İzmir ve
çevresini içeren bir geziye çıkma fikri uzun yıllardan beri aklımdaydı. Daha
önce İzmir merkezi gezmiş, Seferihisar ve Şirince’de katıldığım iki edebiyat
etkinliği sayesinde bu güzel yerleri görmüştüm. Eylülün başında istikâmet Çeşme
ve çevresi oldu. Maaile arabaya atladık, sekiz saatte İzmir’e ulaştık. Urla ve
Karaburun’u da gezi planımıza dâhil edip bir yarımada oluşturan ilçe ve köyleri
keşfe çıktık.
Konaklamayı
Alaçatı’da yapmayı tercih ettik. Alaçatı popülerliği nedeniyle merak ettiğimiz
bir yerdi ama kime sorsak burasıyla ilgili olumsuz şeyler duyduk. Bu yüzden
Alaçatı’da konaklamanın iyi bir seçenek olup olmadığını yaşayarak görecektik.
Zaten bizim amacımız taş bir otelde kalmak ve tatilin keyfini çıkarmaktı.
Otelimiz, yaklaşık yedi-sekiz ay önce açılan ve Hacımemiş mahallesinde bulunan Peremere Otel’di. On beş odalı, havuzlu,
çocuk kabul eden, şirin, zevkle döşenmiş bir otel. Alaçatı merkeze yürüme
mesafesinde ama merkezin kalabalığından da uzak. Sabah kuş sesleriyle
uyanıyorsunuz. Alaçatı’daki butik otellerin konaklama ücreti oda+ kahvaltıyı
içeriyor. Bir de hemen hepsinde beş çayı ikramları var. Yiyecekler bizzat otel
sahipleri tarafından hazırlanıyor. Ürünler de bölgeye ait, doğal ve lezzetli. Biz
oteli çok sevdik ama otelde pek vakit geçiremedik. Eee İzmir’e her gün
gelinmiyor ne de olsa. Etrafı keşfetmek gerek.
Önce şu magazin
programlarında (Pazar kahvaltısında izliyorum valla :)) sıkça gördüğümüz Alaçatı
sokaklarından başlayalım. Bodrum’u görmediğim için kıyaslama yapamam ama bildiğimiz
gibi burası popülerlik açısından son zamanlarda Bodrum’la yarışıyor. Çoğu
insanda parası olan ve gösteriş yapmak isteyenlerin soluğu ya Bodrum’da ya da
Çeşme’de aldıklarına dair bir algı var. Biz eylülde, sakin bir dönemde
Alaçatı’da olduğumuz için öyle abartılı bir kalabalıkla karşılamadık ama
özellikle temmuz ve ağustos aylarında sokaklarda zor yürünüyormuş. Yani
insanların birçoğu meraktan buraya geliyor olabilir ama benim gözlemlediğim
kadarıyla her kesimden insan vardı Alaçatı’da. Birkaç dizi oyuncusunu da saymazsak
ünlü falan da görmedim :)
Alaçatı’ya
gelenlerin sosyolojik yapısına dair tespitleri bir yana bırakırsak burasıyla ilgili
duyduğumuz diğer şey restoranların pahalı olmasıydı. Aslında bunun gerçeklik
payı yok değil ama çok lüks restoranlara gitmezseniz paranız cebinizde kalıyor.
Merkezin hemen girişindeki Kumrucu Şevki’de on liraya kumru yiyebilirsiniz
mesela. Pahalı mekânlar dışarıdan belli oluyor zaten. Ankara ve İstanbul’da da
kaliteli ve değişik yemekler yiyebileceğiniz restoranlar da pahalıdır. O yüzden
bu konu bana biraz abartılmış gibi geldi ama bazı restoranlarda yemek
yiyebilmek için aylar önceden rezervasyon yaptıranlar varmış. Biz Zeytin Dalı diye küçük bir aile
işletmesinde Ege yemeklerinin ve mezelerinin tadına baktık. Enginarlı pilav, kabak
çiçeği dolması ve enginar kızartması oldukça lezzetliydi. Alaçatı’da birçok
restoranın isminin ot ve sebze isimlerinden meydana gelmesi de dikkatlerden kaçmadı.
Bir de yine merkezin görece tenha bir yerinde olan Avrasya isimli esnaf lokantasının yemeklerini tavsiye ederim.
