9 Kasım 2013 Cumartesi

Bir Haymatlosun Güncesi 3


Dün okuduğum  roman Nabokov'dan bir alıntıyla başlıyordu: "Az insan tanıyor ve kimseyi de sevmiyordum." 

Az insan tanımıyorum belki ama sevdiğim insan sayısı çok az gerçekten. Eskiden de böyle miydi emin değilim. O yüzden insanlarla ilgili hissettiklerimin büyümekle alakası var mı bilmiyorum.
Galiba hissizleşmeye başladım. Geçenlerde fark ettim bunu ve ürktüm biraz. Bizi biz yapan duygulardan uzaklaşırsak ne kalır geriye? Ama gerçek bu: His-siz-le-şi-yo-rum.
İnsanları iki dakika içinde onlarca yalan söylerken yakalayınca hissizleşiyorum. Sözleri başka gözleri başka olanları görünce hissizleşiyorum. Dinliyormuş gibi yapıp cep telefonuna göz atanları görünce hissizleşiyorum. Ortak bir geçmişin anısına sahip çıkamayacak kadar duyarsızlaşmış eski dostları hatırlayınca hissizleşiyorum.
Tutunacak bir şey arıyorum. Daha doğrusu birini. Bir aşık da olabilir bu kişi, bir dost da. Tutamak arıyorum işte. Bu yüzden belki de bana en yakın gelen roman kahramanıdır Aylak Adam.
İyi şeyler düşün ki iyi şeyler bulsun seni diyor evrenin iyimser pembe gözlüklüleri. Onlar böyle dedikçe çok fazla düşünme, üstüne düştükçe bulamazsın aradığını, vazgeç, bekle, o seni bulsun diyor içimdeki gerçekçi şeytanlar. Kime, neye inanacağımı şaşırıyorum. 
Bir yerlerden tutunmak istiyorum ben aslında his-set-mek...

1 Kasım 2013 Cuma

Londra Günlükleri 2: Londra'nın Parkları

Londra'ya hayran olmanız için pek çok sebep var ama bana göre Londra'da olmanın en güzel tarafı geniş alanlara yayılmış yemyeşil parklarında vakit geçirmek. Gezi olaylarında ve Odtü yolu meselesinde insanların neden bu kadar tepki verdiklerini anlamamakta direnenlerin yabancı ülkelere gidip yeşil alanların nasıl korunduğunu kendi gözleriyle de görmeleri gerekiyor sanırım.
Londra'da arkadaşlarınızla keyifli vakit geçirebileceğiz, hafta sonlarında ailenizle piknik yapabileceğiniz, oturup kitap okuyabileceğiniz, bisiklet sürebileceğiniz ya da hiçbir şey yapmadan sadece gökyüzünü seyredebileceğiniz yüzlerce park var. Üstelik bunların çoğu şehrin merkezinde. Buna rağmen parka girdiğinizde birden kendinizi başka bir aleme girmiş ve şehir hayatının karmaşasından uzaklaşmış gibi hissedebiliyorsunuz. Üstelik şehrin yalnızca iki ayaklı canlılara ait olmadığını da görüyorsunuz. Parklarda sincaplar, pelikanlar, kazlar, ördekler hatta geyikler var. Nedense İngilizlerin aklına bu devasa alanları tahrip edip yerlerine alışveriş merkezi yapmak gibi fikirler gelmemiş. 

Londra'daki parkların bir kısmı "Royal Parks" yani Kraliyet Parkları olarak geçiyor. Turistlerin en çok ziyaret ettiği parklar da bunlar. Büyük parkların dışında şehrin hemen hemen her yerinde irili-ufaklı parklara rastlamak mümkün. İşte size Londra'nın en meşhur parkları hakkında birkaç kısa izlenim: 

Hyde Park:  Filmlerden de aşina olduğunuz bu park,Londra'nın en popüler parkı. Hyde Park'ın ortasında Serpentine adı verilen yapay bir göl var. Londra'daki parkların çoğu birbirine benziyor. Bunların yapay/ doğal göl+ hayvanlar+ bahçeler bileşenlerinden oluştukları söylenebilir. Bu parka nedendir bilinmez genellikle Ortadoğulu turistler ilgi gösteriyor. Benim listemde en son sırada yer alıyor bu park. 

Londra'nın bütün parkları çok temiz. Ateş yakmanın, dolayısıyla mangal yapmanın yasak olduğu parkların içinde çok sayıda büfe ve restorana da rastlamıyorsunuz. Bu yüzden parklara tedarikli gitmek gerek. Yanınıza mutlaka yiyecek bir şeyler alın.
Serpentin'in kıyısına oturdum, gülümsedim :)

St. James's Park: Burası Londra'nın en turistik bölgelerinin tam ortasında yer alıyor. Parkın ortasındaki köprüde durup baktığınızda bir yanda London Eye görünüyor, diğer yanda Buckingham Palace. Bu parktan çıktıktan sonra Buckingham Palace'ın bulunduğu meydanda bir yürüyüş yapabilirsiniz. Hafta sonları meydan turist kaynıyor. Parkın Buckingham Palace'ı gören kapısından çıkıp biraz ilerlerseniz yolun karşısında ufak bir park olan Green Park'a da uğrayabilirsiniz. Park'ın bitiminde de metro istasyonu var.

Londra'da güneşin yüzünü gösterdiği zamanlarda parklar dolup taşıyor. Öğle arasında iş yerlerinden çıkanlar parklarda bir şeyler atıştırıyorlar. Ücretli şezlonglara uzanıp sohbet edenler, şampanyalarını içenler, hatta güneşlenenler oldukça keyifli görünüyor. 

Regent's Park: Burası benim Londra'daki favori parkım. Özellikle parkın içinde yer alan Queen Mary bahçeleri beni benden aldı diyebilirim. Botaniğe pek ilgim yoktur ama parkın içindeki bahçelerin önünde dakikalarca durup çiçekleri seyrettim. Doğa güzellikleri karşısında hayran kalıp uzun uzun tasvirler yapan romantik sanatkârlara hak verdiğimi söyleyebilirim. Parkın içinde  ayrıca büyük bir kriket alanı, yapay göl ve antik tiyatro bulunuyor. Parkın çok sayıdaki çıkışlarından biri sizi Primrose Hill'e götürecektir. Londra'ya tepeden bakabileceğiniz bu yere hava kararınca gitmenizi tavsiye ederim.






Kew Gardens: Bana göre yeryüzündeki cennet olan bu park anlatılmakla bitmez, dünya gözüyle görmek gerek. Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Kraliyet Botanik Bahçelerine giriş ücretli. Bahçelerin içinde bitki yetiştirilen özel alanlar, Kew Palace, çocuk oyun alanı, ağaçların üzerine yapılmış yürüyüş yolu vb. pek çok alan var. Bütün bir gününüzü burada geçirebilirsiniz. Parkın içinde, gölün bulunduğu alandaki sessizlik beni büyülemişti. Bugüne kadar burada yaşadığım huşû duygusunu hiçbir yerde yaşamadığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Kew Gardens'taki bitki masası

Hampstead Heath: Burayı park olarak değil de Hampstead Çayırı olarak adlandırmak daha doğru. Londra'nın elit kesiminin yaşadığı kuzeydeki  Hampstead'de yer alan bu çayırda irili ufaklı pek çok yapay ve doğal göl bulunuyor. Üstelik bu göllerde yüzme imkânı da var. Bu göllerden biri sadece erkeklere ayrılmış. Bir hayli geniş bir alana yayılan bu çayırların yüksek tepelerine çıkıp Londra'ya tepeden bakabilirsiniz. Biraz ıssız bir bölge olduğu için mutlaka tedarikli gidin. Benim gibi parkın içinde kaybolmayın :) 

Richmond Park: Richmond, Londra'nın güneyinde yer alan bir sayfiye yeri. Londra'nın merkezi kadar popüler olmasa da benim Londra'daki favori mekânlarımdan olduğunu söyleyebilirim. Richmond, Thames Nehri kenarında bulunuyor. Burada nehir kenarındaki kafe ve barlarda oturduktan sonra yukarıya doğru çıkmaya başlayabilirsiniz. Nehir kenarından parka ulaşana kadar yine bahçeler var. Sonra Çamlıca Tepesi'ni andıran bir tepeden müthiş Thames manzarasını izleyebilirsiniz. Tepeden sonra biraz yürüyünce parka ulaşıyorsunuz. Parkın büyüklüğünü tahmin edemiyorum çünkü hepsini gezemedim. Aslında burası bir parktan çok daha fazlası bence. İngiliz filmlerinde gördüğümüz uzun, yeşil ve çitle çevrilmiş alanların fazlaca yer aldığı bu parkın en mühim evsahipleri farklı türlerdeki geyikler. Çok yaklaşmadan ve ürkütmeden geyiklere bakabilirsiniz. Richmond gibi büyüleyici bir yeri tekrar görmek için bile tekrar Londra'ya gidilebilir bence.

