip şehrinde yaşıyorsanız bu durum
pek hoşunuza gitmeyebilir tabii!!
Colmar’a
konaklamalı olarak gelmeyi aklıma koymuşken Şarap Yolu’nu takiben yola devam
ediyoruz. Şarap tadımı turlarının yapıldığı bu bölgede birçok kasaba bulunuyor.
Biz İsviçre’ye doğru gittiğimiz için bağlara bakmakla yetiniyoruz. İsviçre’deki
durağımız Zürih; ancak burada bir günümüz var yalnızca. Bilindiği gibi İsviçre
Avrupa’da hayat standartlarının en yüksek olduğu şehir. İnsan buraya dair daha
çok bilgi edinmek istiyor ama şimdilik kısa bir şehir turuyla idare edelim.
Zürih, Limmat nehri ile Zürih Gölü’nün
birleştiği bir noktada kurulmuş. Şehre girdiğinizde göle mi nehir manzarasına
mı bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Zürih’te dünyanın her yerinden insanlar var.
Çekik gözlülerin fazla olması dikkatimi çekmişti. Rehber İsviçreli erkeklerin
son yıllarda Asyalı kadınlarla, özellikle Taylandlılarla evlendiklerini
söyledi. İsviçre’nin refah içinde yaşayan insanları güneşsiz günlerden bunalıp
“ay ne yapsak acaba” diye düşünürlerken çareyi gönüllerini Tayland’ın egzotik
güzellerine kaptırmakta bulmuşlar. İsviçreliler o kadar zengin ki yılın farklı
dönemlerini istedikleri ülkelerde geçirebiliyorlar. Her zaman çalışmak zorunda
değiller. Savaşlara katılmayan ve politik meselerle ilgilenmeyen İsviçre,
zenginliğini kendisini diğer ülkelerden izole etmesine borçlu. Paralarının
kendi ülkelerinde kalmasını isteyen İsviçreliler başka ülkelere gidip alışveriş
yapmaktansa paralarını ülkelerinde harcamayı tercih ediyorlarmış. İsviçre, AB
üyesi değil. Ülkenin para birimi İsviçre frangı. Birçok yerde Euro da kabul ediliyor
ama frank kullanmak daha kârlı.
İsviçre’de en
çok hoşuma giden şeylerden biri bireye önem veriyor olmaları. Bu bireycilik
onları zaman zaman yalnızlığa ve bunalıma sürüklese de başkalarının hayatlarına
müdahalede bulunmuyorlar. İsviçreliler herkesle samimi olup muhabbet eder ama
özel hayatlarından bahsetmezlermiş çoğunlukla. Sakin, kendi hâllerinde bir
hayat sürmekten hoşlanırlarmış. Hayatlarında en çok zaman ayırdıkları şeylerden
biri kayak. Hafta sonlarını genellikle Alplerdeki kayak merkezlerinde
geçiriyorlarmış. Limmat Nehri’nde yüzmek de popüler bir faaliyetmiş.
Zürih’e
vardığımızda hava soğuk ve rüzgarlı. Üstelik gezimizin sonralarına geldiğimiz
için ayaklarımı zor sürüklüyorum yorgunluktan. Şehrin merkezini şöyle bir
geziyoruz. Banhoffstrasse caddesinde lüks dükkânlar var. Buranın sosyetik
havasını sevmiyorum. Hem o meşhuuur İsviçre saatlerine o kadar para vermeye
değer mi hiç! Buradan ayrılıp gölü takip ederek eski şehri geziyoruz. Buradaki
meşhur binaların ve kiliselerin önünde fotoğraf çekiyoruz. Birçok yerde inşaat
var. Bazı sokaklara girilmiyor. Yemek yiyecek doğru düzgün bir yer bulamıyoruz.
Fiyatlar oldukça pahalı. Bir yerden atıştırmalık sandviç alıyorum. İçine turp
ve kabak gibi sebzeler de koymuşlar, gayet lezzetli. Göl kenarındaki bir kafede
kahve içiyoruz. Sonra kısa süreli bir merkez turu daha. Zaten şehirde pek
gezecek bir yer yok. Bir tepedeki parka oturup Zürih’e yukarıdan bakıyoruz. İsviçre
deyince niye çikolatadan bahsetmedin diyenler olabilir. Ben Belçika
çikolatalarından ziyade İsviçre çikolatalarını severim ama yol üstündeki bir
benzincide daha ucuza Lindt bulmak varken burada alışveriş yapmaya hiç gerek yok.
