14 Ekim 2018 Pazar

Benim Kitaplarım


Aylık Okuma Notları (Eylül)


1. Necati Cumalı’nın üç kitaptan oluşan Tütün Zamanı serisinin ilk kitabı Zeliş, edebiyatımızın en güçlü kadın karakterinden birinin yer aldığı bir roman. Cumalı’nın memleketi Urla’da geçen romanda tütün işçilerinin yaşamı anlatılırken komşu iki ailenin çocukları olan Zeliş ve Cemal’in aşkı olay örgüsünün merkezinde bulunuyor. Toplumcu gerçekçi edebiyatımızın en bilinen eserlerinden olan Zeliş’te belli bir toplumsal sınıfın hayat koşulları fazla dramatize edilmeden, klişe anlatım unsurlarına başvurulmadan olağanca gerçekçi bir bakış açısıyla sunuluyor. Yine birçok toplumcu gerçekçi eserin aksine ağız özellikleri kullanılmadan yalın bir dille yazılan romanda sinematografik unsurlar öne çıkıyor. Çevrelerindeki engelleri aşamayan ve aşklarını özgürce yaşayabilmek için köylerinden kaçan Zeliş’le Cemal’in başına neler geleceğini film izler gibi takip ediyorsunuz. Bu özelliğinden dolayı Cumalı’nın birçok eseri gibi sinemaya da aktarılmış zaten roman. Henüz izleyemedim ama başrolde Yılmaz Güney olduğu için merakım arttı. Yazarın iyimser bir bakış açısıyla umutlu bir sona ulaşan bu hikâye, sonu itibarıyla da beni mutlu etti. Erkek egemen toplumun karşısında aşkı için savaşan Zeliş’i herkesin tanımasını isterim. Zeliş o kadar güçlü bir karakter ki Cemal biraz arka planda kalıyor zaten.
 
Bu arada kitabı anneme de okuttum. Hikâyeyi sevdi ve serinin geri kalanını da okumak istedi. İkinci kitap Yağmurlarla Topraklar, bambaşka bir olay örgüsüne sahip olduğu için onu okumayı bıraktı. Zeliş’in devamının olmadığına inanmak istemedi nedense 😊


2. Seçmeli derste kirli gerçekçilik akımını işlemeyi planladığım için bu akımın öncülerinden John Cheever’ın iki kitabını okudum bu ay. İlki 2016’da Ayça Sabuncuoğlu tarafından çevrilen Bullet Park romanı. Romanda hayatları birbiriyle kesişen Eliot Nailles ve Paul Hammer’ın Amerikan banliyölerinden biri olan Bullet Park’ta yaşadıkları olaylara yer veriliyor. Birinci ve üçüncü bölümde olaylar, 3. tekil kişinin ağzından anlatılırken, 2. bölümde 1. tekil anlatıcının yani Hammer’in bakış açısıyla bakıyoruz yaşananlara. Başlangıçta Cheever’ın üslubu biraz tuhaf geliyor ama olaylar ilerledikçe yazarın alay ve kara mizahı barındıran üslubuna aşina oluyorsunuz. Kesinlikle rahatsız edici bir tarzı var. Aile kavramını da yerle bir ediyor neredeyse ama tespitleri çok sahici bence. Normal ve normal olmayan kıyaslamasını da çok iyi yapıyor. Mesela dışarıdan normal olarak görülen bir ailenin içinde ne gibi bityenikleri (Cheever’ın bir öyküsünün isminden aldım bu ifadeyi) olabilir acaba? Aldatma, yalanlar, samimiyetsizlik.  İşte kusursuzmuş gibi görünen Hammer’ın aile çevresinde ne ararsanız çıkıyor bir bir. Öykülerinde olduğu gibi ilginç bir sonla bitiyor romanı Cheever. Yani bu kadar anlatılandan sonra her şey değişti ve hiçbir şey değişmedi demek istiyor gibi. Bu arada roman, 1969’da basılmış Amerika’da. Bize neden bu kadar geç geldi acaba? 