Richmond'ın geyikleri arka fonda.

Biz hâlâ yoldu, yeşil alandı, iki ağaçtı, alışveriş merkeziydi tartışaduralım gelişmiş ülkeler hakikaten bu konuları çoktan aşmış ve neden bu sıfatı aldıklarını kanıtlamışlar. Yaşam alanlarımızın kısıtlandığı, doğadan koparıldığımız, betonlar cumhuriyetinde gökyüzünü göremez hâle geldiğimiz bu ülkede insanca yaşayan Londralıları kıskanmıyor değilim bazen.  Çünkü  şairin dediği gibi "Gökyüzünü başımızın üstünde görmek bize yasak."

11 Ekim 2013 Cuma

Öykü yazma yeteneğim olsaydı eğer size Dobrucan Basri'nin öyküsünü anlatırdım. Dünyanın en güzel mavi gözlü insanıydı o. En şefkatli, iyi yürekli insanı. Güzel içer, okkalı küfürler ederdi.

Dedemdi.

On yıl olmuş onu kaybedeli. Bir filmde de dediği gibi unutmak mümkün değil ama hatırlamıyor bazen insan gidenlerin acısını. Yüreğim  mengene ile kıstırılmış gibi. Acıyor belli aralıklarla.

Yanımda olsa şimdi ben küçükken yaptığı gibi bakkala gider çikolatalar, bisküviler alırdı benim için. Arada bir gelip kontrol ederdi yaramazlık yapıyor muyum diye. Kulaklarını çekerdi beni üzen erkek çocuklarının.

Balkanların yakışıklı delikanlısı, Tatar Raviye'nin kocası, benim kocaman yürekli dedem... Ben ki hep kelimelerle uğraşırım. Sana olan özlemimi anlatmak için yetersiz kalıyor şimdi onlar.

22 Eylül 2013 Pazar

Kırık Dökük Birkaç Monolog 5

Bana ölüm hakkında yazılar yazdıran bu yılı hiç sevmedim. Hocamın ardından içimi dökmüştüm satırlara yaz başında. Bana her zaman hüzün veren Eylül'ün başında da oda arkadaşım Aysun bizi bırakıp gitti gencecik yaşta. Birlikte girmiştik Odtü'ye. Sınav gününü ve sonrasında yaşadığımız atama heyecanını çok iyi hatırlıyorum. Sınavın yapıldığı gün konuşmuştuk ilk önce. Kendinden emin duruşuyla, kılık-kıyafetiyle deneyimli bir öğretmen olarak görünmüştü gözüme. Onunla ilgili ilk izlenimim bu. Sınav sonrasında sınava birlikte girdiğimiz başka bir arkadaşımla Aysun'un sınavı kazanacağını konuşmuştuk. Birkaç gün sonra sonuçlar açıklanınca Aysun'la birlikte benim de sınavı kazandığımı öğrenmiştim. Hayatımızın en güzel anlarından biriydi kuşkusuz. İş sahibi olacaktık. Hem de Odtü gibi bir okulda. Nasıl da heyecanlanmıştık.

Yeni bir ortama alışmanın tedirginliğini birlikte yaşadık. Çatı'da cuma buluşmalarımız vardı. Sohbet ederdik, kimi zaman da dedikodu eksik olmazdı tabii. Hayallerimizi anlatırdık, kırgınlıklarımızı. Sonra neden bilmem eskisi kadar görüşemez olduk. Hayatta bazı şeylerin belli bir nedeni yok galiba. Öyle olması gerekiyor. Nedenler üstüne düşünmek insanı mutsuz ediyor. Şimdi diyorum keşke daha çok konuşsaydık, hayatı daha çok paylaşsaydık. Keşkelerin bir anlamı da yok ya. 

Ölüm herkes için kötü de hayallerini gerçekleştirdiğini görmeden, yaptığı işleri bitirmeden gidenlerin arkasından daha çok ağlıyor insan. Genç ölmek zor. Eylül'de genç ölmek daha da zor. Ölüm nasıl da sonlandırıyor bütün dünyevî meşguliyetleri. Daha doktora tezini bitirecektin Aysun. Bir dergi çıkaracaktık birlikte. Sevebileceğimiz bir adam bulacaktık. 

Yarın okula gideceğim. Karşımdaki masa boş kalacak ama orada olduğunu hissedeceğim. Çoğu zaman gülen gözlerin beni tebessümle karşılayacak dönemin ilk gününde. Bilgisayardan bir tango parçası açacağım senin için. Sen tangoyu çok seversin. Sonra Çatı'ya gidip bir çay içerim. Elimden başka bir şey gelmiyor. Her neredeysen rahat uyu Aysun.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Londra Günlükleri 1: Wimbledon Kortlarında

Eğer siz de bir tenis tutkunuysanız Londra'ya yolunuz düştüğünde Wimbledon kortlarını ve tenis müzesini ziyaret etmelisiniz. Kortlar ve müze The All England Lawn Tennis Club adı verilen büyük bir merkezin içinde bulunuyor. Londra'nın güneyinde bulunan bu merkeze District metro hattını kullanarak kolayca ulaşabilirsiniz. Southfields istasyonunda indikten sonra otobüse binebilirsiniz; çünkü buradan merkeze kadar 15-20 dakikalık bir yürüyüş mesafesi var. 

Wimbledon kortlarını görmek için ücret ödemek gerekiyor. Ben rehberli bir tura katıldım. Rehberli tur için önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Rehber size kortları gezdirirken Wimledon hakkında bilgi veriyor. Turda sırasıyla 1 numaralı kort, merkez kort, Murray Tepesi, mülakat odası ve sosyal tesisler geziliyor. Tur bittikten sonra isteyenler tenis müzesini gezebilir. Bu turun ücreti 22 pound. Sadece müzeyi gezmek isterseniz de 12 pound ödemeniz gerekiyor. Ancak rehberin söylediğine göre ziyaretçiler müzeye fazla ilgi göstermiyorlarmış. Rehberli turlara katılmak istemeyenler ancak merkez kortu görmek isteyenler için de bir çözüm bulunmuş. Merkez kortun içindeki camlı bir bölgeden yine belli bir ücret ödeyerek korta bakabiliyorsunuz. 

Wimbledon'da maç izlemek ve tenis oynamak her yiğidin harcı değil. Wimbledon turnuvasından önce bilet almak için gişede uzun kuyruklar oluşuyormuş. Bilet alabilmek için günlerce önceden bölgeye gelip kamp kuranlar varmış. Wimbledon'ın nimetlerinden yararlanabilmenin en iyi yolu derneğe üye olmak. Ancak derneğe üye olmak da kolay değilmiş. Hatta Wimbledon'ı kazanan birkaç tenisçiyi derneğe üye olarak kabul etmemişler. Anlayacağınız İngiliz kuralcılığı burada da devrede. Tenis merkezinde pek çok kural var ve turnuva süresince oyuncuların da bu kurallara uymaları gerekiyor. Örneğin merkeze ilk girişte bütün oyuncular imza atmak zorundaymış.

