12 Ocak 2017 Perşembe

Belleğin Parçalanan Akışında Yolculuk



Mehmet Eroğlu’nun büyük bir kurgu ustalığıyla yazdığı romanı Belleğin Kış Uykusu’nda “geçmişi olmayan, anısız bir güne uyanan” M’nin yaptığı sıradışı bir tren yolculuğu anlatılır. Kim olduğunu, nerede yaşadığını, hatta adını bile hatırlamayan M, evinde bulduğu bir zarftaki bileti alır ve birkaç yolcusu olan, son durağı belirsiz bir trene biner. Bir sirki andıran bu tren gerçek bir mekândan çok fantastik bir mekândır.

Yolculuğun başından sonuna kadar M’ye eşlik eden iki kişi vardır: Palyaço ve Bay G. Garip tavırları, kılık-kıyafetleri ve konuşmalarıyla M’yi tedirgin eden bu iki kişi ona geçmişi hatırlaması ve kendi kişiliğini bulmasında yardımcı olurlar. Yakışıklı, sağlıklı ve kadınların hayran olduğu bir adam olan Bay G, sürekli olarak mutluluktan, neşeden ve eğlenceden söz eder. Yaşamın acılarından nasibini almayan Bay G yaşamın acılardan arınmış yüzünü tanımıştır yalnızca. Bay G, M’nin hayatı boyunca olmak isteyip de olamadığı kişidir ve onun düşlerini gerçekleştirmiştir. M’nin birlikte olmak istediği kadınlarla olmuş, gezmek istediği yerleri gezmiştir. Palyaço ise bilgeliği temsil eden biri olarak yolculuk boyunca hep büyük laflar eder. Trendeki bir oyunsa eğer oyunu yöneten de Palyaço’dur. Palyaço kimi zaman sinsiliğiyle şeytanı hatırlatır.

Tren M’nin hayatını simgelerken trenin vagonları M’nin belleğinin bölümleri olarak düşünülebilir. M’nin hayatına yön vermiş olan insanlar Palyaço’nun istediği zaman vagonda ortaya çıkarlar. Trenin diğer yolcuları M’nin hayatında iyi veya kötü iz bırakmış kişilerdir. M’nin bilinçaltında yer etmiş olan bu kişiler yolculuğu boyunca soluk birer gölge gibi M’nin  karşısına çıkarlar ve belleğindeki boşlukları doldurmasına yardımcı olurlar. Yolculuk karanlık bir atmosferde geçer ve M’nin belleğindeki boşluklar aydınlandıkça güneş açmaya başlar. Belleğin yolculuğunda geçmiş ve gelecek birbirine karışırken M geçmişini keşfettikçe gençleşir. M’nin hayatına giren insanlar birer yolcu olarak trendeki yerlerini aldıkça parçalar tamamlanmaya ve gerçek kimlikler ortaya çıkmaya başlar. M’nin ilk cinsel fantezilerini süsleyen oyuncu Sevgi Seval, ilk aşkı Lerzan, konservatuvardaki sevgilisi Gönül gerçeküstü boyuttan ayrılıp gerçek birer karakter kazanan ilk kişilerdir. Sır perdesi yavaş yavaş açıldıkça bulmacanın diğer parçaları da tamamlanır ve M’nin annesi, kardeşi Ahmet, karısı Suzan, ikiz çocukları, hayatının aşkı Nesrin ortaya çıkarlar.

M’nin kişiliğinin oluşmasında önemli bir rolü olan annesi romanın ilginç karakterlerinden biridir. M ile annesinin saplantılı bir ilişkileri olmuştur. Bir nevi Oedipus kompleksine kapılan M, babasının kaybının annesinin kalbinde açtığı derin boşluğu tamamlamaya çalışmış ve annesi istediği için keman çalmaya başlamıştır. Keman M için zamanla babasını simgeleyen bir nesne haline gelir ve M büyük bir müzisyen olma fikrinden uzaklaşır. Annesi M’nin bilinçaltının karanlık yanıdır ve M ona ait hatıraları biraz da utançla hatırlar. Romanda çok ayrıntılı bir biçimde işlenmeyen anne-oğul ilişkisi M’nin hayatının kırılma noktasını oluşturur.

Kitapta kadın karakterlerin ve cinsellik temasının ön plana çıktığını görmekteyiz. M’nin hayatına giren kadınlar ve onlarla yaşadıkları olay örgüsünün temelini oluştururken Palyaço, Bay G ve M kadınlar, aşk, sevgi ve cinsellik konusunda uzun konuşmalar yaparlar. Başta Sevgi Seval olmak üzere  kadın karakterlere romanda fazlaca yer veren yazar, M’nin hayatında daha önemli yeri olan erkek karakterleri -örneğin kardeşi Ahmet’i- ihmal etmiştir. Eroğlu’nun diğer kitaplarında da sıkça rastladığımız cinsellikle ilgili görüşlerinde aşkın kaynağını yalnızca cinsel dürtülerde arayan Schoupenhauer’ın etkisi vardır.

