28 Aralık 2010 Salı

Fısıldadıklarım 1





Klasik gitarın sesini çok severim. Lise yıllarımda gitar çalmaya heves etmiş ve kursa gitmiştim. O yıllarda -gerçi hâlâ öyledir- erkekler kızları tavlamak için gitar çalmaya özenirlerdi daha çok. Benim gitar çalmaya özenmem böyle bir nedene bağlanamaz ama ne yalan söyleyeyim kursta çok hoş bir çocuk vardı. Flamenko çalıyordu  ve onun gürültülü müziğinden biz çaldığımız şeyi duyamıyorduk. Ayrıca o kadar iyi çaldığı için sinir oluyorduk kendisine. Bu çocuk, sonra kurstaki başka bir kızı beğendi ve ben ona daha da sinir oldum ama geçelim. Konumuz bu değil.

Kursa Ayça diye bir arkadaşımla birlikte giderdik. Sonradan Ayça ile iletişimimiz koptu ama lise yıllarında gayet iyi geçinirdik. Kurstaki hoca, bize klasik gitar çalan herkesin bildiği bir şarkıyı çalışmamızı önermişti bir keresinde. Parça Asturias'tı. Uzun bir parçaydı ve zordu da. Ayça'yla gaza gelip az da olsa şarkıyı çaldığımızı zannettiğimizde hoca gelmiş ve "Yalnız bu parçada fa diyez var." demişti. Yani parçayı yanlış çalmıştık ve sinirlenerek en baştan çalışmak zorunda kalmıştık. Sonunda parçanın çeyreğinin çeyreğini falan çalmayı becerebildim. Birileri "Kursa gidiyormuşsun. Birşeyler çalsana." dediklerinde hep bu parçayı çalardım. Sonra Öss derdiydi falan gitarı bıraktım. Zaten çok sabır ve emek gerektiren bir işti. Bende o kadar sabır yoktu. Bugün nerede Asturias'ın çaldığını duysam biraz hayıflanırım kendi kendime. Keşke çalmaya devam etseydim derim. Sırf Asturias'ı çalmak için bile klasik gitar öğrenmeye değer. 

Çoğu insanın kitap okumak, sinemaya gitmek, fotoğraf çekmek gibi ilgi alanları vardır. Benim ilgi alanlarımdan biri ise kursa gitmek. ( Dikkat edilirse hobi demiyorum. Güzel Türkçe'mizi kullanıyorum.) Gitar kursundan sonra pek çok kursa gittim ve çoğunu da yarıda bıraktım. benim gibi sabırsız ve aceleci bir insan için bazı şeyleri öğrenmek çok zor çünkü. Her şeyi hemen öğreneyim istiyorum. Araba kullanmayı öğrenirken bile durum değişmedi. Direksiyonun başına ikinci geçişimde usta şoför olmak zorundaydım. İlk oturuşumda debriyajı, freni, gazı öğrendim işte ne var. Hemen şehir trafiğine çıkmalı, iyi araba kullanmalıydım ama beceremedikçe kendime kızıp duruyordum. Neyse birkaç hafta sonra öğrendim az da olsa.

İşte benim kişisel tarihim biraz da yarım bırakılmışlıkların tarihidir. En son bıraktığım kurs, flamenko kursuydu. Aslında flamenkoya devam etmek isterdim ama çok yoğun bir dönemime denk geldi. ( Bu bir bahane olabilir mi? Flamenko çok zor bir dans ya da beceremedim demiyorum da.) Hem ne güzel dans ayakkabılarımı almış ve ilk kez topuklu ayakkabı giymiştim. Ayakkabının çıkardığı sesi, ayakların ritmini duymak çok zevkliydi. Ayrıca evde flamenko çalışırken ayakkabının çıkardığı sesle komşuları da rahatsız edebiliyordum. Bu da güzeldi.

Bir de fotoğraf kursu var. Onu bitirebildim ama fotoğraf makinelerinin yapısını pek çözemedim. Makinenin ayarlarını yaparken az da olsa matematik bilgisine sahip olmak gerekiyordu. En azından örtücüyü ve diyaframı kavrayabilmek için. Ayrıca benim dijital bir makinem de yoktu. Eski bir Zenit'im vardı. Ayarlarda yaptığım hataları anlamak için dijitalde çekim yapmak benim hayrıma olurdu. Ama parasızlığın gözü çıksın : ) Ayrca bir kere güzel kareler yakalamıştım ama filmim yanmıştı. Neyse artık ekonomik durumumu düzelttiğime göre iyi bir makine alıp güzel fotoğraflar çekebilir ve uygun bir zamanda tekrar flamenkoya başlayabilirim diye düşünüyorum. 


Bu arada kendimde blog içinde sürekli yeni bölümler açma eğilimi görüyorum. Bakalım sonumuz nereye varacak. Hayırlısı.

19 Aralık 2010 Pazar

Bu yol nereye gider, bu yol?

Yollar gidiyorum durmadan, yollar. Ve diyorum ki yol, bir hareket etme biçimi midir? Yoksa durma biçimi mi? 

