27 Nisan 2013 Cumartesi

Bahar sizi olmadık hayaller peşinde koşturacak; güzel, güneşli günler görebileceğinize inandıracak. Yüzünde gereksiz yere neşeli bir gülümseme büyüten çocuklar gibi olacaksınız. 

Bay C'ler olacak bu hayatta. Sizin Bayan B olduğunuzu fark edemeyen C'ler. Gereksiz harflerde dindirmeye çalışırken yalnızlığını gözünün önündeki B'yi göremeyen kör C'ler. Kalabalıklar arasında aradığın B benim. Eli paketlilerden olmayalım ama gel beraber olalım. Geçenlerde okuduğum bir romandaki gibi olsun hayatımız: Sen koltuğun bir ucuna otur, kitabını oku. Ben diğer ucuna oturayım. Sonra okuduğumuz kitaplardan cümleler paylaşalım birbirimizle. Tutamağı olalım birbirimizin. Başka da bir şey istemem demek isteyeceksiniz; ama diyemeyeceksiniz.

Mayısları sevmeyeceksiniz. Ömrünüzün son üç yılını hastanelerde geçirten bu ayın -yok artık daha olmaz derken- tekrar size hastaneleri, yalnızlık kokan o yerleri hatırlatmasından kurtulamayacaksınız. Üstelik siz tam da bu yalancı baharın yüzünden her şeyin güzel olacağını düşünürken kötü haberler alacaksınız.

Ve Oğuz Atay'ın cümlelerini hatırlayacaksınız devamlı: “iyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. ya da hiçbir şey çıkmaz.” 

Bay C'ler sizi fark etmeyecek, Oğuz Atay haklı çıkacak. Bahar yine bildiğini okuyacak. Yalancı bahar! 

23 Nisan 2013 Salı

Yalnızlığın Uğultusu


Bu yazıyı birkaç yıl önce yazmıştım. Değişen duygularım değil, yaşım oldu sadece. 

Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum.
Dağ gibi bir adamdı. Klasik bir benzetme cümlesi değil bu yalnızca. Geniş omuzları, uzun boyu ve kendinden emin duruşuyla dağ gibi bir adamdı. Asık suratlı, ciddi, gülmeyi bilmeyen, çocuğunu öpmekten, sarmaktan sakınan bir otorite figürü değil; aksine gezip tozmayı,  hareketliliği, farklılığı seven, bu dünyanın bütün nimetlerinden yararlanmak isteyen, yaşam enerjisiyle dolu bir adamdı.
Dağ gibi adam; amansız bir hastalığa yakalandı,  günden güne ufaldı. O; en sevdiği yemekten bile tat alamazken, bir gece olsun rahat uyumayı dilerken, biz sürdürülmesi gereken bir hayatın peşinde koşturup durduk. Hayat, bize kendi düzenine uymamızı emretmişti. Yapacak başka bir şeyimiz yoktu, hayatın akışına dahil olmak zorundaydık.
Ben küçücük bir kızdım o günlerde. Henüz, on sekiz yaşındaydım.
Şimdi yirmi yedi oldum ve dokuz yıldır körüm.

Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.
Kocaman bir çığlık duyuyorum. Benim sesim mi bu acaba? Kendi sesim bana bile yabancı. Merdivenin başında durduğumu hatırlıyorum. Ne kadar da safım. “Nereye götürüyorsunuz onu?” diye soruyorum. Birileri cevap vermeye çalışıyor bana; ama onları anlayamıyorum. Hiçbir işe yaramayan teselli sözcükleri duyuyorum, acıyan bakışlar hissediyorum üzerimde.