Yolculuğun sonuna yaklaşılırken M’ye hayatının kırılma anına geri dönme şansı verilir. M belleğini uykudan uyandırıp bütün hayatını hatırladığında “ayaklarının dibinde kırık bir keman duran, kendini asmış çıplak bir kadın; yağmurlu bir günde boş iki çukura bakan bir adam; morgdaki işkence görmüş cesetler; boş gözlerle karnına bastırdığı ellerini süzen yorgun bir kadın; onlarca çocuğun sıkıştırıldığı sınıf, boş bir banka defteri, ilaç ve ter kokan loş hastane koridorları, çikin bir köpek, aydınlık bir bahçede birbiriyle alt alta üst üste oynaşan iki erkek çocuk, plaklar…” dan (s.195-196)  oluşan bir tabloyla karşılaşır. Palyaço M’ye yazgısını değiştirmeyi ve acısız bir hayatı teklif eder. Şeytanla pazarlığa oturan Faust gibidir M. Palyaço ise Faust’a haz ve zevk içinde yaşayabileceği bir âlemi vadeden Şeytan Mefistofeles. M, acının olmadığı ideal ülkede yani cennette yaşamayı reddeder; çünkü “Acının bulunmadığı yerde Tanrı, Tanrı’nın bulunmadığı yerde de zaman yoktu[r].” (s.233) Acının olmadığı bir yerde kalırsa bütün insanî değerlerinden uzaklaşacağını ve hayatına anlam kattığını o güne dek fark edemediği hatıralarını kaybederse daha da mutsuz olacağını düşünen M, yolculuğunun sonunda “acının değerli, acısız hayat dileğininse boş ve anlamsız bir hayat olduğunu” (s.246) fark eder. M’nin yolculuğunun kıssadan çıkarılacak hissesi budur. Hayatta herkesin öğreneceği şeyler vardır ve M için bu yolculuk hayatının dersi olur. Hayatın anlamını kavrama dersi.

Romanlarının birçoğunda varoluşçu felsefenin izlerini gördüğümüz Mehmet Eroğlu bu romanında da varoluş problemi üzerinde durur ve insanın varoluş nedenlerini sorgular. Palyaço, Bay G ve M’nin uzun diyalogları hayata, insana ve varoluşa dair çeşitli soruları ve tespitleri içerir. Anlatıcı bu soruları hem kendine hem okura sorar gibidir. Bu yönüyle okuru etken kılan, düşünmeye ve sorgulamaya iten bir romandır Belleğin Kış Uykusu. Ancak anlatıcının sorduğu sorulan cevaplanması kolay sorular değildir: Mutluluk nedir? Hayattaki en önemli erdem nedir? Geçmişi silerek ya da unutarak geleceği yaşamak mümkün müdür? Hayat dediğimiz şey nedir? Hayatımızı yaşanmaya değer kılan şeyler nelerdir? Bizi en çok insan yapan şeyler nelerdir? Acı nedir? Tanrı’ya niçin inanırız? İnsan neden sevme ihtiyacı hisseder? İnsan acısız bir hayat için anılarından vazgeçer mi?

Yazar, özellikle “acı” kavramı üzerinde durur, hatta acıyı kutsallaştırır. Hayatımızı değerli kılan şeylerin başında yaşadığımız acıların geldiğini söyler Çünkü acılarımız bizi değiştirir, olgunlaştırır, mutluluğun kıymetini anlamamızı sağlar. Acısız bir dünyada sanat, aşk, vicdan ve adalet yoktur. Sanatın kaynağında acı vardır. Yazar sevgiyi de yüceltir ve hayattaki en önemli şeyin sevgi olduğunu vurgular.

Yazar, bu soruların cevaplarını aradığı bölümlerde aforizmalara ağırlık veren bir dil anlayışı geliştirmiştir. “Yoksulluğa karşı takınılan vurdumduymaz kayıtsızlık, insanlığa yöneltilmiş bir soykırımdan farksızdır.” (s.230) “Mutluluk dediğimiz bir aldanıştır; yine de sürekli olmasını isteriz bu aldanışın.” (s. 36) “Hayat mutsuz kişilerin anlamını çözmeye çalıştıkları bir bilmecedir.” (s.271) gibi kitabî sözlerle konuşur roman kişileri. Konuşmalarında Nietzsche, Filozof Solon, Oscar Wilde ve Kierkegaard’tan alıntılar yaparlar. Yazarın büyük bir roman yazmak kadar büyük sözler etmek hevesine de kapıldığı için yer verdiği uzun diyaloglar neticesinde zaman zaman romanın kurgusal bütünlüğünden uzaklaşılmış, roman evreni gerçekliğinden ve doğallığından koparılmıştır. Romanın en büyük teknik zaafı burada ortaya çıkar.

Eroğlu’nun romancılığının başka bir özelliği de edebiyatın varoluş nedenini bir sorunsal olarak eserine taşımasıdır. Yazar edebiyatın amacını ve yazarın yazma edimine verdiği anlamı sorgular. Palyaço’ya göre “Edebiyat, hayattan ve insandan söz etmek demektir. Daha doğrusu, hayat edinirken yazgısını değiştirmeye çalışan insandan”. (s. 37) M’nin annesi ise edebiyatı şöyla tanımlar: “Edebiyat bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varamadığımız hayatlar hediye eder.” (s. 270)