Tenis müzesinde tenisle ilgili aklınıza gelebilecek her şey sergileniyor:  teniste kullanılan her türlü alet edevat, tenisle ilgili çeşitli tasarımlar, oyuncuların eşyaları, posterler, kupalar vesaire... Müzede oyunculara ait eşyaların sergilendiği kısım dışında ilgimi çeken fazla bir şey olmadı. Ama tenise meraklıysanız rehberli Wimbledon turunu mutlaka öneriyorum. Tenis merkezinin aristokrat ve ciddi havası beni biraz rahatsız etse de böyle bir tecrübe yaşamak güzeldi. Bundan sonraki hedef -zor olsa da- Wimledon'da bir maç izlemek :)


Tenisle yakından ilgilenmeyenlerin bile bildiği bir şey var ki tarihin en uzun tenis maçı -11 saat 5 dakika- 2010 yılında bu tesislerdeki 18 numaralı kortta oynandı.

Burası oyuncuların her maç sonrasında uğramak zorunda oldukları
mülakat odası. Rehberin söylediğine göre basın toplantılarında oyunculara özel hayatlarına dair
de çok soru soruluyormuş. Maç sonrasındaki mülakatları izlediyseniz özellikle
yenilen oyuncular bir hayli gergin gözükür. Bunun nedenini tüm gözlerin üzerinize
çevrildiği bu odaya girince anlıyorsunuz.




Turnuva tamamlandıktan sonra kortlar tam anlamıyla terk ediliyor. Koltuklar kapatılıyor, sponsorlar bütün ürünlerini alıp gidiyor. Kort televizyonda daha ihtişamlı iken yakından bakınca biraz küçük gözüküyor. Korttaki ekranda 2013 erkekler finalinin skorunu görebilirsiniz.






                                                                                     
Burası da oyuncuların dinlenme alanı

 Tenis müzesindeki çeşitli tasarımlar



Müzedeki en ilgi çekici bölümlerden biri efsanevi tenis oyuncusu John McEnroe'un illüstrasyonunun yer aldığı bölüm. McEnroe sanki karşınızda duruyor ve size tenisle ilgili bilgiler veriyor.


Ezeli rakipler Federer ve Nadal'ın imzalı formaları ve eşyaları yan yana sergileniyor.


Bu da pek çok erkeğin tenis maçı izlemesine sebep olan Rus raket Maria Sharapova'nın  17 yaşındayken Wimbledon'ı kazandığında giydiği forma.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Kim ne derse desin Gezi olayları süresince işini en iyi yapan gazetecilerden biri Ayşe Arman oldu. Direnişi destekleyenlerle de direnişin karşısında olanlarla da konuştu, konuşmaya devam ediyor. Beni en çok başına gaz kapsülü isabet ettikten sonra felç geçiren Lobna Allami'nin kardeşiyle yaptığı röportaj etkiledi. Lobna Allami; ODTÜ Felsefe mezunu, hayat dolu, güzel, genç bir kız. Ama 31 Mayıs'ta yaşadıklarından sonra hayatı bir anda değişti. Hayatta her şey ne kadar da pamuk ipliğine bağlı. Bir anda kendinizi bambaşka bir hayatın içinde bulabiliyorsunuz. Hayat dolu biriyken siz, hayatınızı elinizden alabiliyorlar. Maalesef ki Türkiye'de insanın başına her an bir şey gelebilir. 

Lobna'nın kardeşi ablama bebeğim gibi bakıyorum diyor. Kızkardeşi olanlar bilir. Kardeşler arasındaki bağ, erkek kardeşlerinkinden çok daha derindir. Benim de bir ablam var. Kızkardeşiniz en yakın arkadaşınız oluyor aynı zamanda. Kişiliklerinizin farklılığına rağmen onun varlığı sizin en büyük gücünüz oluyor hayatta. Bu yüzden Lobna'nın anlattıklarından çok etkilendim."Sözün bittiği yer" cümlesinden hoşlanmam ama Lobna ve ailesinin yaşadıkları karşısında söylenecek çok fazla şey kalmıyor. Biz onların acısını hissedebiliriz belki ama ateş en çok düştüğü yeri yakıyor. Bu memleket hayat dolu gençlerini en güzel çağlarında harcadı. Harcamaya da devam ediyor. Üstelik o gençlerin ailesinden baş sağlığı dilemeyi bile onuruna yediremiyor.  

Merak edenler röportajı şuradan okuyabilir: http://www.hurriyet.com.tr/pazar/23669267.asp

Kırık Dökük Birkaç Monolog 4

"O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler."

Ben Şerif Hoca'yı yüksek lisans derslerinde tanıdım. Lisansın son senesinde onun verdiği dersi yaz okulunda almıştım çünkü. Üst sınıflardakilerin hoca hakkında anlattıklarını duyduğum için biraz korkarak girmiştim ilk dersine. Bir de dakika bir, gol bir hoca kitabını almadığım ve dersini de yaz okulunda aldığım için kızmıştı bana. Dönem boyunca da çekindik genellikle hocadan. Dersleri 09.00'da odasında yapardık. Bize çay ısmarlardı dersin başında ve hemen içmemizi isterdi. Ben de çay sevmediğim için zorla içmeye çalışırdım. Hoca durumu fark etti bir gün. "Kızım bu kadar yavaş çay içeni kimse almaz. Bizim köyde kızın çay içmesine bakarlar. Çayı yavaş içerse işleri de yavaş yapar diye düşünürler." demişti. 

Hocayla yakın bir ilişki kurmamız tez döneminde oldu. Yüksek lisans tezini birlikte hazırladık. Bana çok yardımcı oldu ve beni hep destekledi. Tez savunmasından sonra da hocadan çekinmemeye başladım. Ne zaman istesem arar ya da odasına giderdim. Hocanın biraz sert olduğu doğrudur. Beni de azarlamıştır ara sıra ama çok da espiri yapardı hoca. Aramızda geçen konuşmaları ya da dersteki bazı tartışmaları hatırladığımda gülerim hâlâ. 

Bana öykü ve roman tahlil etmeyi Şerif Hoca öğretti. Benim yazdıklarımı beğenir, eksikleri söyler ve iyi yapılmış bir çalışmanın hakkını her zaman verirdi. Kendine özgü bir tarzı vardı. Yürüyüşü, söze "efendim" kelimesini uzatarak başlayışı, şiir okuyuşu kendine özgüydü. 

Hoca anlattığı her şeyi not almamızı isterdi. Bu yüzden derste sürekli yazardık. Bir an kafamızı kaldıracak olsak "Sen anlattıklarımı biliyorsun galiba. Niye yazmıyorsun?" diye sorardı. Doktora derslerinin çıkışında da hep aynı soruları sorardı bana: "Kızım bu aralar ne okuyorsun?, Rusça öğrenmeye başladın mı?..." Ders çıkışında muhabbet ederdik az da olsa. Zaten odasında uzun süre kaldık mı "Git artık hadi sen." derdi.

Hocanın çalışma masasının üstünde her zaman birçok kitap olurdu. Öğrencilerinden çok daha fazla okur ve çalışırdı. Hastalığının son dönemlerinde evinde ziyaret ettiğimde kütüphanesinde konuşmuştuk. O zaman bile  masanın üstü doluydu, yeni yazacağı kitaplardan bahsetmişti bana. O gün de bir çay muhabbeti olmuştu aramızda. "Sen çay sevmezsin, kahve yapsın sana eşim." demişti. Sıradan, basit şeyleri bile hatırlardı hoca. Aklına bir şey takılırsa geç bir saatte de olsa arardı. Bir akşam 11'e doğru aradığında telaşlanmıştım bir şey mi oldu diye de hoca benden kitap tahlil etmemi istemişti.

Doktora tezinde de birlikte çalışacaktık hocayla ama nasip olmadı işte. Hayatta her istediğimiz olmuyor maalesef. Bir süre birlikte çalıştık yine ama sonunda hocanın hastalığı el vermedi. Bana artık danışmanlık yapamayacağını söylediğinde uzun uzun konuşmuş ve helallik istemişti benden hoca. Bir daha arayamadım ben de onu. Bana veda ettiğini anlamıştım çünkü. 

Şerif Hoca aramızdan ayrıldıktan sonra kendimi çok yalnız hissettim. Bu hayatta beni gerçekten seven az sayıdaki insandan biriydi çünkü. Dertlerimi ve sorunlarımı da paylaşırdım hocayla. Bu yüzden sadece bir hoca değildi benim için. Şerif Hoca bütün öğrencileri için çok değerlidir eminim. Ama benim için de yeri ayrı. Hoca bana olan sevgisini de hissettirdiği için ayrıca mutluyum. Bu yakınlığa rağmen cenazesine gidemedim üzülürüm, kaldıramam diye. 