3. Bullet Park’ı bitirince okuduğum Yüzücü’nün çevirisi Tomris Uyar’a ait. Everest Yayınları’nın bastığı kitap, 2011’de yayımlanmış. Kitaba yazdığı ön sözde Cheever’ı Amerika’nın Çehov’u olarak nitelemiş Uyar. Sanırım bu nitelemeden sonra herkes bu ifadeyi kullanmış Cheever için. Hayatın içindeki sıradan olayları ve durumları anlatmaları bakımından benzetilebilirler birbirlerine belki ama iki yazarın bakış açıları çok farklı bence. Dönem ve coğrafya farkıyla Çehov’un küçük insanı, Cheever’da küçük burjuvaya dönüşüyor. Bullet Park’ta olduğu gibi öykülerde de Amerikan banliyölerindeki evlere giriyoruz davetsiz bir misafir gibi. Mutlu görünen ailelerin aslında mutlu olmadıkları, ilişkilerin çıkara dayandığı, paranın insani duygulara yön verdiği, çocukların yalnızca soyu devam ettirme amacıyla yapıldığı ortaya çıkıyor böylece. Kitaptaki her öykü birbirinden güzel ki öykü kitaplarında bunu yakalamak zordur. İlla arada çok da sevmediğiniz bir öykü çıkar. Yüzücü’deki her öykü ise bir anlatım zirvesi bana kalırsa. Öykü nasıl yazılır dersi. Öyküyle özel olarak ilgilenenler es geçmesin derim. “Dev Radyo”, “Sutton Meydanı’nın Öyküsü”, “Merhem”, “Bityeniği” ve “Yüzücü” benim en sevdiklerim. 

4. John Cheever’dan sonra yine Amerikan edebiyatından devam edeyim istedim ve sıra bu sefer yıllardır kütüphanemde duran Toza Sor kitabına geldi. Bu kitabın yazarı John Fante de tıpkı Cheever gibi kirli gerçekçiliğe bağlı ve Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Avi Pardo’nun çevirdiği eserde Fante’nin kendisinden izler taşıyan kahramanı yazar-anlatıcı Arturo Bandini’nin yaşadıkları anlatılıyor. Kitabın ön sözünü yazan Charles Bukowski, Fante’yi okuduğunda çok etkilenmiş ve şöyle düşünmüş: “Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti”. Gerçekten de içindeki duyguları olağanüstü bir içtenlikle ve samimiyetle aktaran Bandini, yer yer kendisine kızsanız da sevdiğiniz, hatta bazen acıdığınız bir kişi oluveriyor. Çok sahici. Ne yaşıyor ve hissediyorsa sınır koymamış kendine, hepsini yazmış Fante. Bandini, yoksulluk çeken ve yazmayı hayatının yegâne amacı hâline getirmiş genç bir yazar. Onun yazma ve yazdıklarını yayımlatma yolunda çektiği sancıları, yaratıcı dehasının günlük hayatın gerçekleri karşısında yenik düşmesini okurken aşklarını ve cinselliği yaşayış biçimini de takip ediyoruz bir yandan. Bandini bir gece birahanede Camilla adlı bir kadınla tanışıyor ve hayatı bir daha eskisi gibi olmuyor. Sonu da oldukça etkileyiciydi. Ben çok sevdim ve Fante okumaya devam edeceğim. Kitaptan sevdiğim bir cümleyi de yazmak isterim ki Fante’nin yaşam felsefesi bu bence: “Hayat böyle yaşanmalıydı, gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna.” (s. 145). 


5. Sıradaki Amerikalı gelsin o zaman 😊 Amerika banliyölerini anlatmasıyla bilinen bir diğer yazar Richard Yates’in geçen sene yayımlanan Sessiz Sahil adlı kısa romanını okudum. Aslında sinema uyarlamasında Leo’cuğumun (Leonardo di Caprio) Kate’le (Winslet) birlikte döktürdükleri Bağımsızlık Yolu’nu okuyacaktım ama Cheever ve Fante sayesinde kafam biraz karışınca onu sonraya bıraktım. Sessiz Sahil’in orijinal adı Cold Spring Harbor ki olaylar da Long Island’ın bu küçük kasabasında geçiyor zaten. Neden Sessiz Sahil olarak çevrildiğini pek anlayamadım. Kitapta anlatılan olaylar dedim ama aslında çok olay da yok. Yates, karakterlerinin iç dünyalarını ve bunalımlı kişiliklerini tasvir ediyor daha çok. Yolları bir biçimde kesişen Shepard ve Drake ailelerinin merkezde olduğu romanda aile bireylerinin hiçbiri mutlu değil. Shepard ailesinin kafası karışık oğlu Evan, genç yaşta bir evlilik yaşayıp boşanıyor ve aradan birkaç yıl geçtikten sonra Drake ailesinin kızı Rachel’la evleniyor. Rachel’ın annesi Gloria, yarı deli bir kadın. Evan’ın babası Charles ise asker emeklisi. Olaylar bu kişiler etrafında gelişen ilişki ağının anlatılmasından ibaret. Savaş sonrasındaki Amerika’daki ortam resmediliyor bir yandan da. Yates, çok güçlü bir kalem bence. Kitabı neden sevdiğimi tam olarak açıklayamam belki ama ortada bir Yates üslubu var işte. Merakla okunuyor. Gerçi sonda Evan, eski eşi Mary’ye dönünce biraz gıcık oldum kendisine. Yazık etti saf ve iyi niyetli Rachel’a. 