Romanın en başarılı yanı fantastik ve gerçekçi unsurların bir araya getirilmesiyle oluşan usta işi kurgusudur. Romanın kurgusunda hiçbir boşluk yoktur. İlk başta anlam veremediğimiz patlama sesleri, marş söyleyen askerler, öğrencisini arayan bir müzik öğretmeni, işkence çığlıkları, keman çalan çocuk, çocuğunu emziren bir anne vb. unsurlar belleğin kapısı aralandıkça yerine oturur ve giz perdesi aralanır. Mekânın ve karakterlerin tuhaflığı, olayların anlamsızlığı okurda merak uyandırır. Yazarın sorduğu sorular hayatımızın anlamını sorgulamamıza neden olur. Eğer M’ye verildiği gibi bize de bir şans verilirse hayatımızı değiştirip değiştiremeyeceğimizi, anılarımızdan vazgeçip vazgeçemeyeceğimizi düşünürüz. Mehmet Eroğlu, hepimizin belleğinden geçen düşünceleri kurgusal dünyaya aktarmış, okurun etkisinden uzun süre kurtulamayacağı özgün ve yaratıcı bir romana imza atmıştır.

*Yazıda geçen tüm alıntılar şu kitaptan alınmıştır: Mehmet Eroğlu, Belleğin Kış Uykusu, Agora Kitaplığı, İstanbul 2006.



Deliler Teknesi Dergisi'nin Mart-Nisan 2013 tarihli 38. sayısında yayımlanmıştır.

Yalnızlık Kalesinde Bir Kader Sürgünü: Giovanni Drogo

İtalyan yazar Dino Buzzati’nin 1940’ta yayımlanan Tatar Çölü romanı, varoluşun anlamını sorgulayan ve okuru kendi yazgısı üzerinde düşünmeye iten bir romandır. Roman, Teğmen Giovanni Drogo’nun ilk görev yeri olan Bastiani Kalesi’ne gidişiyle başlar. Drogo; bir yanında Kuzey Krallığı’na ait topraklardaki uçsuz bucaksız bir çöl, diğer yanında sarp kayalıklar ve dağlar bulunan bu kalede dört ay kalmayı planlar. Ancak insanlardan ve yaşamın tüm nimetlerinden soyutlanmış olan kalede ömrünün otuz yılından fazlasını geçirir. Drogo; çölün gizemli cazibesi, alışkanlıklarının mutluluk veren rahatlığı ve zamana hükmedebileceğine dair inancıyla kendini olayların akışına bırakmış;  tatlı bir uyuşukluk ve mesleğinin gerektirdiği görev bilinciyle yıllarını harcamıştır.


Buzzati’nin romanı ile modernist edebiyatın öncülerinden Kafka’nın, varoluş problemine ait  felsefî düşüncelerini romanın kurgusal zeminine aktaran Albert Camus ve Jean Paul Sartre’ın eserleri arasında paralellik kurulmuştur. Bunun başlıca sebebi adı geçen yazarların eserlerinde “varoluşun anlamı” izleğinden yola çıkmalarıdır. Öyleyse Tatar Çölü ile Kafka, Camus ve Sartre’ın eserleri arasındaki benzerlikleri bularak yapılacak bir değerlendirme okura farklı bakış açıları kazandıracaktır. 

Kafka, eserlerinde 20. yüzyıl insanının yaşadığı tüm bunalımları, Kafkaesk adı verilen kendine özgü bir yapı ve anlatım tarzı içinde anlatmış; mizahî dili ve ironiye ağırlık veren üslûbuyla bireyin özgürlüğünü kısıtlayan hatta yok eden bürokrasiyi, aile kurumundan başlamak üzere tüm devlet mekanizmalarını eleştirmiştir. Kafka, dış dünyanın somut gerçekliğini bir yana bırakarak metaforlar aracılığıyla yeni bir gerçeklik düzlemi yaratır. Böylece böceğe dönüşen insanlar, ulaşılmak istenen bir hedef olarak belirlenen ama hiç ulaşılamayan mahkeme salonları ile şatolar yaratır. Buzzati de romanında varlığa ait problemleri sorgularken Kafka gibi çeşitli simgelerden yola çıkar. Buzzati’nin Tatar Çölü’nde yer verdiği simgeler; çöl, kale ve şehirdir. Drogo’nun yıllarca yaşadığı kale, onun içinden bir türlü çıkamadığı labirentidir. Aslında sadece Drogo değil; kaledeki tüm askerler, bir gün kaleden ayrılacaklarını düşünerek orada ömür tüketmişlerdir. Kale; yakınından yöresinden kimselerin geçmediği, geçmiş zamanlardaki stratejik önemini yitirmiş, eski bir sınır ucu kalesidir. Kale; insanın alışmak zorunda kaldığı, tekdüze, hiçbir sürprize ve gelişmeye yer vermeyen, hep aynı akışta ilerleyen hayatı temsil eder. Uçsuz bucaksız, üzeri daima kalın bir sis perdesiyle örtülmüş olan Tatar Çölü ise umut ve güzel düşlerle dolu bir geleceği simgeler. Askerler, bir gün kuzeyden büyük bir askerî birliğin geleceğini ve savaş çıkacağını ümit ederler. Bu ümit, onları kaledeki yaşama bağlayan tek şeydir. Drogo, kaleye ilk geldiği günlerde saraylar, kiliseler ve romantik caddelerle dolu şehri özlemiş; sık sık şehir hayatı ile kaledeki hayatı karşılaştırmıştır. Şehir; yüce, ideal ve özlenen bir hayatı temsil eder. Ancak Drogo, kaledeki yaşama alıştıktan sonra şehir hayatına, hatta şehirdeki annesi ve sevgilisine bile yabancılaşır.