Yolda yürürken biri bana yol sorsa ya da tesadüfen birinin "Bu yol nereye gider?" diye sorduğunu işitsem içimden "Yol, bir yere gitmez. O bir durma biçimidir." demek gelir. Tabii tutarım kendimi ve içimden bu cümleyi tekrarlarken hafiften gülümserim. Yılmaz Erdoğan'ın bir şiirinde geçer bu cümleler. Taa lisedeyken sevdiğim şiirleri yazdığım bir şiir defterim vardı (ki hâlâ durur). Şiirden anlamadığım günlerdi ama bazı akşamlar ablamla oturur, defterimizi açar ve şiirler okurduk. Bazen bu defterin kime ait olduğuna dair tartışırdık. Sonunda ikimizin defteri olduğuna karar verirdik. İkimizin de el yazısıyla yazılmış şiirler vardı çünkü defterde. Yılmaz Erdoğan'ın şiirlerini de okurduk. Özellikle "Yeni Bir Sayfada Sana Bakmak" şiirini. "Sana bakmak suya bakmaktır, sana bakmak Allah'a inanmaktır" mısralarını sesimize duygusal bir hava katarak okur, içlenir, liseli aşklarımızı düşünürdük. 

Aradan zaman geçti gerçek şiiri tanımaya başladım ve beğenilerim değişti; ama Yılmaz Erdoğan'ın bazı şiirlerinin hâlâ güzel olduğunu düşünürüm. En azından "Bu Yol Nereye Gider" diye sorarım kendime. 

Yol, duruma göre hareket etme ya da durma biçimi olabilir. Uzak ya da kısa mesafe fark etmez, nereye gidersek gidelim yer değiştirmiş, dolayısıyla da hareket etmiş oluruz. Özellikle yolumuz, bizi sevdiğimiz bir coğrafyaya taşıyorsa hareket etmenin ayrı bir değeri vardır. 

Sürekli olarak uzun, çok uzun yolculuklar yaptığımızda ise hareket ettiğimiz hissinden uzaklaşırız. Yol bir türlü bitmez çünkü. Otobüste cam kenarında oturmuş, başımızı cama yaslamışızdır meselâ. Sürekli geçtiğimiz yolları takip ederiz. Köyler, kasabalar, şehirler hatta ülkeler geçeriz. Ağaçları, ırmakları, camileri, tarlaları, bulutları, güneşi geride bırakırız. Dümdüz, hiç eğrilmeyen bir zaman çizgisinde, meçhule gider gibiyizdir. Yakınından geçtiğimiz ağaç bizim için bir şey ifade etmez. Ağacın çam mı, kestane mi, ayva mı olduğu önemli değildir. Öylesine bir silüetin yanından geçer gideriz işte. Her şey olduğu yerde durur. Hiçbir şey hareket etmez. Zaman durmuştur sanki, yekpare bir andır sadece o. Geçip gitmesi bile etkilemez bizi.  O yüzden yol, bir durma biçimidir. 

Otobüste cam kenarında yer kapamayan şanssız yolcu kitlesi için ise yol hiç ama hiç bitmez. O, tamamen bir durma biçimidir. 

17 Aralık 2010 Cuma

Sevdiğim Mısraların Bana Düşündürdükleri 2

Gitsem de her yerde biraz vardır
Hatırda zamansız bir plak
Bir otel kapısı, biraz istasyon
Vardır o seninle birlikte olmak
Buluşur çok uzaktan ellerimiz
Ve nasıl göz gözeyiz ansızın bir infilâk. ( Edip Cansever- İnfilâk ) 

diyebilmek isterdim ama sen gözlerini kaçırıyorsun, bir türlü göz göze gelemiyoruz. 

Aşka dair düşünmeyi bıraktım bir süredir. Aşksız da mutlu olunabiliyormuş. Nasıl olsa bir gün gerçekleşecek bir şey üzerinde bu kadar kafa yormaya gerek yokmuş.

Bir şeyin olmasını ne kadar bekliyorsak o kadar olmuyor. Beklemek ve düşünmemek lazım. Hayat sadece aşktan ibaret değil ya. Aşksız da mutlu olunabilir.

"Hayatında güzel şeyler oluyor. Biraz da şükretmeyi öğren." diyor ablam bana. Haklı da. Kariyerime dair güzel gelişmeler oldu hayatımda. Şükretmeliyim evet. Her zaman her istediğim olamaz. Bütün güzellikler aynı anda gelemez. Benim gibi her işinde aceleci olan biri için ne kadar zor olsa da sabretmek lazım. 

diyorum diyorum da niye gözlerini benden kaçırıyorsun çocuk? Biliyorum bunu işte kaçırıyorsun gözlerini. 

4 Aralık 2010 Cumartesi

Yaşadıklarımı Değerlendirme Kılavuzum 2

* Yaklaşık bir buçuk aydır hayatım yollarda geçiyor. Ben bir yıl boyunca bu yolculukların süreceğini düşünürken hayat karşıma bir fırsat çıkardı ve yaşadığım şehirde iş buldum. Bu yüzden mutluyum ve hayatta güzel şeylerin de olabileceğine inanmaya başlıyorum. 