6. Bu kadar Amerika yeter diyerek tekrar o pek sevdiğim Norveç semalarına döndüm. Bu aralar çok konuşuluyor Erlend Loe. Hatta ay başında İstanbul’a söyleşiye bile geldi. Ben Doppler romanıyla sevmiştim kendisini. Sonra Naif. Süper’i okudum. Hatta iki kitapla ilgili yazım da var Oggito’da. Neredeyse Loe uzmanı olacağım yani 😊 Doppler romanında bizim kafası karışık aile babamız Andreas, her şeyi bırakıp ormana yerleşmişti. Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda İsveç ve Norveç ormanlarında geçirdiği üç yılın ardından yuvasına dönmeye karar veriyor. Bu arada bu kitap serinin üçüncüsüymüş. Bahsettiğim üç yıllık -ki bence okunmaya değer bir kısım burası- dönemde yaşadıkları ikinci kitapta anlatılıyormuş. YKY, umarım onu da yayımlar. Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda Doppler, evine döndü dedim ya hiçbir şey bıraktığı gibi değil. Eşi Solveig ve çocukları başka bir adamla yaşıyor. Çözülmesi gereken en büyük problem bu. Doppeler ne yapıp edip ailesinin yanına taşınıyor tekrar; ama ne günlük yaşama adapte olabiliyor ne de ailesiyle duygusal bir bağ kurabiliyor. Bir yerden sonra her şeyi bırakıp televizyon ve internet dünyasına dalıyor, günlük hayattan kopuyor iyice. Loe, kendine özgü ironik bakış açısı ve mizahi diliyle güzel ve yerinde tespitler yapıyor, kapitalizmi eleştiriyor, insanı özüne dönmeye çağırıyor. Bir yerde pembe blogçularla dalga geçiyordu orası çok hoşuma gitti. Doppler’in geyik Bongo’yla kurduğu ilişki var bir de muazzam. Keşke Bongo gibi bir arkadaşım olsaydı diyorum. Sonlara doğru Doppler, ilginç bir şekilde bir porno yıldızı oluyor. Gerisini anlatmayayım artık siz okuyun. Bence bazı yerlerde tekrara düşüyor yazar. Bu cümleleri daha önce okumuştum hissi oluşuyor. Doppler kadar sevemedim o yüzden. Belki Doppler’i çok sevdiğim içindir, bilemem.  Loe ne yazsa okurum yine de. Bazı kişiler Loe’nin biraz fazla abartıldığını söylüyor ama ben katılmıyorum açıkçası. Seviyorum işte, laf ettirmem :)


7. Kapanış şiirle olsun. Kırmızı Kedi’nin şiir kitapları serisini seviyorum. Kapakları çok hoş bir kere. Arka kapakta kitap ya da şairle ilgili bir bilgi vermeden bir şiir paylaşıyorlar sadece. Ön kapakta da birkaç dize oluyor yine. Tuğrul Tanyol’un Ansızın Yaz kitabını adından dolayı yazın okumaya başlamıştım aslında; ama sonu eylüle kaldı. Tanyol, şiirimizin önemli ve üretken isimlerinden biri. Ben ilk kez okudum. Bir Yaz Gecesi Her Şey Olabilir’den sevdiğim bir bölümü paylaşıyorum:


sevgiyle öptün beni
ağacım yeşerdi
şimdi
tüm güller ansızın solabilir
bir yaz gecesi her şey olabilir

bu kalp! bu gizli duvar
ona çarpıp savrulan rüzgâr
bir sırdı, unutuldu
aramızda hâlâ
            söylenmemiş şeyler var