Kafka’nın devlet mekanizmalarına yönelik eleştirisi, Tatar Çölü’nde Buzzati tarafından askerlik mesleğine ve bu mesleğin hiyerarşik düzenine karşı geliştirilmiştir. Askerler; uzun yıllardır önemini yitirmiş bir bölgeyi korumak için sabah akşam nöbet tutarlar, yüce bir sorumluluk duygusu ve görev bilinciyle mesleklerinin tüm yükümlülüklerini aksatmadan yerine getirirler. Kaledeki düzen yönetmeliğe göre sağlanır, askerler yönetmeliğe uymak zorundadır. Yönetmelik; hiçbir işlevi olmayan, saçma sapan kurallara uymayı gerektirir. Hatta yönetmelik gereği bir asker, en yakın arkadaşı olan bir başka askeri parolayı bilmiyor diye gözünü kırpmadan vurabilir. Ortada ne bir düşman ordusu ne de herhangi bir tehlike varken, askerlerin yönetmeliğe uyma çabası gülünç hatta saçma bir hâl alır. Buzzati, alaycı üslûbuyla yönetmelik ve askerlerle dalga geçer. Askerî düzeni aksatmadan işletmeye çalışan bu askerler, bir süre sonra ne yaptıklarının farkında olmayan otomatlar hâline gelirler. Askerler özgür iradeleriyle hareket eden bir “özne” değil, içinde bulundukları hiyerarşik düzenin tüm kurallarını yerine getirmeye çalışan silik birer “nesne”dir. Buzzati, sıradan hayatlarını bir kahramanlık destanına çevirmeye çalışan askerleri gülünç bir duruma sokar. Drogo ve bütün askerlerin hayatı birer yanılsamadan ibarettir aslında. Askerler, çöle ve oradaki düşmanlara dair birtakım efsaneler uydururlar ve gerçek olmadıklarını bildikleri hâlde efsanelere sığınma ihtiyacı duyarlar.  Çünkü onlar, sıradan bir yazgıya sahip olmayacaklardır. Tarih; birer cesaret, güç ve onur timsali olan bu askerlerin hikayelerine de kahramanlık destanlarında yer vermelidir.



“Saçma” kavramını geliştiren Camus’ye göre insan, eninde sonunda ölümle sonuçlanacak olan hayatın saçmalığını kabul etmeli ve buna göre yaşamalıdır. Drogo, kaleye geldikten kısa bir süre sonra yönetmeliğe, nöbet değişimlerine, çölün üzerindeki sis tabakasına, sevimsiz bulduğu odası ve eşyalarına, onu bir türlü uyutmayan sarnıcın sesine, satranç partilerine ve at yarışlarına alışır; yazgısını değiştirme çabasını anlamsız ve saçma bulur. Gizli bir güç onun kaderini bu kaleye bağlamıştır sanki. Drogo, henüz romanın başında huzursuzdur ve uzun yıllardır beklediği şey -subay olmak- gerçekleştiğinde yaşamında büyük bir değişikliğin olacağını hissetmektedir. Alışkanlıklarının esiri olmuş, edilgen ve iradesiz Drogo, kaderine boyun eğer ve yaşamını değiştirmek için hiçbir çaba göstermez. Zaten önceden belirlenmiş bir yazgıya karşı savaşmak saçmadır.

Buzzati’nin kahramanı Drogo’nun alışkanlıkların tatlı uyuşukluğu içinde zamanla hiçbir şeyi yadırgamadan hayatına devam etmesi ile Camus’nün Yabancı romanının kahramanı Meursault’nun annesinin ölümüne ve durup dururken bir insanı öldürüp katil olması gerçeğine kolayca alışması arasında benzerlik vardır. Meursault, “İnsan eninde sonunda her şeye alışır.” ( Camus, 2008:77) fikrini savunur. İnsanın her şeye alışmasını sağlayan zamandır. Buzzati, zaman kavramı üzerinde özellikle durur ve zamanı genellikle bir nehre ya da yola benzeterek tasvir eder. Yaşam defterinde sayfalar arka arkaya çevrilirken zaman denilen yolun hiç bitmeyeceği sanılır; ama yolculuk nihayet “ufukta ölçüsüz, hareketsiz ve kurşun rengi bir denizin çizgisi belirene kadar” ( Buzatti, 2011:50) devam edecektir. İnsanın bu akışta hiçbir rolü olmaması varoluşu anlamsızlaştırır.

Drogo; Yabancı’nın Meursault’su, Kafka’nın Gregor Samsa ve Josef K’sı, Sartre’ın Roquentin’i gibi yalnız bir insandır. Drogo, kalede geçirdiği ilk akşamda dünyada ne kadar yalnız olduğunu hissetmiştir. Ardından geçen yıllarda bu yalnızlık duygusu giderek artar. Hatta Drogo, dünyada kendisine en yakın kişi olan annesinin bile zaman geçtikçe kendisinden uzaklaştığını hisseder. Ömrünün son dönemlerinde dünyadaki tüm insanların tek başına olduklarını düşünür: “İşte tam da o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne kadar büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.” ( Buzzati, 2011: 193)