Yolculuklar sırasında insan farklı olaylar ve insanlarla karşılaşıyor. Bu durum yazan insanlar için çok faydalı oluyor diye düşünüyorum; çünkü sürekli yer değiştirince insanın gözlem gücü artıyor ve her yeni karşılaştığı durum insanda merak ve ilgi uyandırıyor. Ben bu yolculuklarım sırasında çeşitli malzemeler biriktirdim ama yazmaya zamanım yok malesef. Daha Bursa maceraları hakkında da yazacaktım sözüm ona. 

* Geçen hafta gece yolculuğunda tam koltuğuma rahat rahat kurulmuş, başımın altına da otogardan aldığım yumuşacık yastığı yerleştirip uyku pozisyonu almıştım ki yanımdaki kızla çocuğun tanışmalarına ve samimiyeti ilerletip sohbete dalmalarına şahit oldum. Bu durum beni bir hayli sinirlendirdi. Hem rahatımı kaçırmışlardı bu insanlar, hem de yine karamsar düşüncelere sardırmama neden olmuşlardı. Mesela ben niye bir otobüs yolculuğu sırasında tesadüfen hayatımın aşkıyla tanışmıyordum da bu sinir bozucu bir ses tonu ve tavırları olan gıcık kız karşılaşıyordu? ( Belki de tamamen uyduruyorum. Bu iki insan birbirine aşık falan olmadı. Hatta belki bir daha hiç görüşmediler. Ama benim muhayyilem bunlara izin vermiyordu. İlla aşk meşk katacaktım bu yolculuk hikayesine de.) 

* ATP turun son maçında ekselansları Federer ile "popoya külot kaçırma sendromundan muzdarip" Rafael Nadal karşılaştı. Federer ile Nadal arasında Galatasaray ve Fenerbahçe arasındaki rekabeti anımsatan bir rekabet vardır. Dünyanın en iyi oyuncuları arasında olan Federer, Nadal'a yenilir sürekli. Ama bu son maçta çok iyi oynayan Federer, Nadal'ı yendi. Aslında ikisini de çok severim ama Federer'in yenmesine çok sevindim. Çünkü Federer'in korttaki mütevazı tavırları, maçtan sonra yaptığı konuşmalardaki alçakgönüllü tavrı çok hoşuma gidiyor. Nadal ise çok hırslı ve agresif. 

Neticede bu iki sporcu arasındaki rekabeti izlemek çok keyifli. Birbirlerine karşı son derece kibar ve saygılı olan Federer ile Nadal'ın gerçek hayatta da iyi anlaştıkları söyleniyor. Umarım bu rekabeti, Federer yaşlanıp tenise veda etmeden önce birkaç yıl daha izleyebiliriz.

* Bu aralar Ankara bol sanatlı günler yaşıyor. Hem tiyatro festivali var hem de Gezici Film festivali. Bu hafta Marx'ın Dönüşü adlı oyunu ve Çoğunluk filmini izledim festivallerde. Bunların üzerine daha ayrıntılı yazmak istiyorum ama zaman yok gerçekten. Yazmanın ne kadar ciddi bir mesai istediğini anladım şimdi. 

Ayrıca ben blog yazma konusunda bile kararsızım. Bazen bu yazdıklarım ne işe yarar diye düşünüyorum. Benim kişisel meselelerimle kim ilgilenir? Ya da bırak başkalarını kendini düşün sadece. Niye bloğa yazıyorsun, deftere falan yazsana? Ama yazmak; yemek, içmek gibi bir ihtiyaç oluyor bazen. İnsan kendi varoluşunu anlamlandırmaya çalışıyor bu yolla. Üstelik ben iyi yazmadığımı düşünerek yazıyorum çoğu zaman. Ama olsun bir gün iyi şeyler yazarım belki. İyi yazmanın sürekli yazmakla ulaşılacak bir yetenek olduğunu okudum pek çok yerde. Yılmadan, bıkmadan, yorulmadan yazmak lazım iyiye ulaşana kadar.

Blog yazmanın çeşitli tehlikeleri olduğunu da düşünüyorum aslında. Diyelim ki ben birine olan kırgınlığımı ya da kızgınlığımı belirteceğim ve bunu kötü sözler kullanarak yapacağım. Ya da ne bileyim birini ağır bir dille eleştireceğim. O insanın benim yazdıklarımı okuma ihtimali de çok yüksek. O zaman ne yapmalı? Düşündüklerimizi açık açık yazmamalı mı? Sanal ortamda hiçbir şey gizli kalmaz çünkü. Her şey eninde sonunda açığa çıkacaktır. 

Sövme Köşesi: Gülmeyi ayıp karşılayan ve çok gülen insanları eleştiren insan topluluğu! Gülmek bir erdemdir bence. Özellikle acıyla yoğrulmuş hayatların yaşandığı bir coğrafyada inadına gülebilmek, daha da büyük bir erdemdir.