Ben o zamanlar yalnızlığı gece sanırdım.
Derin bir yalnızlık. Karanlık, rutubetli, pis kokulu bir kuyudayım sanki. Dışarı çıkmaya çalışıyorum ama başaramıyorum. Sen güçlü bir kızsın diyor herkes ağız birliği etmişçesine. Acın zamanla azalacak. Bu insanlar, dünyanın en büyük yalancıları ve zamanla hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyorlar. Kendilerini rahatlatmak amacındalar sadece ve benim bu saçma yalanlarla avunacağımı düşünüyorlar. Ben de zamanla acım azal-mış gibi yapıyorum; çünkü ben güçlü bir kızım!

yenilmiş bir orduydu babam. gündüz gidilmedik yerden gece dönen masalcı.
Sorarım sana ey masalcı, on sekiz yaşında ölüm denilen gerçekliğin soğuk yüzüyle tanışmış bir genç kız, geleceğe dair ümitler büyütebilir mi içinde? Bütün öğretmenler ilk önce “Evladım, baban ne iş yapıyor?” diye sorarken, arkadaşları babalarından bahsettikleri zaman  içi ezilirken, bir sözcüğü bir daha asla söyleyemeyeceğini bilirken yapabilir mi bunu masalcı?

Annem, babamın günahları için bir namaz yumağı hâlâ...
Ben, sanıldığı kadar güçlü değilim aslında; ama karşımda dünyanın en güçlü kadını var. Belki de bu gücü, sevdiği adamdan almıştır. Çoğu zaman kendim için üzülmeyi bırakıp onun için üzülürüm. O, rüzgara karşı dimdik durmaya çalışan bir ağaçtır benim için.

babam hep benim babamdır.
Bazen Proust’un kahramanı gibi çayıma bir parça madlen batırmak ve geçmişe dönmek isterim. Bardağın içinden fışkıran geçmişin güzel günleri, beni mutlu eder daima. Çünkü o günlerde henüz kör değilimdir ve babam, hep benim babamdır.

Not: Yukarıda italik yazıyla yazılmış mısralar; Cemal Süreya’nın Sizin Hiç Babanız Öldü mü?, Şükrü Erbaş’ın Aynı Yürek Lekesi ve Selim Temo’nun Babamın Uğultusu isimli şiirlerinden alınmıştır. 



17 Nisan 2013 Çarşamba

541 Diyalogları


Ankara'da yaşayanlar Eryaman'a ulaşımın hiç bitmeyen çileli bir yol olduğunu bilirler. Bilirler de yine de Eryaman'ın orta sınıf sakinliğinden ve huzurundan ayrılmaya pek niyetlenmezler. Eryaman dışından gelecek tanıdıklar çoğu zaman: "Abi o yol çekilir mi ya, İstanbul'a gitsek daha iyi." diyerek değerli zamanlarını otobüs yolculuklarına feda etmek istemeseler de burda bir Eryaman vardır uzakta. Gelmeyi göze alanları bin bir macera ve atraksiyon bekler. Biraz gözlem yeteneği olanlara roman bile yazdırır vallahi. Çeşitli insan portreleri ve ilginç diyaloglarla karşılaşırsınız. Yoksa siz Eryaman'da yaşayan pek çok yazar olduğunu bilmiyor musunuz hâlâ? 

On yıl boyunca Eryaman'ın çeşitli otobüslerinde ve dolmuşlarında duyduklarımı ve gördüklerimi naçizane şöyle nakledeyim efem. Aşağıda sıralayacağım şeyler arasında abartılı ve gerçeküstü unsurlar yoktur. Gerçeği abartma ve çarpıtma yeteneğim olsaydı oturup kurgusal metinler yazardım diğ mi? Yeteneğimi blog köşelerinde heba etmezdim. 