Drogo’nun annesi ve sevgilisi ile kurduğu ilişki de Meursault’nun ilişkilerine benzer. Meursault annesini sevmesine rağmen yaşamın saçmalığını bildiği için onun ölümünü oldukça olağan karşılar hatta bu gerçeklik karşısında kayıtsız bir tavır takınır. Drogo da geçen zamanla birlikte annesiyle arasında oluşan soğukluğa alışır ve annesine karşı bile içten olamayacağını düşünür. Meursault kendisini seven Marie’ye karşı nasıl kayıtsızsa Drogo da Maria’yla evlenmekten vazgeçmiş ve kaleye geri dönmüştür. Ancak Meursault ile Drogo arasında belirgin bir fark vardır: Meursault, kişiliğine bir yön vermeye çalışan toplumsal kalıpların hiçbirine girmemiş, kendi bildiğini okumuştur. Oysa Drogo karşı çıkmadan yazgısına boyun eğmiştir.

Jean Paul Sartre’ın Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin de Drogo gibi hayatını yemek yemek, uyumak, kitap okumak gibi belli rutinler çerçevesinde devam ettiren, yalnız ve güçsüz biridir. Ancak Roquentin, her şeyi olduğu gibi kabullenen Drogo’nun aksine durmadan varlığını sorgular, hatta kendi varoluşundan belirsiz bir tedirginlik ve utanç duyar. Dünyanın saçmalığını yüreğinde bulantı hissedecek derecede açık seçik görebilen Roquentin, bulantıdan kurtulamayınca tarih kitabı yazmak için yaptığı araştırmayı yarıda bırakır ve Paris’e yerleşir. Drogo ise hayat için çabalamanın saçma olduğunu anlayınca ideal bir hayatın merkezi olan şehre dönmemiş, kalede kalmıştır. Otuz yılın ardından kalede herkesin beklediği mucize gerçekleşmiş ve düşman askerleri çöl sınırından harekete geçmiştir. Ancak Drogo çok hastadır ve savaşta hiçbir işe yaramayacağı için kaleden uzaklaştırılmıştır. Drogo’nun bütün ömrünü bir mucize için kalede heba etmesi hiçbir işe yaramamıştır. Drogo sonunda en büyük düşman olan ölümle karşı karşıya kalır.

Kuşkusuz ki Tatar Çölü, Bulantı gibi felsefî bir roman değildir. Sartre, felsefî görüşlerini temellendirmek için kendi sözcüsü ilan edebileceği bir roman karakteri yaratmış; onun iç hesaplaşmalarını, çelişkilerini dile getirirken aynı zamanda kendi düşüncelerini de aktarmıştır. Oysa Buzzati, Kafkaesk romanın kimi unsurlarını kullanmasına rağmen geleneksel roman anlayışının dışına çıkmamıştır.

Tatar Çölü romanının gizemli ve karanlık bir atmosferi vardır ve bu, okuyucuyu tedirgin eder. Okuyucu tıpkı Drogo gibi yaşam savaşında başarısız olacağını, kendi kalesine hapsolup kalacağını ve mucize getireceğini beklediği bir çöle bakmanın yararsızlığını fark eder. Kendi yaşam defterinin yaprakları da hızla çevrilmekte ve sona yaklaşılmaktadır. O zaman yaşamın anlamı nedir? Tatar Çölü, okuyucuyu kendisi ve yaşamıyla yüzleşmeye çağıran ve düşündüren  bir romandır. Her iyi okuyucunun böyle anlamlı bir okuma deneyiminden geçmesi gerekir.

Kaynaklar
Dino Buzzati, Tatar Çölü, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
Albert Camus, Yabancı, İstanbul, Can Yayınları, 2008.
Franz Kafka, Dava, İstanbul, Can Yayınları, 2005.


* Ayraç Dergisi'nin Eylül 2011 tarihli 23. sayısında yayımlanmıştır.

İçinden taşra, çocukluk ve hüzün geçen öyküler


2000'lerin başından itibaren ortaya çıkan genç öykücülerle birlikte Türk öykücülüğünde yeni bir dönemin başladığı söylenebilir. Öykünün çoğu zaman romanın gölgesinde kalan bir tür olduğu düşünülse de son zamanlarda edebiyat dergilerinin sayısının artmasıyla ve blogların yeni bir yazı alanı olarak kullanılmasıyla birlikte genç öykücüler seslerini daha kolay duyurmaya başladılar. Genç öykücüler kuşağının son temsilcilerinden biri de Mahir Ünsal Eriş. Yazarın geçtiğimiz yıl yayımlanan ve büyük bir ilgiyle karşılanan ilk kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, bazı okurlar tarafından henüz keşfedilmişken yazarın ikinci öykü kitabı Olduğu Kadar Güzeldik kısa bir süre önce raflardaki yerini aldı.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'de daha çok Çanakkale, Bandırma ve Erdek civarında geçen, yazarın çocukluk ve ilkgençlik dönemlerindeki gözlemlerinden yola çıkarak yazdığı on dört öykü var. Bu öykülerin birkaçında yazar, Ankara'ya uğrasa da öykülerin asıl mekânı taşra. Yazar bize bu öykülerde en yakın arkadaşları ölünce canı sıkılan, ölümü tatil gibi bir şey sanan, Allah'tan korkup Atatürk'ü seven, konsomatris posterine bakıp ablasını özleyen erkek çocuklarını; olmadık zamanlarda giden kadınları, kanserden ölecek olursa diye kendisinden çok çocukları için üzülen anneleri, biten aşkların ardından acı çeken genç kızları anlatıyor. Herkesin kendisine yakın hissedeceği, her zaman ve her yerde karşılaşabileceğimiz insan portreleri çiziyor. Bu öykülerde sesi bangır bangır çıkan bir gündelik hayat var.