Hocam hakkında söylenecek daha çok şey var ama fazlasını yüreğim kaldırmayacak şimdi. Ölümün bütün kırgınlıkları, kızgınlıkları unutturan bir yanı var. Ben hocamı her zaman kendi gözümle gördüğüm gibi hatırlayacağım, başkalarının anlattığı şekilde değil. Ve ileride hocanın istediği gibi iyi bir akademisyen olabilirsem çok mutlu olacağım. 

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Haymatlosun Güncesi 2

Bazen kendimi Oğuz Atay'ın "Unutulan" isimli öyküsündeki kişiye -tavan arasında unutulmuş ve günlük hayatın koşturmacası içinde kimse tarafından hatırlanmayan kahraman- benzetiyorum.

Birileri tarafından unutulmak ya da hatırlanmamak çok önemli mi bilmiyorum ama biri var ki beni unutmasın istiyorum. Herkes unutsun, bir tek o hatırlasın. Arada bir halimi hatırımı sorsun, başka insanlara karşı sarf ettiği güzel cümleleri benim için de kursun, kendini anlatsın bana. Çocukken en çok hangi oyunu oynardı mesela? Kahvesini süt tozuyla mı içer sade mi? Konuşurken en çok hangi yazardan alıntı yapar, başucu kitabı hangisidir? Çok şey istemiyorum ki ben aslında. 

Onun beni unuttuğu her gün için bir şeyler karalayacağım kağıtlara. Sonra bir gün hatırladığında -olur da hatırlarsa- göstereceğim bütün yazdıklarımı. Senin kadar iyi yazamıyorum ama bak ben de harflere dökerek paylaştım sana anlatamadıklarımı diyeceğim.

Unutulan olmak istemiyorum ben, lütfen yarın beni unutma...


                                                                                                                                               Mayıs 2013

Bir Haymatlosun Güncesi

                                                                                                                                                           
Uyandım. Duvar saatinin tik-takları sinirimi bozdu. Uzun zamandır saate bakma alışkanlığımı yitirmiştim. Oysa eski zamanlardaki takıntılarımdan biriydi akreple yelkovanın amansız kovalamacasını izlemek. Ama artık günlerim sadece uyanmak-yürümek-okumak-yazmak ve uyumak eylemleri etrafında akıp giderken zamanın nasıl geçtiğinin önemi yoktu. Saatin tik-taklarını dinlemeyi bırakıp buzdolabını açtım. Kahvaltılık bir şeyler atıştırdım. Üst kattan gelen çocuk gürültüleri tekrar sinirimi bozdu. Son zamanlarda gerekli gereksiz her şeye sinirlenmeye başladığımı fark ettim. Biraz olsun rahatlamak için müziğin sesini sonuna kadar açtım ve etrafı toparladım. Salonun köşesinde kitaplardan oluşan koskoca bir yığın vardı. Kitapların üzerine biriken tozları alırken aklım, dün gece okurken uyuyakaldığım kitaptaydı. Cevdet Bey ve oğullarının akıbeti ne olacaktı acaba? Bunu öğrenmem için üç yüz sayfa daha okumam gerekiyordu. Aklım kitapta olduğu halde işimi çabucak bitirdim ve dışarı çıktım.

Güzel ve güneşli bir ilkbahar günüydü. Havanın güneşli olması beni rahatlattı.  Biraz yürüdükten sonra bizim sokağın köşesindeki kahveciye girdim. Burası kahvenin plastik bardaklarda yüksek fiyatlara satıldığı son moda kafelerden biriydi. Üzerinde adımın yazdığı plastik bardağımı aldım ve cam kenarındaki masalardan birine oturdum. Biraz vakit öldürdüm. Sonra da günlerdir, belki de aylardır yaptığım şeyi yaptım, yerimden kalktım ve şehrin kalabalığına karıştım. Artık bütün işim gücüm buydu. Şair, nasıl gökyüzünü boyuyorsa her sabah ben de sokakları arşınlıyordum

Şehrin en kalabalık caddelerini seçiyordum yürümek için ve insanlara çarpa çarpa ilerliyordum; ama kimse beni fark etmiyordu bu kalabalık arasında. Kimileri beni bir böcek gibi eziyor ve aldırmadan üstümden geçiyordu. Kimileri ise sevmedikleri işlerine giderken uyku mahmurluğuyla yüzüme doğru esniyordu. Bunlar yetmezmiş gibi bazıları ev ve iş yerlerinin balkonlarından, pencerelerinden bir şeyler atıyorlardı üzerime. Caddenin en yüksek apartmanının önünden geçerken çay saati için misafirlerini bekleyen bir kadın, kollarındaki altın bilezikleri göstere göstere halısının tozlarını üzerime silkti. Sigara içerken yalnız kalmamak için muhabbet etmeye çalışan iki iş arkadaşı, sigara küllerini üzerime doğru savurdular. Bütün zamanını bilgisayar oyunları ile geçiren bir çocuk, artık yüzüne bakmadığı oyuncaklarını camdan fırlattı. Düşen bir kurşun askeri alıp cebime attım. En sonunda kafama tozlu raflarda bekletilmiş ve muhtemelen hiç okunmamış bir kitap düştü. Kitabı da alıp çantama koydum ve bu insanlar, bana daha fazla zarar vermesinler diye caddenin karşı tarafına geçtim.

Caddenin sağ tarafındaki insan seli günlük koşturmacasına devam ederken, bir süre için gözlerimi insan suretindeki bu kalabalıklardan ayırdım ve etrafıma bakmaya başladım. Mağaza vitrinlerinde, insanların gözüne gözüne sokulan kocaman harflerle “İNDİRİM” yazıyordu. Caddenin köşesindeki büyük sinemanın önünde uzun kuyruklar vardı. Afişlere şöyle bir göz attım. İnsanların çoğu hiçbir şey anlatmayan hikayelerin bolca aksiyon sahnesi, birkaç dijital efekt ve biraz da aşk hikayesiyle süslendiği Amerikan filmlerine giriyorlardı.    Arka sokakta festival filmlerinin gösterildiği küçük sinemanın önünde ise yalnızca birkaç kişi vardı. Demek ki yalnız ve güzel ülkemizin hikayelerini anlatan filmleri kimse izlemiyordu. Yarın bu filmlerden birini izlemeye karar verdim. Sonra gözüm sinemanın yanındaki kitapçı vitrinine takıldı. Vitrindeki en çok satanlar listesiyle karşılaşmamak için başımı çevirdim hemen

Yukarıdaki parka doğru yürümeye başladım. Evden çıktığımdan beri kaç saat geçtiğini bilmiyordum ama sokaklar hâlâ çok kalabalıktı. Güneş yakıcılığını artırmıştı. Beni fark etsinler diye insanların gözlerinin içine baktım; ama oralı değillerdi. Büyük ihtimalle kredi kartı borçlarını, ödenmemiş elektrik-su faturalarını, borsanın yükselip yükselmediğini düşünüyorlardı. Bense bu insanların aslında sadece beni değil; hiç kimseyi fark etmediklerini düşünüyordum. Hiçbir şey umurlarında değildi. Oysa her an tetikte olmalı, zırhlarını kuşanmalıydılar. Aniden bir bomba patlayabilir, bir otobüse molotof kokteyli atılabilir, biri faili meçhul bir cinayete kurban gidebilir, rastgele havaya sıkılan bir kurşun bir çocuğun beynini delip geçebilirdi. Aslında bunlar olsa bile çoğunun umrunda olmayacaktı. Akşam yemeği yerken büyük bir kayıtsızlıkla izledikleri haber bültenlerinde böyle kanlı sahneler görmeye alışmışlardı. En büyük felaketleri bile olağan karşılayan bu insanlara küfür etmek geldi içimden. Bir an durup bu kalabalığa karşı okkalı küfürler savurdum içimden. Keşke daha çok küfür bilseydim diye kızdım kendime; ama büyük bir ihtimalle sesimi bile duyuramadım. 