Popüler bir mekân olmasına rağmen fiyatlar yine uygundu. Ezo gelin çorbasını
pek sevmememe rağmen ilk kez bayıla bayıla içtim. Arapsaçı diye bir ot türü
denedim ilk defa. Görüntüsü hakikaten saça benzediğinden sanırım pek yiyemedim
doğrusu. Alaçatı’nın meşhur sakızlı muhallebisi de pek güzeldi.
Yemekten sonra
attık kendimizi Alaçatı sokaklarına. Arnavut kaldırımlı taş sokaklar, taş binalar,
evlerden sarkan çiçekler, şirin mi şirin kafeler benim hoşuma gitti doğrusu. Bu
tarz estetik görüntüler beni hep memnun eder, o yüzden sokaklarda vakit
geçirmek eğlenceliydi. Özellikle Hacımemiş mahallesindeki antikacıları,
butikleri ve hediyelik eşya satan dükkânları gezmek keyifliydi.
Alaçatı’da
kaldığımız son gün cumartesi pazarı kurulduğu için meşhur pazarı görmeden
gidemezdik. Pazar, giyim-kuşam ve yiyecek satanların bulunduğu iki kısma ayrılmış.
Biz tabii ki yiyecek kısmını gezdik. Burada sebze, meyve dışında Ege’de yetişen
otlar, zeytin türleri ve zeytinyağı, peynir gibi ürünleri bulabilirsiniz. Bir
de Alaçatı’nın her yerinde görebileceğiniz lavantaları tabii. Ünlü reçelci
Niko’dan birkaç reçel aldık. Pazar bütün gün gezilebilirdi. Oldukça kalabalık
ve renkliydi.
Çeşme merkezi gezmeye bir gün ayırdık
ve bence yeterliydi. Marina civarı oldukça kalabalıktı ve her mekândan ayrı bir
müzik sesi geliyordu. Arabesk ezgilere Türk sanat musikisi karışıyordu.
Çeşme’nin meşhur kumrusunun tadına baktık. Biraz önce bahsettiğim Kumrucu Şevki’nin birçok şubesi var ama
hepsinde aynı lezzeti bulamıyorsunuz sanırım. Çeşme merkezde yediğimiz kumru
diğerlerine göre daha iyiydi. Bir de yine Alaçatı’da da bulunan İmren Tatlıcısı’nı tavsiye listenize
ekleyin lütfen tatlı severler.
İmren Alaçatı Tatlıcısı'ndan bir kare |
Tatil sırasında
sahil tercimiz Çeşme’deki Ilıca
plajından yana oldu. Ilıca’nın denizi sığ, suyu kimi yerlerde soğuk, kimi
yerlerdeyse sıcak. Çeşme’de Altınkum, Pırlanta, Çiftlikköy gibi halk
plajlarının olduğu başka koylar da var ama bunların arasında en iyisi Ilıca’ydı.
Yasalara aykırı olmasına rağmen Alaçatı, tamamen beach’lerle istila edilmiş.
Çark adı verilen bir halk plajı varsa da çok küçük burası. Beach’lere giriş
ücreti 50-60 liradan başlıyormuş. Doğanın nimetlerinden yararlanmak için para
vereceğiz yani. Hiç anlamadığım bir şey. Haberlerde “denize girmek için para
ödemeniz gerekmiyor” diye haberler yapılsa da gerçek böyle değil maalesef. Üstelik
her birinden dumtıs dumtıs piyasa müziği sesleri yükseliyor.
Bu kadar
yeme-içme muhabbeti yeter diyorsanız gelelim sakin sayfiye ilçesi Urla’ya. Nedense Urla’yı daha turistik
bir yer olarak düşünmüştüm ama burası daha çok orta kesimin yaşadığı büyük bir
ilçeymiş. Son yıllarda Ankara ve İstanbul’dan yaşamaktan bıkanlar buraya
yerleşmeye başlamış. Çeşme’ye gelmişken bir de burayı göreyim diyorsanız
uğrayabilirsiniz ama pek görülecek bir şey yok Urla’da. Mevsiminde giderseniz bağlara
gidip şarap tadımı yapabilirsiniz. Biz, Urla gezisine Sanat Sokağı’ndan başlayalım dedik. Eski ve taş binaların olduğu
bir sokağın sanatsal mekânlara ve kafelere ayrıldığını duyunca meraklanmıştım.
Meğer birkaç aydır sokakta restorasyon varmış. Bizimkileri tozun toprağın içine
sokunca azarı işittim ama böyle bir sokak oluşturulması fikri hoşuma gitti.