Türk edebiyatında taşra, farklı dönemlerde farklı bakış açılarıyla anlatılmış ve tasvir edilmiş bir mekândır. Taşra, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Cumhuriyet aydınlanmasının etkilerinin hissedildiği, yeni gelişmeye başlayan ve aydınların tanımaya çalıştığı uzak bir coğrafyaydı. Taşra bazı yazarlar tarafından huzur, sakinlik ve dinginlik verdiği için sığınılan veya kaçılan bir yer olarak tasvir edildi.  1950'lerden sonra ise varoluşçu edebiyatın etkisiyle taşra; tekdüzeliği, geri kalmışlığı ve yabaniliği ile orada olmaktan sıkıntı duyulan bir mekân olarak görüldü. Pek çok yazar Nurdan Gürbilek'in deyimiyle "taşra sıkıntısı"nı duyumsadı ve bunu eserlerine yansıttı.[1] Edebiyattaki bu taşra algısı Türk sinemasında da benzer eğilimlerle varlığını sürdürdü. 2000'li yıllarda Nuri Bilge Ceylan (Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak, Bir Zamanlar Anadolu'da), Semih Kaplanoğlu  (Yusuf Üçlemesi: Yumurta, Süt ve Bal) ve Reha Erdem (Beş Vakit) başta olmak üzere yönetmenler  "taşra sıkıntısı" ile ilgili filmler çektiler ve çekmeye devam ediyorlar. Her ne kadar bugün merkez-taşra ayrımı eskisi kadar belirgin olmasa da Mahir Ünsal Eriş de öykülerinde bugün yaşadığı "merkez"den kendi taşrasına bakıyor; ancak onun taşrası sıkıntı duyulan bir yer değil. Kimi zaman hüzünle kimi zaman da neşeyle hatırlanan bir çocukluk diyarı. Belki de bu neşenin sebebi yazarın taşrasının uçsuz bucaksız bozkırlara değil, denize bakmasıdır. Buraya hüzün; yaz sonunda kalabalık azalınca, tatilciler evlerine dönünce, sahiller boşalınca çöker.

Her iki kitapta da öykülerin çoğu yazlık sinemaları, çay bahçeleri ve evlerden yükselen kederli müzikleriyle hatırlanan 1980'lerde geçiyor. 80'lerin siyasi ve toplumsal atmosferinin etkileri öykülerin hepsinde kendini hissettirse de birkaç öyküde belirgin olarak ortaya çıkıyor. İlk kitaptaki "Vakitlice Gelmeyen Çiş" öyküsünde bir yanlışlık sonucu karakola alınıp dövülen Ali'nin, ikinci kitaptaki "Kanatlarımız Olsa Be Metin" ve "Stoper"de ise bir zamanlar devrim olacağına inanan eski devrimcilerin öyküsünü okuyoruz. Mahir Ünsal Eriş, bize sadece bir daha geri gelmeyecek çocukluk yıllarını değil, daha adil bir dünya düzeni hayal eden; ancak ideallerini gerçekleştirememiş  ya da inandığı değerlerin çöktüğünü görmüş bir kuşağı da anlatıyor. Bu yüzden Eriş'in öykülerinde nostaljik bir yan olsa bile her iki kitabı da son zamanlarda popüler hale gelen, 80'lerde ya da 90'larda geçen bir çocukluğu nostaljik ve romantik bir havayla anlatan eserlerle bir tutmamak gerekir. Yazar kendi gözlemlerini yansıtırken bir dönemi  ve o dönemin insanlarını da anlatmıştır.

İkinci kitap Olduğu Kadar Güzeldik'te ilk kitaptakine benzer temalar, yine benzer bir dil ve üslupla anlatılıyor. Yazar yine Çanakkale, Bandırma ve Biga civarında dolaşıyor; arada bir Ankara, İstanbul ve Samsun'a uğruyor. Bu sefer ilk kitaptakilere göre daha uzun olan sekiz öykü var kitapta. Buradaki "Zehir Miktarda" öyküsü Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'deki "Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar" öyküsünün; "İşe Çıkılacak Gün" ise yine ilk kitapta yer alan "Mektup Yazacak Gün" öyküsünün ayrı bir versiyonu gibi. Yazar, ilk kitaptaki öyküleri farklı karakterlerin gözünden yeniden yazmış. "Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar" anlatıcının, çocukluk arkadaşı Serkan'ın ölümünü çok naif bir dille anlattığı ve ölüm olgusuna çocuk gözüyle yorum getirdiği bir öyküyken, Serkan'ın gerçek ölüm nedenini yetişkinlerin dünyasına ait gerçeklerle anlatan "Zehir Miktarda" ilk öyküyle aynı etkiyi yaratmıyor. Mahir Ünsal Eriş, Olduğu Kadar Güzeldik'te yalnızlıktan ne yapacağını şaşıranları, bir zamanlar devrime inanan güzel abileri, kanat takıp uçmak isteyenleri, para için her şeyi yapmayı göze alanları anlatıyor. İlk kitapta anneler, ikincide ise baba-oğul ilişkisi ön plana çıkıyor. Olduğu Kadar Güzeldik ile ilgili iki önemli handikap var. Birincisi çok iyi bir ilk kitabın ardından yazılmış olması. Her iki kitapta da yazar, aynı mekânlarda benzer kişi ve temaları anlattığı için ikinci kitap  -bir öykü kitabı olmasına rağmen- ilkinin devamı gibi algılanıyor. İki kitabın kapağında da aynı çocuğun olması bu izlenimi pekiştiriyor. Öykülerin bazıları gözlemci anlatıcının bakış açısıyla yazılsa da çoğu kahraman anlatıcının ağzından çocuksu bir dille yazılmış. İkinci handikap da burada ortaya çıkıyor. Öykülerdeki dilin benzerliği ve aynı karakterlerin iki kitapta da ortaya çıkması zaman zaman öyküleri tek bir kişinin başından geçen olaylarmış gibi okumamıza neden oluyor.