Bana kim olduğumu soranlara kendimi tarif etmek için, “Ben kalabalıklar içinde yalnız bir insanım.” diyebilirdim; ama bu çok klişe bir ifade olurdu. Ben artık kendimi bir haymatlos gibi hissediyordum. Evet, bir haymatlos. Birkaç ay önce kartvizitimden bütün kimliklerimi sildirdim, işimi-gücümü bıraktım, yakama yapışan sorumluluk ve alışkanlıklardan sıyrıldım, yakınlarımla bağlarımı kopardım. Yerim, yurdum yok artık benim. Hiçbir yere, hiç kimseye ait hissetmiyorum kendimi. Günler bütün tekdüzeliği içinde geçip giderken tek bildiğim artık yaşamıma bir haymatlos olarak devam ettiğim.

Caddeler tenhalaşmaya başlayınca eve doğru yürümeye başladım. Her akşam eve geç saatlerde dönmemden şüphelenen ve meraklı gözlerle gelişimi bekleyen komşularımla yüz yüze gelmemek için apartmandan içeri hızlıca girdim. Eve girdikten sonra kurşun askeri ve kitabı, masanın üzerine koydum. Dönüş yolunda uğradığım marketten aldığım birkaç hazır gıdayı tükettim. Sonra masanın başına geçip lambayı yaktım ve günlüğümde yeni bir sayfa açtım. Yazacaklarımın dün yazdıklarımın benzeri olacağını biliyordum; ama yine de yazmaya başladım.

                                                                                                                                                           2011
                                                                                                                                          

27 Nisan 2013 Cumartesi

Bahar sizi olmadık hayaller peşinde koşturacak; güzel, güneşli günler görebileceğinize inandıracak. Yüzünde gereksiz yere neşeli bir gülümseme büyüten çocuklar gibi olacaksınız. 

Bay C'ler olacak bu hayatta. Sizin Bayan B olduğunuzu fark edemeyen C'ler. Gereksiz harflerde dindirmeye çalışırken yalnızlığını gözünün önündeki B'yi göremeyen kör C'ler. Kalabalıklar arasında aradığın B benim. Eli paketlilerden olmayalım ama gel beraber olalım. Geçenlerde okuduğum bir romandaki gibi olsun hayatımız: Sen koltuğun bir ucuna otur, kitabını oku. Ben diğer ucuna oturayım. Sonra okuduğumuz kitaplardan cümleler paylaşalım birbirimizle. Tutamağı olalım birbirimizin. Başka da bir şey istemem demek isteyeceksiniz; ama diyemeyeceksiniz.

Mayısları sevmeyeceksiniz. Ömrünüzün son üç yılını hastanelerde geçirten bu ayın -yok artık daha olmaz derken- tekrar size hastaneleri, yalnızlık kokan o yerleri hatırlatmasından kurtulamayacaksınız. Üstelik siz tam da bu yalancı baharın yüzünden her şeyin güzel olacağını düşünürken kötü haberler alacaksınız.

Ve Oğuz Atay'ın cümlelerini hatırlayacaksınız devamlı: “iyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. ya da hiçbir şey çıkmaz.” 

Bay C'ler sizi fark etmeyecek, Oğuz Atay haklı çıkacak. Bahar yine bildiğini okuyacak. Yalancı bahar! 

23 Nisan 2013 Salı

Yalnızlığın Uğultusu


Bu yazıyı birkaç yıl önce yazmıştım. Değişen duygularım değil, yaşım oldu sadece. 

Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum.
Dağ gibi bir adamdı. Klasik bir benzetme cümlesi değil bu yalnızca. Geniş omuzları, uzun boyu ve kendinden emin duruşuyla dağ gibi bir adamdı. Asık suratlı, ciddi, gülmeyi bilmeyen, çocuğunu öpmekten, sarmaktan sakınan bir otorite figürü değil; aksine gezip tozmayı,  hareketliliği, farklılığı seven, bu dünyanın bütün nimetlerinden yararlanmak isteyen, yaşam enerjisiyle dolu bir adamdı.
Dağ gibi adam; amansız bir hastalığa yakalandı,  günden güne ufaldı. O; en sevdiği yemekten bile tat alamazken, bir gece olsun rahat uyumayı dilerken, biz sürdürülmesi gereken bir hayatın peşinde koşturup durduk. Hayat, bize kendi düzenine uymamızı emretmişti. Yapacak başka bir şeyimiz yoktu, hayatın akışına dahil olmak zorundaydık.
Ben küçücük bir kızdım o günlerde. Henüz, on sekiz yaşındaydım.
Şimdi yirmi yedi oldum ve dokuz yıldır körüm.

Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.
Kocaman bir çığlık duyuyorum. Benim sesim mi bu acaba? Kendi sesim bana bile yabancı. Merdivenin başında durduğumu hatırlıyorum. Ne kadar da safım. “Nereye götürüyorsunuz onu?” diye soruyorum. Birileri cevap vermeye çalışıyor bana; ama onları anlayamıyorum. Hiçbir işe yaramayan teselli sözcükleri duyuyorum, acıyan bakışlar hissediyorum üzerimde.

Ben o zamanlar yalnızlığı gece sanırdım.
Derin bir yalnızlık. Karanlık, rutubetli, pis kokulu bir kuyudayım sanki. Dışarı çıkmaya çalışıyorum ama başaramıyorum. Sen güçlü bir kızsın diyor herkes ağız birliği etmişçesine. Acın zamanla azalacak. Bu insanlar, dünyanın en büyük yalancıları ve zamanla hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyorlar. Kendilerini rahatlatmak amacındalar sadece ve benim bu saçma yalanlarla avunacağımı düşünüyorlar. Ben de zamanla acım azal-mış gibi yapıyorum; çünkü ben güçlü bir kızım!

yenilmiş bir orduydu babam. gündüz gidilmedik yerden gece dönen masalcı.
Sorarım sana ey masalcı, on sekiz yaşında ölüm denilen gerçekliğin soğuk yüzüyle tanışmış bir genç kız, geleceğe dair ümitler büyütebilir mi içinde? Bütün öğretmenler ilk önce “Evladım, baban ne iş yapıyor?” diye sorarken, arkadaşları babalarından bahsettikleri zaman  içi ezilirken, bir sözcüğü bir daha asla söyleyemeyeceğini bilirken yapabilir mi bunu masalcı?

Annem, babamın günahları için bir namaz yumağı hâlâ...
Ben, sanıldığı kadar güçlü değilim aslında; ama karşımda dünyanın en güçlü kadını var. Belki de bu gücü, sevdiği adamdan almıştır. Çoğu zaman kendim için üzülmeyi bırakıp onun için üzülürüm. O, rüzgara karşı dimdik durmaya çalışan bir ağaçtır benim için.

babam hep benim babamdır.
Bazen Proust’un kahramanı gibi çayıma bir parça madlen batırmak ve geçmişe dönmek isterim. Bardağın içinden fışkıran geçmişin güzel günleri, beni mutlu eder daima. Çünkü o günlerde henüz kör değilimdir ve babam, hep benim babamdır.

Not: Yukarıda italik yazıyla yazılmış mısralar; Cemal Süreya’nın Sizin Hiç Babanız Öldü mü?, Şükrü Erbaş’ın Aynı Yürek Lekesi ve Selim Temo’nun Babamın Uğultusu isimli şiirlerinden alınmıştır. 



17 Nisan 2013 Çarşamba

541 Diyalogları


Ankara'da yaşayanlar Eryaman'a ulaşımın hiç bitmeyen çileli bir yol olduğunu bilirler. Bilirler de yine de Eryaman'ın orta sınıf sakinliğinden ve huzurundan ayrılmaya pek niyetlenmezler. Eryaman dışından gelecek tanıdıklar çoğu zaman: "Abi o yol çekilir mi ya, İstanbul'a gitsek daha iyi." diyerek değerli zamanlarını otobüs yolculuklarına feda etmek istemeseler de burda bir Eryaman vardır uzakta. Gelmeyi göze alanları bin bir macera ve atraksiyon bekler. Biraz gözlem yeteneği olanlara roman bile yazdırır vallahi. Çeşitli insan portreleri ve ilginç diyaloglarla karşılaşırsınız. Yoksa siz Eryaman'da yaşayan pek çok yazar olduğunu bilmiyor musunuz hâlâ? 