Burayı gördükten sonra iskeleye indik. Burasını Bursa’daki Tirilye’ye benzettim
biraz. Etrafı dolaşıp, iskeledeki bir restoranda soluklandıktan sonra Urla
katmerini yemek için bir pastaneye gittik.
Urla iskelesi |
Urla Sanat Sokağı'nda bulunan bir bakkaliye |
Gezimizin
dördüncü gününde istikâmet yarımadanın en ucuna, Karaburun’a doğru yol almaktı. Karaburun, Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı kitabında
Börklüce Mustafa’nın Osmanlıya karşı isyan başlattığı yer. Bir de yıllar önce
okuduğum Mehmet Eroğlu romanı Düş
Kırgınları Karaburun’da yaşanan bir aşkı merkeze alıyordu. Edebiyatçılara
da ilham vermiş olan Karaburun, nasıl bir yerdi acaba?
İnternetteki yorumlardan Karaburun’a giden
yolların bozuk ve çok virajlı olduğunu okumuştum. Çoğu kişi eğer yol
sıkıntısını göze alabilecekseniz Karaburun’a gidin yazıyordu. Yol hakikaten
virajlı ama abartıldığı gibi çekilmeyecek bir tarafı da yok. Üstelik yol
boyunca müthiş manzaralarla karşılaşıyorsunuz. 2013 yılında Karaburun’un
merkezle bağlantısını sağlamak için Mordoğan ilçesine kadar gelen asfalt yol
yapılmış. Mordoğan’dan sonra yol, tek şeride inip daralıyor; dikkatli gitmekte
fayda var. Ekşi Sözlük’te “yolu çok bozuk aman Karaburun’a gitmeyin” diyenlerin
bir amacı da buranın keşfedilmesini engellemek aslında. Karaburun, bakir doğası
ve sert iklim koşullarıyla dikkat çeken bir yer. Şehrin kalabalığından uzakta
kendinizi ve doğayı dinleyebilirsiniz. Ancak son yıllarda Karaburun’a yeni
evler ve yazlıklar yapılmaya, rüzgâr gülü dikmek için ağaçlar kesilmeye
başlayınca bölgenin dokusu doğallığını yitirmeye başlamış. Karaburun’u sevenler
buraya dokunulmasın istiyor. Biz İzmir’den döndükten birkaç gün sonra Karaburun’da
yangın çıktığı haberini okudum. Birilerinin bu bölgede gerçekten gözü var
galiba. Doğallığı bozulmamış tek yer bırakılmasın istiyor yeşilsevmez,
betonseverler.
Karaburun’un
lodosu ve poyrazı çok olurmuş (ben rüzgâr çeşitlerinden anlamam hiç, google’a
sordum). Biz gittiğimizde de hava rüzgârlıydı. Denize girmek için pek uygun bir
yer olmayabilir bu yüzden. Karaburun’da bir gün geçireceğimiz için kısa bir
keşif turu yaptık kendimizce. Önce ilçeye yukarıdan bakan bir çay bahçesinde -Nergis Cafe- mola verdik: Sonra koylara bir göz atalım dedik. Burada
küçük küçük birçok koy varmış. Bodrum Koyu ile İncirlikoy’a gittik. İncirli
Koy’da sanırım belediye tarafından güzel bir düzenleme yapılmış. Renkli
şezlonglar, çimen ekilen bir alana konulmuştu. Çok temiz ve bakımlıydı. Karaburun
merkez iskelesi oldukça rüzgârlıydı. İskelede güzel balık lokantaları
sıralanmıştı. Akşam yemeğini önce burada yemeği planladık ama havayı görünce
Karaburun’a gelirken gördüğümüz ve beğendiğimiz Balıklıova’daki bir balıkçıyı
tercih ettik. Urla’ya bağlı olan Balıklıova çok güzel bir deniz manzarası
sunuyordu ama hemen tripadvisor’a girip bulduğumuz ve yüksek puanlar alan bir
balıkçı -Garip’in Yeri- tam bir hayal kırıklığıydı. Sonradan öğrendim ki Vedat
Milor’a göre Türkiye’nin en iyi on balıkçısından biri Karaburun iskelesinde
bulunuyormuş. Balıklıova tercihiyle hata yapmışız. Balıklıova’da çok güzel bir
koy da vardı ama burayı kapatıp özel bir siteye tahsis etmişler.
