21 Eylül 2016 Çarşamba

Türkiye’de Gezip Gördüm 1: Çeşme ve Çevresi

İzmir ve çevresini içeren bir geziye çıkma fikri uzun yıllardan beri aklımdaydı. Daha önce İzmir merkezi gezmiş, Seferihisar ve Şirince’de katıldığım iki edebiyat etkinliği sayesinde bu güzel yerleri görmüştüm. Eylülün başında istikâmet Çeşme ve çevresi oldu. Maaile arabaya atladık, sekiz saatte İzmir’e ulaştık. Urla ve Karaburun’u da gezi planımıza dâhil edip bir yarımada oluşturan ilçe ve köyleri keşfe çıktık.  

Konaklamayı Alaçatı’da yapmayı tercih ettik. Alaçatı popülerliği nedeniyle merak ettiğimiz bir yerdi ama kime sorsak burasıyla ilgili olumsuz şeyler duyduk. Bu yüzden Alaçatı’da konaklamanın iyi bir seçenek olup olmadığını yaşayarak görecektik. Zaten bizim amacımız taş bir otelde kalmak ve tatilin keyfini çıkarmaktı. Otelimiz, yaklaşık yedi-sekiz ay önce açılan ve Hacımemiş mahallesinde bulunan Peremere Otel’di. On beş odalı, havuzlu, çocuk kabul eden, şirin, zevkle döşenmiş bir otel. Alaçatı merkeze yürüme mesafesinde ama merkezin kalabalığından da uzak. Sabah kuş sesleriyle uyanıyorsunuz. Alaçatı’daki butik otellerin konaklama ücreti oda+ kahvaltıyı içeriyor. Bir de hemen hepsinde beş çayı ikramları var. Yiyecekler bizzat otel sahipleri tarafından hazırlanıyor. Ürünler de bölgeye ait, doğal ve lezzetli. Biz oteli çok sevdik ama otelde pek vakit geçiremedik. Eee İzmir’e her gün gelinmiyor ne de olsa. Etrafı keşfetmek gerek.

Önce şu magazin programlarında (Pazar kahvaltısında izliyorum valla :)) sıkça gördüğümüz Alaçatı sokaklarından başlayalım. Bodrum’u görmediğim için kıyaslama yapamam ama bildiğimiz gibi burası popülerlik açısından son zamanlarda Bodrum’la yarışıyor. Çoğu insanda parası olan ve gösteriş yapmak isteyenlerin soluğu ya Bodrum’da ya da Çeşme’de aldıklarına dair bir algı var. Biz eylülde, sakin bir dönemde Alaçatı’da olduğumuz için öyle abartılı bir kalabalıkla karşılamadık ama özellikle temmuz ve ağustos aylarında sokaklarda zor yürünüyormuş. Yani insanların birçoğu meraktan buraya geliyor olabilir ama benim gözlemlediğim kadarıyla her kesimden insan vardı Alaçatı’da. Birkaç dizi oyuncusunu da saymazsak ünlü falan da görmedim :) 

Alaçatı’ya gelenlerin sosyolojik yapısına dair tespitleri bir yana bırakırsak burasıyla ilgili duyduğumuz diğer şey restoranların pahalı olmasıydı. Aslında bunun gerçeklik payı yok değil ama çok lüks restoranlara gitmezseniz paranız cebinizde kalıyor. Merkezin hemen girişindeki Kumrucu Şevki’de on liraya kumru yiyebilirsiniz mesela. Pahalı mekânlar dışarıdan belli oluyor zaten. Ankara ve İstanbul’da da kaliteli ve değişik yemekler yiyebileceğiniz restoranlar da pahalıdır. O yüzden bu konu bana biraz abartılmış gibi geldi ama bazı restoranlarda yemek yiyebilmek için aylar önceden rezervasyon yaptıranlar varmış. Biz Zeytin Dalı diye küçük bir aile işletmesinde Ege yemeklerinin ve mezelerinin tadına baktık. Enginarlı pilav, kabak çiçeği dolması ve enginar kızartması oldukça lezzetliydi. Alaçatı’da birçok restoranın isminin ot ve sebze isimlerinden meydana gelmesi de dikkatlerden kaçmadı. Bir de yine merkezin görece tenha bir yerinde olan Avrasya isimli esnaf lokantasının yemeklerini tavsiye ederim. Popüler bir mekân olmasına rağmen fiyatlar yine uygundu. Ezo gelin çorbasını pek sevmememe rağmen ilk kez bayıla bayıla içtim. Arapsaçı diye bir ot türü denedim ilk defa. Görüntüsü hakikaten saça benzediğinden sanırım pek yiyemedim doğrusu. Alaçatı’nın meşhur sakızlı muhallebisi de pek güzeldi.