On yıl boyunca Eryaman'ın çeşitli otobüslerinde ve dolmuşlarında duyduklarımı ve gördüklerimi naçizane şöyle nakledeyim efem. Aşağıda sıralayacağım şeyler arasında abartılı ve gerçeküstü unsurlar yoktur. Gerçeği abartma ve çarpıtma yeteneğim olsaydı oturup kurgusal metinler yazardım diğ mi? Yeteneğimi blog köşelerinde heba etmezdim. 

*Bilenler bilir Eryaman'da eskiden çift katlılara binmek diye bir şey vardı. Özellikle yağmurlu havalarda en öndeki koltukları kapmak için amansız bir mücadele verilir, en güzel manzarayı kapan kişi diğer yolculara yan gözle şöyle bir bakardı. 
*Eryaman yolculuğu n.ş.a.'da bir saat sürer. O bir saat içinde otobüste kavga çıkmaması ve seslerin yükselmemesi kıyamet alameti olarak görülebilir. Ya muavin yolcuya biletini vermemiştir, bir yolcu öğrenci olmadığı halde öğrenci bileti basıyordur, biri bir başkasının mahrem alanına girmiştir, ya da liseli bir kız müziğin sesini fazlaca açıp başkalarını rahatsız etmiştir. 
*Genellikle otobüslerimizde hastaymışçasına bayılma numarası yapan hanımteyzelerimiz vardır. E napsınlar gençlerimiz yaşlılara yer vermiyor artık. O kadar saat da ayakta çekilmez, el mahkum bu yaşta madara oluyor insan.
*"Sincan otobüsleri vızır vızır geçiyor.", "Saatlerdir ağaç olduk burada, gelen otobüslerin hiçbiri durmuyor.", "Şofeer bey o kadar el kaldırdık bir durmuyorsunuz yahu." gibi cümleler bizim hayatımızın bir parçasıdır artık. Bunları duymazsak "Hayırdır yahu, ne oluyor?"deriz.
* Muavinlere ne kadar kızsak da onlar da haklı aslında. O güzelim Türkçeleriyle sürekli aynı cümleleri tekrar etme istatistikleri tutulsa öğretmenleri bile geçerler: "Sağlı sollu yanaşalım.", "Bekleme yapmayalım.", "Abicim azıcık ilerleyiver, bak arkası boş.", "Ablacım o çantanı yere koyuver bir zahmet de insanlar ilerlesin."
* Genellikle günde birkaç defa Ankaramızın çeşitli ödüller almasına vesile olan belediye başkanlarına sevgi ve saygılarını iletir Eryaman halkı. Bu güzide semtimizden kendisine pek oy çıkmadığı için ulaşımda sorunlar yaşandığı görüşünde karar kılınır. Demokratik haklarını kullanıp ulaşım konusundaki şikayetlerini twitter'dan dile getirseler bari. Başkanları bir gün seslerini duyar belki.
* Bir keresinde bir yolcudan "Eryaman halkı ateisttir ya." gibi tuhaf  bir cümle duymuşluğum bile var da hâlâ bunu hangi bağlamda söylediğini anlayabilmiş değilim. 
*Eryaman'ın mesela bundan on,on beş yıl önce ne kadar nezih bir yer olduğunu anlatıp duran nostaljik yolcuları vardır bir de. Ucuzlayan kiralarla birlikte alt sınıf Eryaman'a yerleşmeye başlayınca kendilerinin rahatlığı bozulmuştur.
*Eryaman'a 24.00'ten sonra otobüs bulamazsınız. 23.00'ten sonra binerseniz otobüste yoğun bir içki kokusu alabilirsiniz. Bazı yolcular bundan son derece rahatsız olur. Ee ne yapsınlar, insanlar da haklı. Dışarıda içmesinler de içkinin yasak olduğu Göksu'da göl başında kös kös otursunlar mı? 
*Uzun yolculuklar insanların tanışıp kaynaşması gibi hayırlara da vesile olmuştur. Uzun yol boyunca insan o kadar tepkisiz kalamaz ki. İlla derdini anlatacak yanındakine.
*İnsanlar yol boyunca sıkıntıdan çeşitli aktivitelere yönelirler. Körüklü otobüsün en arkasına çömelip iskambil oynayanları, örgü örenleri, çizdiği nü resimleri karşısındaki yolculara gösterenleri gördüm ben. Daha ne olsun? 
*Diğer yolcuların en çok şikayet ettiği kişiler cep telefonuyla bağıra bağıra konuşanlardır. İtiraf ediyorum yolda müzik dinlemezsem arkamdaki ya da yanımdaki kişinin konuşmasını dinlerim bazen Kaç ayrılığı, gönül kırgınlığını, saçma sapan sevgili kavgalarını dinlemek zorunda kaldı bu kulaklar?
*Son zamanlarda belediye otobüsleri ile özel toplu taşıma araçlarını kullananlar tartışmaya başladı. Bunlar seyir halindeyken yan yana gelseler birbirlerine çarpmak isterler. O derece büyüktür husumetleri. Eryaman'dan bir yere gidip gelmek kelle koltukta yaşamaktır bu yüzden de. Özel araçları kullananlar kendilerine kızan yolculara:
"Eee belediyeye bineydiniz o zaman." diyerek dayılanmaya başladılar mı korkudan ağızlar kapanır zaten.

Daha yazsam uzar galiba. Ne bereketliymiş şu Eryaman yolculukları. Hep bir olay, hep bir atraksiyon. Ne şahane. Ee ne dicem bir hafta Eryaman'a gelsenize. 

Benim Kitaplarım

Bazı yazarları daha çok sever, bazı kitaplarla daha farklı bir bağ kurarız. Mahir Ünsal Eriş'in Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde isimli öykü kitabı, kitabın ilk öyküsünü okur okumaz beni o sıcak ve samimi dünyasının içine alıverdi. Aslında kitabı biraz geç keşfetmiştim. Birkaç öykü kitabı alıp Dost Kitabevi'nden çıkmak üzereyken gözüm takılmış, kitabı ismi bana çok çekici geldiği için almıştım. 

Kitapta Bandırma ve Erdek civarında geçen; anlatıcının çocukluk ve ilk gençlik dönemlerindeki gözlemlerinden yola çıkarak yazdığını anladığımız öyküler var. Öykülerden birkaçının mekanı ise Ankara. Öykülerin birçoğunda çay bahçeleri, yazlık sinemaları, evlerden yükselen kederli müzikleriyle hatırladığımız 80'li yılların izleri var. Yazar bize en yakın arkadaşları ölünce canı sıkılan, ölümü tatil gibi bir şey sanan, Allah'tan korkup Atatürk'ü seven, konsomatris posterine bakıp ablasını özleyen erkek çocuklarını; olmadık zamanlarda giden kadınları, kanserden ölürse diye kendinden çok çocuklarını düşünen anneleri, biten aşkların ardından üzülen kızları anlatıyor. Herkesin kendine yakın hissedeceği, her zaman her yerde karşılaşabileceğimiz insan portreleri çiziyor. Ben en çok Gülderen'le özdeşleştirdim kendimi. Babası zamansız giden, sevilmeyi isteyen, sevilmemekten korkan her genç kız biraz da Gülderen'dir aslında. 

Son zamanlarda okuduğum pek çok öykücüden daha güzel, naif ve yalın bir dili var yazarın. Edebiyat yapma hevesine düşmeden olduğu gibi anlatıyor hayatı. Çok iyi bildiği insanları ve mekanları tasvir ederken doğallıktan uzaklaşmıyor. Hem eğlenceli hem de hüzünlü bir öykü evreni yaratıyor. Karşısında kim olduğunu bilmediği bir okur kitlesi değil de samimi arkadaşları varmış gibi konuşuyor. Sadelikten büyülü bir anlatı evreni oluşturmayı beceriyor. En sade sözü söylemenin en zoru olduğunu bilirmiş gibi yazıyor. 