Yazarın öykülerinin etkileyiciliği, gücünü en çok dilinden alıyor. Eriş, karşısında kim olduğunu bilmediği bir okur kitlesi değil de, samimi arkadaşları varmış ve onlarla konuşurmuş gibi yazıyor öykülerini. Oldukça yalın bir dille hem eğlenceli hem de hüzünlü bir öykü evreni yaratıyor. Olduğu Kadar Güzeldik'in arka kapağında Eriş'in "hüzünlü mağlupların iyimser yazarı" olarak tanımlanması boşuna değil. Modern zamanların anlatıcısı olarak Eriş, çok iyi bildiği insanları ve mekânları anlatırken doğallıktan uzaklaşmıyor. Atasözlerini ve deyimleri kullanmayı da seviyor. Arkadaşını "Sarışın ve çilli bir karnabahara benzerdi Serkan'ın kafası." (B.B. F.Ç.E., s.7) diye tarif ederken Erdek'i şöyle anlatıyor: "Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun." (O. K. G., s.23) Yazma eylemine büyük anlamlar yüklemeyen Eriş, bir konuşmasında kendisi için anlatmanın esas olduğunu söylüyor: "Benim için yazmak bu kadar karmaşık ve üzerine düşünülmüş bir süreç değil. Anlatacağım, anlatmak istediğim şeyler vardı benim. Onları da öykü olarak anlattım. Kendim için anlattıklarım bir öykü formuna oturdular, öykü oldular. Kasti olarak ben öykücü olmalıyım, ben anlatsam anlatsam öykü anlatırım niyetiyle başladığım bir anlatma uğraşısı değildi.”[2]

Eriş'in dili ve üslubu, yazarın kitapları hakkında yazılar yazan kişiler tarafından genellikle Barış Bıçakçı'yla mukayese edildi. Her iki yazar da edebiyat yapma hevesine düşmeden gündelik hayatı olabildiğince sade bir dille anlattıkları için Eriş ve Bıçakçı'nın birbirine yakın bir yazma tarzları var. Ancak bu benzerlik o kadar sık vurgulanıyor ki Eriş, bu durumdan muzdarip olduğunu "Kişisel Barış Bıçakçı Hikayemdir, Kınamayın!"[3] yazısında esprili bir dille anlatıyor.  Aralarındaki benzerliğe rağmen Barış Bıçakçı'nın Eriş'ten farklı bir üslubu var. Eriş'in yazısında da belirttiği bu farklılık özellikle Bıçakçı'nın aforizma kullanma alışkanlığında ortaya çıkıyor. Üstelik Bıçakçı'nın romanları da öyküleri de ilk okunduklarında tam olarak anlaşılmayan, yoruma açık anlatılardır. Eriş'in öykülerinde ise böyle bir özellik yok. Mahir Ünsal Eriş'in üslubu Bıçakçı'dan ziyade Emrah Serbes'in üslubuna yakın. Günümüzde genç yazarların birçoğu (özellikle Afili Filintalar yazarlarının bazıları) günlük hayatın sıradan olayların konuşma dilinden çok uzaklaşmadan anlatma eğilimindeler. Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler kitabındaki erkek çocuk öykülerinin bazıları Eriş'in anlattığı çocukluk öykülerine yakın bir tarzda yazılmış. Eriş'in kahramanları da bir tür "erken kaybendenler".

Mahir Ünsal Eriş henüz yeni bir yazar olmasına rağmen yazdıkları merakla beklenen yazarlardan biri oldu. Okurlar içinden taşra, çocukluk, hüzün ve biraz da futbol, arabesk müzik (Ferdi Tayfur ve Yıldız Tilbe) ve Türkan Şoray geçen bu öyküleri çok sevdi. Şimdi yazarın yeni öyküleri ve romanı bekleniyor. Mahir Ünsal Eriş okuru olmak güzel bir şey. Üstelik söylenişi bile güzel.

* Bu yazı, İzafi Dergisi'nin Eylül-Ekim 2013 tarihli 11. sayısında yayımlanmıştır.




[1] Bu kavram için Nurdan Gürbilek'in Metis Yayınları'ndan çıkan "Yer Değiştiren Gölge" isimli kitabına bakılabilir.
[3] Yazı için bakınız: İzafi Dergisi, Barış Bıçakçı Dosyası, 10. sayı, Mayıs-Haziran 2013, s.50-52.