Yemekten sonra attık kendimizi Alaçatı sokaklarına. Arnavut kaldırımlı taş sokaklar, taş binalar, evlerden sarkan çiçekler, şirin mi şirin kafeler benim hoşuma gitti doğrusu. Bu tarz estetik görüntüler beni hep memnun eder, o yüzden sokaklarda vakit geçirmek eğlenceliydi. Özellikle Hacımemiş mahallesindeki antikacıları, butikleri ve hediyelik eşya satan dükkânları gezmek keyifliydi.
Alaçatı’da kaldığımız son gün cumartesi pazarı kurulduğu için meşhur pazarı görmeden gidemezdik. Pazar, giyim-kuşam ve yiyecek satanların bulunduğu iki kısma ayrılmış. Biz tabii ki yiyecek kısmını gezdik. Burada sebze, meyve dışında Ege’de yetişen otlar, zeytin türleri ve zeytinyağı, peynir gibi ürünleri bulabilirsiniz. Bir de Alaçatı’nın her yerinde görebileceğiniz lavantaları tabii. Ünlü reçelci Niko’dan birkaç reçel aldık. Pazar bütün gün gezilebilirdi. Oldukça kalabalık ve renkliydi.

Çeşme merkezi gezmeye bir gün ayırdık ve bence yeterliydi. Marina civarı oldukça kalabalıktı ve her mekândan ayrı bir müzik sesi geliyordu. Arabesk ezgilere Türk sanat musikisi karışıyordu. Çeşme’nin meşhur kumrusunun tadına baktık. Biraz önce bahsettiğim Kumrucu Şevki’nin birçok şubesi var ama hepsinde aynı lezzeti bulamıyorsunuz sanırım. Çeşme merkezde yediğimiz kumru diğerlerine göre daha iyiydi. Bir de yine Alaçatı’da da bulunan İmren Tatlıcısı’nı tavsiye listenize ekleyin lütfen tatlı severler.

İmren Alaçatı Tatlıcısı'ndan bir kare

Tatil sırasında sahil tercimiz Çeşme’deki Ilıca plajından yana oldu. Ilıca’nın denizi sığ, suyu kimi yerlerde soğuk, kimi yerlerdeyse sıcak. Çeşme’de Altınkum, Pırlanta, Çiftlikköy gibi halk plajlarının olduğu başka koylar da var ama bunların arasında en iyisi Ilıca’ydı. Yasalara aykırı olmasına rağmen Alaçatı, tamamen beach’lerle istila edilmiş. Çark adı verilen bir halk plajı varsa da çok küçük burası. Beach’lere giriş ücreti 50-60 liradan başlıyormuş. Doğanın nimetlerinden yararlanmak için para vereceğiz yani. Hiç anlamadığım bir şey. Haberlerde “denize girmek için para ödemeniz gerekmiyor” diye haberler yapılsa da gerçek böyle değil maalesef. Üstelik her birinden dumtıs dumtıs piyasa müziği sesleri yükseliyor.

Bu kadar yeme-içme muhabbeti yeter diyorsanız gelelim sakin sayfiye ilçesi Urla’ya. Nedense Urla’yı daha turistik bir yer olarak düşünmüştüm ama burası daha çok orta kesimin yaşadığı büyük bir ilçeymiş. Son yıllarda Ankara ve İstanbul’dan yaşamaktan bıkanlar buraya yerleşmeye başlamış. Çeşme’ye gelmişken bir de burayı göreyim diyorsanız uğrayabilirsiniz ama pek görülecek bir şey yok Urla’da. Mevsiminde giderseniz bağlara gidip şarap tadımı yapabilirsiniz. Biz, Urla gezisine Sanat Sokağı’ndan başlayalım dedik. Eski ve taş binaların olduğu bir sokağın sanatsal mekânlara ve kafelere ayrıldığını duyunca meraklanmıştım. Meğer birkaç aydır sokakta restorasyon varmış. Bizimkileri tozun toprağın içine sokunca azarı işittim ama böyle bir sokak oluşturulması fikri hoşuma gitti. Burayı gördükten sonra iskeleye indik. Burasını Bursa’daki Tirilye’ye benzettim biraz. Etrafı dolaşıp, iskeledeki bir restoranda soluklandıktan sonra Urla katmerini yemek için bir pastaneye gittik.

Urla iskelesi

Urla Sanat Sokağı'nda bulunan bir bakkaliye

Gezimizin dördüncü gününde istikâmet yarımadanın en ucuna, Karaburun’a doğru yol almaktı. Karaburun, Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı kitabında Börklüce Mustafa’nın Osmanlıya karşı isyan başlattığı yer. Bir de yıllar önce okuduğum Mehmet Eroğlu romanı Düş Kırgınları Karaburun’da yaşanan bir aşkı merkeze alıyordu. Edebiyatçılara da ilham vermiş olan Karaburun, nasıl bir yerdi acaba?

İnternetteki yorumlardan Karaburun’a giden yolların bozuk ve çok virajlı olduğunu okumuştum. Çoğu kişi eğer yol sıkıntısını göze alabilecekseniz Karaburun’a gidin yazıyordu. Yol hakikaten virajlı ama abartıldığı gibi çekilmeyecek bir tarafı da yok. Üstelik yol boyunca müthiş manzaralarla karşılaşıyorsunuz. 2013 yılında Karaburun’un merkezle bağlantısını sağlamak için Mordoğan ilçesine kadar gelen asfalt yol yapılmış. Mordoğan’dan sonra yol, tek şeride inip daralıyor; dikkatli gitmekte fayda var. Ekşi Sözlük’te “yolu çok bozuk aman Karaburun’a gitmeyin” diyenlerin bir amacı da buranın keşfedilmesini engellemek aslında. Karaburun, bakir doğası ve sert iklim koşullarıyla dikkat çeken bir yer. Şehrin kalabalığından uzakta kendinizi ve doğayı dinleyebilirsiniz. Ancak son yıllarda Karaburun’a yeni evler ve yazlıklar yapılmaya, rüzgâr gülü dikmek için ağaçlar kesilmeye başlayınca bölgenin dokusu doğallığını yitirmeye başlamış. Karaburun’u sevenler buraya dokunulmasın istiyor. Biz İzmir’den döndükten birkaç gün sonra Karaburun’da yangın çıktığı haberini okudum. Birilerinin bu bölgede gerçekten gözü var galiba. Doğallığı bozulmamış tek yer bırakılmasın istiyor yeşilsevmez, betonseverler.

Karaburun’un lodosu ve poyrazı çok olurmuş (ben rüzgâr çeşitlerinden anlamam hiç, google’a sordum). Biz gittiğimizde de hava rüzgârlıydı. Denize girmek için pek uygun bir yer olmayabilir bu yüzden. Karaburun’da bir gün geçireceğimiz için kısa bir keşif turu yaptık kendimizce. Önce ilçeye yukarıdan bakan bir çay bahçesinde -Nergis Cafe- mola verdik:  Sonra koylara bir göz atalım dedik. Burada küçük küçük birçok koy varmış. Bodrum Koyu ile İncirlikoy’a gittik. İncirli Koy’da sanırım belediye tarafından güzel bir düzenleme yapılmış. Renkli şezlonglar, çimen ekilen bir alana konulmuştu. Çok temiz ve bakımlıydı. Karaburun merkez iskelesi oldukça rüzgârlıydı. İskelede güzel balık lokantaları sıralanmıştı. Akşam yemeğini önce burada yemeği planladık ama havayı görünce Karaburun’a gelirken gördüğümüz ve beğendiğimiz Balıklıova’daki bir balıkçıyı tercih ettik. Urla’ya bağlı olan Balıklıova çok güzel bir deniz manzarası sunuyordu ama hemen tripadvisor’a girip bulduğumuz ve yüksek puanlar alan bir balıkçı -Garip’in Yeri- tam bir hayal kırıklığıydı. Sonradan öğrendim ki Vedat Milor’a göre Türkiye’nin en iyi on balıkçısından biri Karaburun iskelesinde bulunuyormuş. Balıklıova tercihiyle hata yapmışız. Balıklıova’da çok güzel bir koy da vardı ama burayı kapatıp özel bir siteye tahsis etmişler. 

Karaburun’da on üç köy bulunuyormuş. Bunlardan biri olan Saip köyü, merkeze oldukça yakın. Köyün hemen girişindeki Saip Kır Kahvesi, Karaburun’a gidip gelenlerin uğrak yeri gibi. Burada oturup manzaranın tadını çıkarırken otlu börek yiyebilirsiniz. Kahveden ayrılırken mekânın sahiplerinden Nihal Hanım’ın yaptığı reçellerden alabilirsiniz. Gönül Karaburun’daki tüm köyleri bir bir gezmek isterdi ama vakit yok. Köylerden biri tamamen terk edilmiş. Eskiden burada yaşayan Rumlar evlerini bırakıp gidince köy harabeye dönmüş. Karaburun, tatilini ense yaparak geçirmek isteyenlerin sevebileceği bir yer değil. İklim koşullarına ayak uydururum, dinginlik ve sessizlik arıyorum diyorsanız eğer tam size göre. Zaten burada pek otel de yok. Daha çok pansiyonlarda konaklanıyor. Datça’ya benzettim ben biraz Karaburun’u.

Gezi sırasında en sevdiğim yerlerden biri Ilıca’ya 16 km uzakta olan Ildırı köyü oldu. Bu köyün adını önceden duymamıştım. Sağ olsunlar otel sahipleri önerdi burayı. Meğer Fatmagül’ün Suçu Ne dizisi burada çekilmiş. Diziden sonra köyü ziyaret edenlerin sayısı artmış. Şu anda da Fox Tv’de yayınlanan bir dizi çekilmekteymiş. Ildırı, eski bir Rum köyü ve antik dönemdeki adı Erythrai. Aslında köyün tamamı antik bir şehir gibi düşünülebilir; çünkü pek çok noktada kazı çalışmaları yapılıyor. Hatta bazı evler, ören yeri sınırının içinde kalmış.

Köyün girişinde kadınlar kendi yaptıkları ürünleri tezgâhlarına yaymışlar. Burada göçmen nüfusu fazla olduğu için satılan ürünler arasında göçmenlerin mutfağına özgü ürünler de vardı. Ildırı’nın enginarı meşhurmuş. Enginar desenli dekoratif eşyalar da satıyor kadınlar. 


Köy sokaklarında ve deniz kenarında biraz yürüyoruz. Köy küçük zaten, kısa sürede bitiyor yürüyüş. Evleri genelde mavi ve beyaza boyayarak güzel bir uyum yakalamışlar. Sokaklar temiz. Bir de uzun iplerle çapraz şekilde birbirine bağlanan sokak lambaları pek hoştu. Köyün girişinde güzel bir butik otel var. Kafe ve restoran sayısı fazla değil ama güzel yemekler yiyebileceğiniz şirin mekânlar var. Denizi gören bir konumda olan Şirin Cafe’de nar suyu içtik. Köyde birçok nar ağacı görmüştük yürüken. Akşam yemeğinde Ferruh’un Yeri adlı bir balıkçıda balık keyfi yaptık. Gece oldukça sakindi Ildırı’da. Çeşme’nin curcunasından eser yoktu.

Ildırı’yı pek bir sevince iki akşam üst üste gittik. Yolu da çok keyifliydi zaten. Birçok yazlığın olduğu, güzel manzaralı yerlerden geçiliyor. Bir de Çeşme’de her yol Ildırı’ya çıkıyor gibi. Nereye gitsek karşımıza Ildırı’ya kaç km kaldığını gösteren tabelalar vardı. Köye ikinci gidişimizde amacımız gün batımını izlemekti. Eğer buraya yolunuz düşerse mutlaka aynı şeyi siz de yapın, görüntü muhteşemdi. Fotoğraf meraklıları burayı sevecektir. Özellikle sahildeki minik balıkçı teknelerinin üzerine güneşin son ışıkları değerken güzel kareler yakalanabilir. 


Çeşme ve çevresine dair heybemde biriktirdiklerim bu kadar. Yemeye-içmeye meraklı bir keyif insanıysanız bence Alaçatı ve çevresini çok seversiniz. O yüzden doğallığı ve güzelliği bozulmadan mutlaka bir Alaçatı seyahati planlayın derim. Seneye İzmir’in başka güzelliklerini görebilme umuduyla yazıyı bitiriyorum :)

Son olarak ben :) Otelde keyif anları