İsviçre’nin
havası, suyu çok güzel ama Zürih bana biraz soğuk ve kasıntı bir şehir gibi
geldi. Ertesi gün Schaffhausen’e doğru yola çıktığımızda daha mutlu oluyorum
çünkü inanılmaz doğa manzaralarıyla karşılaşıyoruz. Şehirden uzaklaşıp doğaya
sığınmak daha mutlu ediyor insanı bazen. Al sana kaçış teması!
Biz artık dönüş
yolundayız. Ne görsek kârdır diye düşünüp etrafımı dikkatle izliyorum.
Gezme-görme konusunda son derece tutkulu biri olduğum için “tüh bu gölü
göremedik”, “vah şu manzaranın tadını çıkaramadık” diye içimden söyleniyorum. Zürih’e
gelme planınız varsa mutlaka yakınlarındaki şehirlere de zaman ayırın. Trenle
kısa sürede gelinebilecek bu şehirler oldukça güzel. Zürih’e yaklaşıp bir saat
mesafede olan Schaffhausen’e
vardığımızda Avrupa’nın en büyük şelalesi olarak geçen Rhein Şelalesi’ni
görüyoruz. Şelalenin döküldüğü yeri tam göremiyoruz ama küçük bir bölümünde
gezinti yapıyoruz. Güneş ışınları şelaleyi aydınlatsa da hava soğuk. Sular
gürültüyle akıyor, etraftaki diğer sesler duyulmuyor. Burada yarım saatimiz
vardı. O yüzden ben hızlı bir tur attım. Suların etrafında yürümek çok eğlenceliydi.
Ardından Almanya’ya
doğru devam ettik. Konstanz (Bodensee de deniyor) Gölü yol boyunca bize eşlik
etti. Burada her yerde bir göl ya da nehir var zaten. Konstanz Gölü hem Almanya
hem de İsviçre’den geçiyor. Sanırım biz yine ülke değiştiriyoruz ve yine
anlaşılmıyor J
Havaalanına gitmeden önce bu göle daha yakından bakabilmek için Friedrichschafen şehri yakınlarındaki Meersburg kasabasına uğruyoruz. Küçük,
hoş bir Ortaçağ kasabası. Kasabanın sırtlarında üzüm bağları var. Meyveleriyle
ünlü bu bölgede buraya özgü bir elma yetiştiriliyormuş bir de. Bölgede
kaplıcalar da var. Yani kısacası tarih, doğa, sağlık, ne ararsanız var bu küçük
kasabada. Şehrin meydanı Marktplatz oldukça şirin. Bu meydanda ve göl kenarında
yürüyoruz.
Veee son durak
Almanya’daki Friedrichschafen Havaalanı.
Küçük ve sakin bir yer. Zürih’e
giderseniz buradan dönüş yapabilirsiniz. Fiyat da daha uygun tabii.
Almancılarımız da burayı kullanıyormuş ucuz olduğu için.
“Başlayan her
şey biter” demiş Seneca. Ben Alsas, Alpler ve Bavyera temalı turumuzu çok
sevdim. Çok güzel yerler gördüm, ilk defa annemi tek başıma bir yerlere
götürdüm ve güzel insanlarla tanıştım. Rehberimiz Gülay Hanım hem çok bilgili
hem de eğlenceli biriydi. Burada paylaştığım bazı şeyleri ondan öğrendim. Strasbourg’da
gezi sırasında tanıştığımız Filiz ve Hatice Hanımlar ile oldukça keyifli vakit
geçirdik, bol bol güldük. Hatta imkânsızı başarıp Petit France’ı ararken
kaybolduk. Zürih’te de aynı ekiple gittiğimiz bir restoranda milliyetçi
duygularımız kabardığı için neredeyse olay çıkarıyorduk J Bu yazı dizisini bitirmeden
bu kısa anektodları paylaşmadan edemedim.
İnsan ömrü öyle pek
de uzun değil. Her istediğimizi gerçekleştirmeye zaman bulamayabiliriz yolun
sonuna geldiğimizde. Ben bu gezim sırasında da birçok hayal kurdum yine. İnsan
hayal kurmadan edemiyor neticede.
Bir sonraki rota
neresi? Ben de merak ediyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder