Aylık Okuma Notları (Eylül)
1. Necati Cumalı’nın
üç kitaptan oluşan Tütün Zamanı serisinin ilk kitabı Zeliş, edebiyatımızın en
güçlü kadın karakterinden birinin yer aldığı bir roman. Cumalı’nın memleketi
Urla’da geçen romanda tütün işçilerinin yaşamı anlatılırken komşu iki ailenin
çocukları olan Zeliş ve Cemal’in aşkı olay örgüsünün merkezinde bulunuyor.
Toplumcu gerçekçi edebiyatımızın en bilinen eserlerinden olan Zeliş’te belli
bir toplumsal sınıfın hayat koşulları fazla dramatize edilmeden, klişe anlatım
unsurlarına başvurulmadan olağanca gerçekçi bir bakış açısıyla sunuluyor. Yine
birçok toplumcu gerçekçi eserin aksine ağız özellikleri kullanılmadan yalın bir
dille yazılan romanda sinematografik unsurlar öne çıkıyor. Çevrelerindeki
engelleri aşamayan ve aşklarını özgürce yaşayabilmek için köylerinden kaçan
Zeliş’le Cemal’in başına neler geleceğini film izler gibi takip ediyorsunuz. Bu
özelliğinden dolayı Cumalı’nın birçok eseri gibi sinemaya da aktarılmış zaten
roman. Henüz izleyemedim ama başrolde Yılmaz Güney olduğu için merakım arttı. Yazarın
iyimser bir bakış açısıyla umutlu bir sona ulaşan bu hikâye, sonu itibarıyla da
beni mutlu etti. Erkek egemen toplumun karşısında aşkı için savaşan Zeliş’i
herkesin tanımasını isterim. Zeliş o kadar güçlü bir karakter ki Cemal biraz
arka planda kalıyor zaten.
Bu arada kitabı
anneme de okuttum. Hikâyeyi sevdi ve serinin geri kalanını da okumak istedi.
İkinci kitap Yağmurlarla Topraklar, bambaşka bir olay örgüsüne sahip olduğu
için onu okumayı bıraktı. Zeliş’in devamının olmadığına inanmak istemedi nedense
😊
2. Seçmeli derste
kirli gerçekçilik akımını işlemeyi planladığım için bu akımın öncülerinden John Cheever’ın iki kitabını okudum bu ay. İlki 2016’da Ayça
Sabuncuoğlu tarafından çevrilen Bullet Park romanı. Romanda hayatları birbiriyle
kesişen Eliot Nailles ve Paul Hammer’ın Amerikan banliyölerinden biri olan
Bullet Park’ta yaşadıkları olaylara yer veriliyor. Birinci ve üçüncü bölümde olaylar,
3. tekil kişinin ağzından anlatılırken, 2. bölümde 1. tekil anlatıcının yani
Hammer’in bakış açısıyla bakıyoruz yaşananlara. Başlangıçta Cheever’ın üslubu
biraz tuhaf geliyor ama olaylar ilerledikçe yazarın alay ve kara mizahı
barındıran üslubuna aşina oluyorsunuz. Kesinlikle rahatsız edici bir tarzı var.
Aile kavramını da yerle bir ediyor neredeyse ama tespitleri çok sahici bence. Normal
ve normal olmayan kıyaslamasını da çok iyi yapıyor. Mesela dışarıdan normal
olarak görülen bir ailenin içinde ne gibi bityenikleri (Cheever’ın bir öyküsünün
isminden aldım bu ifadeyi) olabilir acaba? Aldatma, yalanlar, samimiyetsizlik. İşte kusursuzmuş gibi görünen Hammer’ın aile
çevresinde ne ararsanız çıkıyor bir bir. Öykülerinde olduğu gibi ilginç bir sonla bitiyor
romanı Cheever. Yani bu kadar anlatılandan sonra her şey değişti ve hiçbir şey değişmedi demek
istiyor gibi. Bu arada roman, 1969’da basılmış Amerika’da. Bize neden bu kadar
geç geldi acaba?