*Bilenler bilir Eryaman'da eskiden çift katlılara binmek diye bir şey vardı. Özellikle yağmurlu havalarda en öndeki koltukları kapmak için amansız bir mücadele verilir, en güzel manzarayı kapan kişi diğer yolculara yan gözle şöyle bir bakardı. 
*Eryaman yolculuğu n.ş.a.'da bir saat sürer. O bir saat içinde otobüste kavga çıkmaması ve seslerin yükselmemesi kıyamet alameti olarak görülebilir. Ya muavin yolcuya biletini vermemiştir, bir yolcu öğrenci olmadığı halde öğrenci bileti basıyordur, biri bir başkasının mahrem alanına girmiştir, ya da liseli bir kız müziğin sesini fazlaca açıp başkalarını rahatsız etmiştir. 
*Genellikle otobüslerimizde hastaymışçasına bayılma numarası yapan hanımteyzelerimiz vardır. E napsınlar gençlerimiz yaşlılara yer vermiyor artık. O kadar saat da ayakta çekilmez, el mahkum bu yaşta madara oluyor insan.
*"Sincan otobüsleri vızır vızır geçiyor.", "Saatlerdir ağaç olduk burada, gelen otobüslerin hiçbiri durmuyor.", "Şofeer bey o kadar el kaldırdık bir durmuyorsunuz yahu." gibi cümleler bizim hayatımızın bir parçasıdır artık. Bunları duymazsak "Hayırdır yahu, ne oluyor?"deriz.
* Muavinlere ne kadar kızsak da onlar da haklı aslında. O güzelim Türkçeleriyle sürekli aynı cümleleri tekrar etme istatistikleri tutulsa öğretmenleri bile geçerler: "Sağlı sollu yanaşalım.", "Bekleme yapmayalım.", "Abicim azıcık ilerleyiver, bak arkası boş.", "Ablacım o çantanı yere koyuver bir zahmet de insanlar ilerlesin."
* Genellikle günde birkaç defa Ankaramızın çeşitli ödüller almasına vesile olan belediye başkanlarına sevgi ve saygılarını iletir Eryaman halkı. Bu güzide semtimizden kendisine pek oy çıkmadığı için ulaşımda sorunlar yaşandığı görüşünde karar kılınır. Demokratik haklarını kullanıp ulaşım konusundaki şikayetlerini twitter'dan dile getirseler bari. Başkanları bir gün seslerini duyar belki.
* Bir keresinde bir yolcudan "Eryaman halkı ateisttir ya." gibi tuhaf  bir cümle duymuşluğum bile var da hâlâ bunu hangi bağlamda söylediğini anlayabilmiş değilim. 
*Eryaman'ın mesela bundan on,on beş yıl önce ne kadar nezih bir yer olduğunu anlatıp duran nostaljik yolcuları vardır bir de. Ucuzlayan kiralarla birlikte alt sınıf Eryaman'a yerleşmeye başlayınca kendilerinin rahatlığı bozulmuştur.
*Eryaman'a 24.00'ten sonra otobüs bulamazsınız. 23.00'ten sonra binerseniz otobüste yoğun bir içki kokusu alabilirsiniz. Bazı yolcular bundan son derece rahatsız olur. Ee ne yapsınlar, insanlar da haklı. Dışarıda içmesinler de içkinin yasak olduğu Göksu'da göl başında kös kös otursunlar mı? 
*Uzun yolculuklar insanların tanışıp kaynaşması gibi hayırlara da vesile olmuştur. Uzun yol boyunca insan o kadar tepkisiz kalamaz ki. İlla derdini anlatacak yanındakine.
*İnsanlar yol boyunca sıkıntıdan çeşitli aktivitelere yönelirler. Körüklü otobüsün en arkasına çömelip iskambil oynayanları, örgü örenleri, çizdiği nü resimleri karşısındaki yolculara gösterenleri gördüm ben. Daha ne olsun? 
*Diğer yolcuların en çok şikayet ettiği kişiler cep telefonuyla bağıra bağıra konuşanlardır. İtiraf ediyorum yolda müzik dinlemezsem arkamdaki ya da yanımdaki kişinin konuşmasını dinlerim bazen Kaç ayrılığı, gönül kırgınlığını, saçma sapan sevgili kavgalarını dinlemek zorunda kaldı bu kulaklar?
*Son zamanlarda belediye otobüsleri ile özel toplu taşıma araçlarını kullananlar tartışmaya başladı. Bunlar seyir halindeyken yan yana gelseler birbirlerine çarpmak isterler. O derece büyüktür husumetleri. Eryaman'dan bir yere gidip gelmek kelle koltukta yaşamaktır bu yüzden de. Özel araçları kullananlar kendilerine kızan yolculara:
"Eee belediyeye bineydiniz o zaman." diyerek dayılanmaya başladılar mı korkudan ağızlar kapanır zaten.

Daha yazsam uzar galiba. Ne bereketliymiş şu Eryaman yolculukları. Hep bir olay, hep bir atraksiyon. Ne şahane. Ee ne dicem bir hafta Eryaman'a gelsenize. 