80'li ya da 90'lı yıllarda çocuk olmak daha mı güzeldi, yoksa insan çocukluğunu hangi yıllarda geçirirse o yılları gözünde biraz büyütür mü? Özlenen o yıllar değil de, bir daha hiç geri gelmeyecek olan çocukluk mudur? Kitap bize biraz da bunu sorgulatıyor. Ben çocukluğumu göç etmiş bir ailenin hayata tekrar tutunmaya çalışıp yoksullukla mücadele etmesiyle, Göçmenevlerinde göçmen çocuklarıyla oynanan oyunlarla, Bulgaristan'a gidilen yaz tatilleriyle geçirdim. Önceleri biraz hüzünlü ama sonra eğlenceli, bol kahkahalı yıllar. Şimdiki çocukların kahkahaları biraz eksik. Sokaklarda misket, evcilik ya da sek sek değil; bilgisayar başında  ya da en yeni cep telefonlarında savaş oyunları oynuyorlar. Hiçbiri Evrenos, Serkan ya da Şefika gibi hayatın içinde değil. Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, unutulan çocukluk günleriyle özlem gidermek için de okunabilir. Tabii bu okuma romantik bir nostalji duygusuyla değil, yazarın bizlere sunduğu kurgusal gerçeklikten uzaklaşmadan yapılırsa edebiyat sanatı işlevini yerine getirmiş olur. 

Mahir Ünsal Eriş henüz ilk kitabıyla bize gösterdi ki okurları olarak bizler onun yeni bir şeyler yazmasını sabırsızlıkla bekleyeceğiz. Onun okuru olmayı seveceğiz. Mahir Ünsal Eriş okuru olmak. Söylenişi bile güzel :) 

21 Mart 2013 Perşembe

İşbu cümleler doğruluğuna kimsenin tam olarak inanmadığı bazı iyi niyet cümleleri ve Türkçe mealleridir: 

Senden ayrılmak istemezdim ama sen daha iyilerine layıksın. (Senin çok iyi biri olduğunu söyleyerek seni yüceltiyorum. Ayrılık acısına katlanmaya çalışacaksın, bari kendimi biraz küçülteyim de rahat ol.)

Ben de seni düşünüyordum tam, hatta rüyamda gördüm. (Seni ihmal ettim bir süredir farkındayım ama bak bilinçaltımda bile senin olduğunu söyleyerek biraz olsun rahatlatıyorum seni.) 

Sorun sende değil, bende. Benim kendimle ilgili sorunlarım var. (Aslında sorun sevgisizliğimde. Ama suçu evrene atarsam daha kârlı çıkarım.)

Aslında sana karşı sevgim bitmedi ama görmüyor musun anlaşamıyoruz. (Sevgimin bittiğini itiraf edemeyeceğim böylesi daha iyi olur.)

Mesaj attığını görmemişim. Görseydim geri dönerdim. (Tabii ki de elinden telefon düşmeyen bütün modern çağ insanları gibi aramaları ve gelen mesajları sık sık takip ediyorum.) 

Kontörüm yoktu. Kusura bakma arayamadım. (Kontör olmasa da başka yollardan ulaşmayı deneyebilirdim sana ama kim uğraşacaktı?) 

Aslında seninle daha çok görüşmek istiyorum ama inan ki vaktim yok. (Vaktimi daha yararlı işlerle uğraşarak geçiriyorum.)

Ayrılıyoruz diye arkadaşlığımız bitti sanma, elbette her zaman arkadaş kalacağız. (Seninle arkadaş olmaya hiç niyetim yok, hatta ayrılır ayrılmaz seni unutma niyetindeyim.) 

Bak bu sene sınav var. Hayatımda biri varken derslere yoğunlaşamıyorum. (Aynı anda hem ders çalışabilir hem de özel hayatımı idare edebilirim ama derslere sığınmak iyi bahanedir, hep tutar.) 

Biraz ara verelim, ikimize de iyi gelecek. (Aramızdaki bağ kopmak üzere ama henüz tam kararımı vermemişken biraz zaman kazanabilirim.)

Biraz yalnız kalıp kafamı toplamaya ihtiyacım var. (Senden uzaklaşayım da sonrasına bakarız.)

Üniversite bittikten sonra mutlaka görüşelim. Hatta her yıl belli günlerde buluşalım. (Hele bi şu okul bitsin, hiçbirinizi tanımam. Dostluğumuz sınav notlarını fotokopi çektirene kadardı.) 

Sen benim arkadaşım değil, dostumsun. (Ben arkadaşlarımı iki kategoriye ayırırım. Seni de en prestijli kategoriye ekledim bak, ona göre.) 


4 Şubat 2013 Pazartesi

Şahsımın Kanaatleridir

Bazen düşünüyorum da bir tıkla her şeye ulaşmamız sanıldığı kadar iyi bir şey değil.
Birkaç ay önce Perihan Mağden'in ünlü bir şarkıcı ve hayranı arasındaki hastalıklı ilişkiyi anlattığı Yıldız Yaralanması romanını okumuştum. Kitap hakkında neler yazılmış diye şöyle bir göz atarken Mağden'in bir röportajına rastladım. Mağden romandaki ünlü yıldızın Marilyn Monroe, Türkan Şoray, Sezen Aksu ve Ajda Pekkan'ın karması olduğunu söylemiş. Zaten okuyunca benim de aklıma Sezen ya da Ajda gelmişti. Türkiye'nin en ünlü starları onlar sonuçta. Romanın  alkol ve haplarla arası gayet iyi olan takıntılı baş kişisi biraz Yıldız Tilbe'yi de düşündürmüştü bana mesela. Başka okurlar başka çağrışımlar kurmuşlardır mutlaka. Erkek olsaydı roman kahramanı tabii ki Tarkan derdik. 
Mağden başka ayrıntılar da veriyor röportajda. Romanda anlatılan büyük havuzlu evin Sezen'in eski evi olduğunu söylüyor mesela. Şahsen ben okur olarak romanla ilgili bu kadar bilgi edinmek istemiyorum. Kendi gerçeğimi yaratmak istiyorum çünkü. Ama yazar bu açıklamalarıyla benim bu hakkımı elimden almış oluyor. Bu bilgi çok bu önemli diye sorabilirsiniz ama okur için önemli bence. En azından bir süre bu gizemli kişinin kim olabileceğine dair düşünmüştür romanı okuyanlar. Ama düşünmeye gerek yok artık. Bir tıkla hemen her bilgiye ulaşabiliyoruz. Fikir temrinleri de yarıda kalıyor böylece. 
Keşke yazarlar biraz daha az konuşsalar diyorum bazen. Ya da bu tarz açıklamaları romanın yayımlanma tarihinin üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra yapsalar. O vakte kadar okur da kendi gerçeğine inanır hem. Kitapla daha sağlam bir ilişki kurar. Yazar kitabını yazdıktan sonra bir süreliğine köşeye çekilmeli, eskiden olduğu gibi biraz gizemli olmayı başarabilmeli.  

30 Ocak 2013 Çarşamba

Benim Kitaplarım

Tezer Özlü'nün "Yaşamın Ucuna Yolculuk" isimli kitabı için "benim kitabım" tabiri pek uymuyor aslında. Çünkü var oluşu sorgulayan ve yaşama karamsar bir bakış açısıyla yaklaşan bu kitabı okumak beni biraz yordu diyebilirim. 

Kitapta en çok hoşuma giden şey anlatıcının -aslında otobiyografik bir okumayla ele aldığımızda yazarın kendisinin- yaptığı yolculuklar. Anlatıcı sevdiği yazarların kentlerine gidiyor ve onları yaşadıkları, eserlerini yazdıkları mekanlarda keşfediyor. Kafka'nın izinde Prag sokaklarında gezerken, İtalya'nın Trieste kentinde yazar Italo Svevo'nun kızıyla tanışıp yazarın dünyasına biraz daha yakından bakmış oluyor. Kitap okumanın keyifli bir yanı da yazarların eserlerinde gönderme yaptığı başka yazarları tanımak. Tezer Özlü sayesinde az bilinen bir yazar olan Svevo'yla da tanışıyorsunuz.