3. Bullet Park’ı
bitirince okuduğum Yüzücü’nün çevirisi Tomris Uyar’a ait. Everest Yayınları’nın
bastığı kitap, 2011’de yayımlanmış. Kitaba yazdığı ön sözde Cheever’ı Amerika’nın
Çehov’u olarak nitelemiş Uyar. Sanırım bu nitelemeden sonra herkes bu ifadeyi
kullanmış Cheever için. Hayatın içindeki sıradan olayları ve durumları
anlatmaları bakımından benzetilebilirler birbirlerine belki ama iki yazarın bakış açıları çok farklı
bence. Dönem ve coğrafya farkıyla Çehov’un küçük insanı, Cheever’da küçük
burjuvaya dönüşüyor. Bullet Park’ta olduğu gibi öykülerde de Amerikan banliyölerindeki
evlere giriyoruz davetsiz bir misafir gibi. Mutlu görünen ailelerin aslında mutlu olmadıkları,
ilişkilerin çıkara dayandığı, paranın insani duygulara yön verdiği, çocukların
yalnızca soyu devam ettirme amacıyla yapıldığı ortaya çıkıyor böylece. Kitaptaki her
öykü birbirinden güzel ki öykü kitaplarında bunu yakalamak zordur. İlla
arada çok da sevmediğiniz bir öykü çıkar. Yüzücü’deki her öykü ise bir anlatım
zirvesi bana kalırsa. Öykü nasıl yazılır dersi. Öyküyle özel olarak ilgilenenler es geçmesin derim. “Dev Radyo”, “Sutton
Meydanı’nın Öyküsü”, “Merhem”, “Bityeniği” ve “Yüzücü” benim en sevdiklerim.
4. John Cheever’dan
sonra yine Amerikan edebiyatından devam edeyim istedim ve sıra bu sefer
yıllardır kütüphanemde duran Toza Sor kitabına geldi. Bu kitabın yazarı John
Fante de tıpkı Cheever gibi kirli gerçekçiliğe bağlı ve Amerikan edebiyatının
en önemli isimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Avi Pardo’nun çevirdiği
eserde Fante’nin kendisinden izler taşıyan kahramanı yazar-anlatıcı Arturo Bandini’nin
yaşadıkları anlatılıyor. Kitabın ön sözünü yazan Charles Bukowski, Fante’yi
okuduğunda çok etkilenmiş ve şöyle düşünmüş: “Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum
sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti”. Gerçekten
de içindeki duyguları olağanüstü bir içtenlikle ve samimiyetle aktaran Bandini,
yer yer kendisine kızsanız da sevdiğiniz, hatta bazen acıdığınız bir kişi
oluveriyor. Çok sahici. Ne yaşıyor ve hissediyorsa sınır koymamış kendine, hepsini yazmış Fante. Bandini, yoksulluk çeken ve yazmayı hayatının
yegâne amacı hâline getirmiş genç bir yazar. Onun yazma ve yazdıklarını
yayımlatma yolunda çektiği sancıları, yaratıcı dehasının günlük hayatın
gerçekleri karşısında yenik düşmesini okurken aşklarını ve cinselliği yaşayış
biçimini de takip ediyoruz bir yandan. Bandini bir gece birahanede Camilla adlı
bir kadınla tanışıyor ve hayatı bir daha eskisi gibi olmuyor. Sonu da oldukça
etkileyiciydi. Ben çok sevdim ve Fante okumaya devam edeceğim. Kitaptan
sevdiğim bir cümleyi de yazmak isterim ki Fante’nin yaşam felsefesi bu bence: “Hayat böyle yaşanmalıydı, gayesizce
dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün
şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna.” (s. 145).
5. Sıradaki Amerikalı
gelsin o zaman 😊 Amerika banliyölerini anlatmasıyla bilinen
bir diğer yazar Richard Yates’in geçen sene yayımlanan Sessiz Sahil adlı kısa
romanını okudum. Aslında sinema uyarlamasında Leo’cuğumun (Leonardo di Caprio)
Kate’le (Winslet) birlikte döktürdükleri Bağımsızlık Yolu’nu okuyacaktım ama Cheever
ve Fante sayesinde kafam biraz karışınca onu sonraya bıraktım. Sessiz Sahil’in
orijinal adı Cold Spring Harbor ki olaylar da Long Island’ın bu küçük
kasabasında geçiyor zaten. Neden Sessiz Sahil olarak çevrildiğini pek
anlayamadım. Kitapta anlatılan olaylar dedim ama aslında çok olay da yok. Yates, karakterlerinin iç dünyalarını ve bunalımlı kişiliklerini tasvir ediyor daha
çok. Yolları bir biçimde kesişen Shepard ve Drake ailelerinin merkezde olduğu
romanda aile bireylerinin hiçbiri mutlu değil. Shepard ailesinin kafası karışık
oğlu Evan, genç yaşta bir evlilik yaşayıp boşanıyor ve aradan birkaç yıl
geçtikten sonra Drake ailesinin kızı Rachel’la evleniyor. Rachel’ın annesi
Gloria, yarı deli bir kadın. Evan’ın babası Charles ise asker emeklisi. Olaylar
bu kişiler etrafında gelişen ilişki ağının anlatılmasından ibaret. Savaş
sonrasındaki Amerika’daki ortam resmediliyor bir yandan da. Yates, çok güçlü bir kalem bence.