Benim Kitaplarım

Bazı yazarları daha çok sever, bazı kitaplarla daha farklı bir bağ kurarız. Mahir Ünsal Eriş'in Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde isimli öykü kitabı, kitabın ilk öyküsünü okur okumaz beni o sıcak ve samimi dünyasının içine alıverdi. Aslında kitabı biraz geç keşfetmiştim. Birkaç öykü kitabı alıp Dost Kitabevi'nden çıkmak üzereyken gözüm takılmış, kitabı ismi bana çok çekici geldiği için almıştım. 

Kitapta Bandırma ve Erdek civarında geçen; anlatıcının çocukluk ve ilk gençlik dönemlerindeki gözlemlerinden yola çıkarak yazdığını anladığımız öyküler var. Öykülerden birkaçının mekanı ise Ankara. Öykülerin birçoğunda çay bahçeleri, yazlık sinemaları, evlerden yükselen kederli müzikleriyle hatırladığımız 80'li yılların izleri var. Yazar bize en yakın arkadaşları ölünce canı sıkılan, ölümü tatil gibi bir şey sanan, Allah'tan korkup Atatürk'ü seven, konsomatris posterine bakıp ablasını özleyen erkek çocuklarını; olmadık zamanlarda giden kadınları, kanserden ölürse diye kendinden çok çocuklarını düşünen anneleri, biten aşkların ardından üzülen kızları anlatıyor. Herkesin kendine yakın hissedeceği, her zaman her yerde karşılaşabileceğimiz insan portreleri çiziyor. Ben en çok Gülderen'le özdeşleştirdim kendimi. Babası zamansız giden, sevilmeyi isteyen, sevilmemekten korkan her genç kız biraz da Gülderen'dir aslında. 

Son zamanlarda okuduğum pek çok öykücüden daha güzel, naif ve yalın bir dili var yazarın. Edebiyat yapma hevesine düşmeden olduğu gibi anlatıyor hayatı. Çok iyi bildiği insanları ve mekanları tasvir ederken doğallıktan uzaklaşmıyor. Hem eğlenceli hem de hüzünlü bir öykü evreni yaratıyor. Karşısında kim olduğunu bilmediği bir okur kitlesi değil de samimi arkadaşları varmış gibi konuşuyor. Sadelikten büyülü bir anlatı evreni oluşturmayı beceriyor. En sade sözü söylemenin en zoru olduğunu bilirmiş gibi yazıyor. 

80'li ya da 90'lı yıllarda çocuk olmak daha mı güzeldi, yoksa insan çocukluğunu hangi yıllarda geçirirse o yılları gözünde biraz büyütür mü? Özlenen o yıllar değil de, bir daha hiç geri gelmeyecek olan çocukluk mudur? Kitap bize biraz da bunu sorgulatıyor. Ben çocukluğumu göç etmiş bir ailenin hayata tekrar tutunmaya çalışıp yoksullukla mücadele etmesiyle, Göçmenevlerinde göçmen çocuklarıyla oynanan oyunlarla, Bulgaristan'a gidilen yaz tatilleriyle geçirdim. Önceleri biraz hüzünlü ama sonra eğlenceli, bol kahkahalı yıllar. Şimdiki çocukların kahkahaları biraz eksik. Sokaklarda misket, evcilik ya da sek sek değil; bilgisayar başında  ya da en yeni cep telefonlarında savaş oyunları oynuyorlar. Hiçbiri Evrenos, Serkan ya da Şefika gibi hayatın içinde değil. Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, unutulan çocukluk günleriyle özlem gidermek için de okunabilir. Tabii bu okuma romantik bir nostalji duygusuyla değil, yazarın bizlere sunduğu kurgusal gerçeklikten uzaklaşmadan yapılırsa edebiyat sanatı işlevini yerine getirmiş olur. 

Mahir Ünsal Eriş henüz ilk kitabıyla bize gösterdi ki okurları olarak bizler onun yeni bir şeyler yazmasını sabırsızlıkla bekleyeceğiz. Onun okuru olmayı seveceğiz. Mahir Ünsal Eriş okuru olmak. Söylenişi bile güzel :)