Bence kitabın en ilgi çekici kısımları yirmi bir tane uyku hapı alarak Roma Oteli'nin 35 numaralı odasındaki bir yatağa takım elbisesiyle ölmeye yatan Cesare Pavese'nin yazarın gözüyle anlatıldığı bölümler. Zaten kitabın büyük bir bölümü Pavese'nin kitaplarından yapılmış alıntılar ve bunların yazara düşündürdükleri üzerine kurgulanmış. YKY Yayınları kitabı "anlatı" başlığıyla yayımlıyor. Kitabın türü için kesin bir şey söylemek zor. Roman ve günlüğün harmanlandığı bir tür olduğu söylenebilir. Tezer Özlü, Pavese'nin yaşamından ve eserlerinden oldukça etkilenmiş. İki yazar arasındaki bir başka benzerlik de aynı günde -9 Eylül- doğmuş olmaları. Yaşamları da acıyla yoğrulmuş ve son bulmuş bu iki yazarın. Bu kitabı okuyunca görüyorsunuz ki her yazar metni aracılığıyla başka bir yazara gönderme yapıyor aslında. Edebiyat daha önce söylenmiş nice sözün, yazılmış nice kelimenin yazarın dünyasında tekrar yoğrulmasıyla hayat buluyor. 

Tezer Özlü, bize insanın kendi varlığından bile sıkılabileceğini, burjuva yaşamının tatsızlığını, insanların yalnız olduklarını ve en yakınlarımız dahil bizi kimsenin gerçekten anlamadığını, yaşamın sonsuz bir doyumsuzluktan ibaret olduğunu, acı olmadan edebiyat olamayacağını anlatıyor. Bunu yaparken yazarın kelimelerinden kan damlıyor, acı hissediliyor. Okur kendi yalnızlığının en kuytu alanlarına kısılıp kalıyor. 

Bu kitabı okuduktan sonra benim de dileğim Tezer Özlü gibi bir gün sevdiğim yazarların kentlerini onların izinden giderek keşfetmek. Dostoyevski gibi bir dehanın yetiştiği Petersburg'da Raskolnikov'un, Stavrogin'in, Karamazov Kardeşlerin yaşadığı döneme gitmek, Prag'ın kafelerinden birinde kahve yudumlarken Dava'nın sayfalarını karıştırmak, Yaşar Kemal'in o müthiş insanlarını yaratan Çukurova'nın uçsuz bucaksız düzlüklerinde, köyünden Çukurova'ya pamuk toplamaya giderken bütün hayatının muhasebesini yapan Meryemce'yi hatırlamak, İstanbul'un büyük bir imparatorluğun görkemini taşıyan tarihi semtlerinin bütün sokaklarını tek tek gezerken Tanpınar ve Orhan Pamuk'un İstanbul'undan geriye ne kaldığını görmek, kasvetli  ve yağmurlu bir havada Almanya sokaklarını arşınlarken Hermann Hesse'nin o çok eleştirdiği küçük burjuva  toplumunu düşünmek isterim. Sevdiğim yazarları kendi kentlerinde keşfetmek isterim. Dilerim ki yaşamım bana istediklerimi gerçekleştirme fırsatı versin...

23 Ocak 2013 Çarşamba

Madde mi ağır manâ mı?

Yazar Metin Kaçan'ın sorduğu bu sorunun cevabını şimdilik veremiyoruz. Kendisi maddenin ağırlığına dayanamayacak hale gelmiş olmalı ki manâ alemine gitmeye karar verdi.

Ölüm haberini alınca üzüldüm. Sanırım 90'lı yılları düşününce aklımıza gelen ilk şeylerden biri Müjde Ar ve Okan Bayülgen'in müthiş oyunculuklarıyla döktürdükleri Ağır Roman filmidir. O filmin kitabı da varmış diyerek dizisi ya da filmi çekilen kitapları sonradan keşfeden bir milletiz ama sanırım çoğu kişi bu romanın varlığından haberdardır. Filmi izledikten sonra uzun süre etkisinde kalmış ve kitabı da okumuştum. Orta sonda ya da lisedeydim sanırım. Kitabın üslubu ve yazarın anlattığı dünya bana bir hayli ağır gelmişti. Yıllar sonra yeraltı edebiyatına ilgi duyup bu türün dünyaca ünlü yazarlarını okuyunca ve edebiyatla akademik düzeyde de ilgilenmeye başlayınca romanın edebiyatımızdaki önemini daha iyi anladım. Gıli Gıli'si, Gaftici'si, Tina'sı ve Salih'iyle tüm Kolera sakinleri başta bir dünyanın diliyle konuşuyorlardı ve Kaçan'ın dünyası tamamen yerli ve mahalliydi. Okuduğum kitaplar arasında argoyu bu kadar yerinde ve güzel kullanan başka bir romana rastlamadım. 

Metin Kaçan'ın ölümünden sonra edebiyatımıza kattıkları değil, kişiliği ve eylemleri üzerine konuşuldu daha çok. Sosyal medyada yapılan yorumlar beni çok rahatsız etti. Biz ölülere bile saygısı olmayan insanlara dönüşmüşüz meğer. İnsanlar bilgi sahibi olmadıkları bir konuda bile konunun uzmanıymış gibi ahkam kesebiliyorlar. Aslında Metin Kaçan'ın tecavüz suçundan yargılandığını, hüküm giydiğini ve davanın tam bir sonuca bağlanamadığını intiharından sonra yazar hakkında yapılan yorumları okurken öğrendim. Yazarların yaşamlarına ilgi duyarım aslında ama 1995'te yaşanan bu olayı duymamışım. 

Yapılan yorumlarda büyük bir yazardı, Kolera onsuz öksüz kaldı diyerek Metin Kaçan'ı göklere çıkaranlar olduğu gibi dünya bir pislikten, tecavüzcüden kurtuldu diyerek etmedikleri hakaret bırakmayan insanlar da vardı. Bu yorumları okurken yazarın yaşamının ve kişiliğinin eserlerinin önüne geçip geçmeyeceğini düşündüm. Eğer iddia edildiği gibi Metin Kaçan bir tecavüzcü olsaydı Ağır Roman'ı sevmeyecek miydim? Hayır bence Kaçan'ın kişiliği Ağır Roman'ın büyük bir eser olarak adlandırılmasını engellemez. Kişilik olarak bir yazara ya da şaire saygı duymayabilirim, ideolojisini ve dünya görüşünü benimsemeyebilirim. Zaten edebiyat tarihinde bize bunu düşündüren ilk yazar da Metin Kaçan değil. Edebiyatta kişisel görüşlerin ve beğenilerin eserin değerlendirilmesini ne yönde etkilediği tartışılan bir mesele. 

Sonuçta Metin Kaçan kendi isteğiyle bu hayattan gittiği için hakkındaki gerçeği tam olarak bilemeyeceğiz ancak yazarın romanının adı gibi ağır bir yaşam yaşadığı görülüyor. Adını arama motoruna her yazdığınızda yazar kimliğinden önce tecavüzcü kelimesinin gelmesi büyük bir travma olsa gerek. Yazmak ağır bir yük bazıları için. Sanırım Kaçan kendi türünde tek ve büyük bir roman yazarak bu yükü taşıdı ve yazı onun laneti oldu. Yazmak onu mutlu etmedi. Yazarın birkaç eseri daha var ama hiçbiri Ağır Roman'ın önüne geçemedi. Yakınları büyük bir dehaya sahip olduğunu, sürekli yazdığını ama yazdıklarını yakıp yok etmeyi seçtiğini, aslında yazacağı pek çok şey olduğunu söylüyor. Maalesef ki özgün bir anlatı dünyası olan bu yazarı daha çok tanıyamadık. Ölüsünü bile rahat bırakmadık, arkasından söylenmeyen şey kalmadı. 

Son sözüm konuşurken çok cesur olamayıp klavyelerinin başına geçince herkese her şeyi söyleyebileceklerini sanan ergen sosyal medya kullanıcılarına: putlaştırdığınız sanal dünyanız gün olur sizin de bir açığınızı yakalar, biz de o zaman anlayıp dinlemeden sizi tek bir sözcükle yaftalarız. Nasılsa şimdilik hepimiz ölümüne kadar hayattayız.