Karaburun’da on
üç köy bulunuyormuş. Bunlardan biri olan Saip köyü, merkeze oldukça yakın.
Köyün hemen girişindeki Saip Kır Kahvesi,
Karaburun’a gidip gelenlerin uğrak yeri gibi. Burada oturup manzaranın tadını
çıkarırken otlu börek yiyebilirsiniz. Kahveden ayrılırken mekânın sahiplerinden
Nihal Hanım’ın yaptığı reçellerden alabilirsiniz. Gönül Karaburun’daki tüm
köyleri bir bir gezmek isterdi ama vakit yok. Köylerden biri tamamen terk
edilmiş. Eskiden burada yaşayan Rumlar evlerini bırakıp gidince köy harabeye
dönmüş. Karaburun, tatilini ense yaparak geçirmek isteyenlerin sevebileceği bir
yer değil. İklim koşullarına ayak uydururum, dinginlik ve sessizlik arıyorum
diyorsanız eğer tam size göre. Zaten burada pek otel de yok. Daha çok pansiyonlarda
konaklanıyor. Datça’ya benzettim ben biraz Karaburun’u.
Gezi sırasında
en sevdiğim yerlerden biri Ilıca’ya 16 km uzakta olan Ildırı köyü oldu. Bu köyün adını önceden duymamıştım. Sağ olsunlar
otel sahipleri önerdi burayı. Meğer Fatmagül’ün Suçu Ne dizisi burada çekilmiş.
Diziden sonra köyü ziyaret edenlerin sayısı artmış. Şu anda da Fox Tv’de yayınlanan
bir dizi çekilmekteymiş. Ildırı, eski bir Rum köyü ve antik dönemdeki adı
Erythrai. Aslında köyün tamamı antik bir şehir gibi düşünülebilir; çünkü pek
çok noktada kazı çalışmaları yapılıyor. Hatta bazı evler, ören yeri sınırının
içinde kalmış.
Köyün girişinde
kadınlar kendi yaptıkları ürünleri tezgâhlarına yaymışlar. Burada göçmen nüfusu
fazla olduğu için satılan ürünler arasında göçmenlerin mutfağına özgü ürünler
de vardı. Ildırı’nın enginarı meşhurmuş. Enginar desenli dekoratif eşyalar da
satıyor kadınlar.
Köy sokaklarında
ve deniz kenarında biraz yürüyoruz. Köy küçük zaten, kısa sürede bitiyor
yürüyüş. Evleri genelde mavi ve beyaza boyayarak güzel bir uyum yakalamışlar.
Sokaklar temiz. Bir de uzun iplerle çapraz şekilde birbirine bağlanan sokak
lambaları pek hoştu. Köyün girişinde güzel bir butik otel var. Kafe ve restoran
sayısı fazla değil ama güzel yemekler yiyebileceğiniz şirin mekânlar var. Denizi
gören bir konumda olan Şirin Cafe’de
nar suyu içtik. Köyde birçok nar ağacı görmüştük yürüken. Akşam yemeğinde Ferruh’un Yeri adlı bir balıkçıda balık
keyfi yaptık. Gece oldukça sakindi Ildırı’da. Çeşme’nin curcunasından eser
yoktu.
Ildırı’yı pek
bir sevince iki akşam üst üste gittik. Yolu da çok keyifliydi zaten. Birçok
yazlığın olduğu, güzel manzaralı yerlerden geçiliyor. Bir de Çeşme’de her yol
Ildırı’ya çıkıyor gibi. Nereye gitsek karşımıza Ildırı’ya kaç km kaldığını
gösteren tabelalar vardı. Köye ikinci gidişimizde amacımız gün batımını izlemekti.
Eğer buraya yolunuz düşerse mutlaka aynı şeyi siz de yapın, görüntü muhteşemdi.
Fotoğraf meraklıları burayı sevecektir. Özellikle sahildeki minik balıkçı
teknelerinin üzerine güneşin son ışıkları değerken güzel kareler yakalanabilir.
Çeşme ve çevresine
dair heybemde biriktirdiklerim bu kadar. Yemeye-içmeye meraklı bir keyif
insanıysanız bence Alaçatı ve çevresini çok seversiniz. O yüzden doğallığı ve
güzelliği bozulmadan mutlaka bir Alaçatı seyahati planlayın derim. Seneye İzmir’in
başka güzelliklerini görebilme umuduyla yazıyı bitiriyorum :)
Son olarak ben :) Otelde keyif anları |