Kitabı neden sevdiğimi tam olarak açıklayamam belki ama ortada bir Yates üslubu
var işte. Merakla okunuyor. Gerçi sonda Evan, eski eşi Mary’ye dönünce biraz gıcık
oldum kendisine. Yazık etti saf ve iyi niyetli Rachel’a.
6. Bu kadar Amerika
yeter diyerek tekrar o pek sevdiğim Norveç semalarına döndüm. Bu aralar çok
konuşuluyor Erlend Loe. Hatta ay başında İstanbul’a söyleşiye bile geldi. Ben
Doppler romanıyla sevmiştim kendisini. Sonra Naif. Süper’i okudum. Hatta iki
kitapla ilgili yazım da var Oggito’da. Neredeyse Loe uzmanı olacağım yani 😊
Doppler romanında bizim kafası karışık aile babamız Andreas, her şeyi bırakıp ormana
yerleşmişti. Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda İsveç ve Norveç ormanlarında
geçirdiği üç yılın ardından yuvasına dönmeye karar veriyor. Bu arada bu kitap
serinin üçüncüsüymüş. Bahsettiğim üç yıllık -ki bence okunmaya değer bir kısım burası-
dönemde yaşadıkları ikinci kitapta anlatılıyormuş. YKY, umarım onu da yayımlar.
Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda Doppler, evine döndü dedim ya hiçbir şey bıraktığı
gibi değil. Eşi Solveig ve çocukları başka bir adamla yaşıyor. Çözülmesi
gereken en büyük problem bu. Doppeler ne yapıp edip ailesinin yanına taşınıyor
tekrar; ama ne günlük yaşama adapte olabiliyor ne de ailesiyle duygusal bir bağ
kurabiliyor. Bir yerden sonra her şeyi bırakıp televizyon ve internet dünyasına
dalıyor, günlük hayattan kopuyor iyice. Loe, kendine özgü ironik bakış açısı ve
mizahi diliyle güzel ve yerinde tespitler yapıyor, kapitalizmi eleştiriyor,
insanı özüne dönmeye çağırıyor. Bir yerde pembe blogçularla dalga geçiyordu
orası çok hoşuma gitti. Doppler’in geyik Bongo’yla kurduğu ilişki var bir de
muazzam. Keşke Bongo gibi bir arkadaşım olsaydı diyorum. Sonlara doğru Doppler,
ilginç bir şekilde bir porno yıldızı oluyor. Gerisini anlatmayayım artık siz
okuyun. Bence bazı yerlerde tekrara düşüyor yazar. Bu cümleleri daha önce okumuştum
hissi oluşuyor. Doppler kadar sevemedim o yüzden. Belki Doppler’i çok sevdiğim içindir,
bilemem. Loe ne yazsa okurum yine de.
Bazı kişiler Loe’nin biraz fazla abartıldığını söylüyor ama ben katılmıyorum
açıkçası. Seviyorum işte, laf ettirmem :)
7. Kapanış şiirle
olsun. Kırmızı Kedi’nin şiir kitapları serisini seviyorum. Kapakları çok hoş bir
kere. Arka kapakta kitap ya da şairle ilgili bir bilgi vermeden bir şiir
paylaşıyorlar sadece. Ön kapakta da birkaç dize oluyor yine. Tuğrul Tanyol’un
Ansızın Yaz kitabını adından dolayı yazın okumaya başlamıştım aslında; ama sonu eylüle kaldı. Tanyol,
şiirimizin önemli ve üretken isimlerinden biri. Ben ilk kez okudum. Bir Yaz
Gecesi Her Şey Olabilir’den sevdiğim bir bölümü paylaşıyorum:
sevgiyle öptün beni
ağacım yeşerdi
şimdi
tüm güller ansızın solabilir
bir yaz gecesi her şey olabilir
bu kalp! bu gizli duvar
ona çarpıp savrulan rüzgâr
bir sırdı, unutuldu
aramızda hâlâ
söylenmemiş
şeyler var