7 Ocak 2017 Cumartesi

Bize İçimizdeki Uçurumları Gösteren Roman: Dünya Ağrısı

Ayfer Tunç'un yazarlığının yirmi beşinci yılında yayımlanan Dünya Ağrısı, hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki son yıllarda okuduğum en etkileyici kitaplardan biri. Yolları kasabaya benzeyen bir Orta Anadolu şehrinde kesişen iki dostun hikâyesini merkeze alan roman, bizi insan olmanın açmazları üzerinde düşünmeye itiyor.

Kitabın başkahramanı Mürşit, derinliği olan bir karakter. Yaşama uzaktan bakan Mürşit'in yalnızlığı, huzursuzluğu ve etrafındaki her şeye, herkese yabancılaşması çok iyi resmedilmiş. Mürşit, etrafındaki insanlarla ilişkisini minimum düzeye indirmiş, yaşamın gündelik dertleriyle ilgilenmiyor. Sürekli bir suçluluk hissiyle mücadele ediyor. Kendini yaşadığı şehre ait hissetmese de atalet, onu öyle esir almış ki eyleme geçme gücü yok. Mürşit'in eylemsizliğinin sebeplerinden biri de vicdan yükü. Kendilerine karşı derin bir bağlılık duymasa da ailesini bırakmayı göze alamıyor.




Kitap, Mürşit'in rüyasıyla açılıyor ve rüya sahneleri romanın farklı yerlerinde ortaya çıkarak Mürşit'in geçmişi ve iç dünyası hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor. Mürşit'in hayatını etkileyen sırrı da ona işlediği suçu hatırlatan çocukluk arkadaşı Cumhur'un rüyasına girmeye başlamasından sonra öğreniyoruz. Olaylar taşranın kendine özgü, ağır akan zamanında anlatıldığı için romanda çok fazla hareket yok. Olay yerine diyaloglar, iç monologlar ve rüya sahneleri aracılığıyla karakterleri tanıyoruz.

Kitabın ikinci kahramanı Madenci ise tıpkı Mürşit gibi yalnızlığının kabuğunda yaşayan biri. Geçmişine ait sırrının ağırlığını taşıyarak İstanbul'u terk edip maden ocağında çalışmak için Mürşit'in yaşadığı şehre geliyor. Mürşit ve Madenci birbirlerini yaralarından tanıyan iki arkadaş olarak başka kimsenin anlayamayacağı bir bağ kuruyorlar zaman içinde. Dağlara bakıp düşüncelere daldıkları rakı sofralarında kurtulmaya çalışıyorlar dünyanın ağırlığından. Ayfer Tunç, hikâyelerini genellikle erkek kahramanlar aracılığıyla anlatır. Dünya Ağrısı'nda da durum değişmiyor; ancak Mürşit'in işlettiği otelde kalan Madenci'nin iç dünyası Mürşit'inki gibi ayrıntılı bir şekilde işlenmemiş. Yazar, başta Mürşit'in karısı Şükran olmak üzere hepsi de kendilerine özgü mutsuzluklar biriktiren kadınları da anlatıyor arka planda. Madenci'nin intihar eden karısı Arzu, Pehlivan'ın kendini uçuruma bırakan kızı, Mürşit'le Şükran'ın kızı Elvan romanın diğer kadın karakterleri.

Mürşit, babadan kalma oteli işletiyor şehirde. Babası gibi olmak istemediği için baba yadigarı otele fazla sahip çıkmıyor. Felsefe okumak için şehri terk edip İstanbul'a gittiğinde hayatın anlamını bulacağını zanneden Mürşit,  babasının hastalığı nedeniyle okulu bırakıp şehre geri dönüyor. Bundan sonra Mürşit'in hayatı hiç de istemediği bir yönde ilerliyor. Yatalak bir babası, kendisinden "evin reisi" olmasını isteyen bir annesi ve bakılması gereken kız kardeşleri var. Mürşit sevmediği, sevemediği için hicap duyduğu Şükran'la evleniyor ve yıllarca aynı döngü içinde sürecek bir hayata başlıyor. Tabii bu hayata ait hissetmiyor kendini hiçbir zaman.

Ayfer Tunç, karakterlerini yaşadıkları mekânın içinde anlatmayı seven bir yazar. Mekânın çoğu zaman simgesel bir değeri de var romanlarında. Toplumun farklı kesimlerinden gelen insanları bir mekâna toplayarak hayatlarının izlerini sürüyor. Bir Karadeniz şehrinde geçen Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi romanında, sırtını denize dönmüş bir yamaçta kurulmuş olan akıl hastanesi nasıl Türkiye tarihinin panoramasını sunan bir mekânsa Dünya Ağrısı'nda da Mürşit'in oteli ve yaşadığı şehir, içinde barındırdığı insan hikâyeleriyle simgesel bir mekâna dönüşüyor. Otel, Mürşit'in uzaklara gidemeyişini, hep aynı yerde kalmaya yazgılı oluşunu da imliyor aynı zamanda. Otel, nasıl yıllardır değiştirilmeden  kalmışsa, bakımsızlıktan dolayı şehre gelen "ayaktakımının" sığınağı hâline gelmişse Mürşit de yıllardır değişmeyen bir akışın içinde asılı kalmış gibi duruyor.

Romanda olaylar bir Orta Anadolu şehrinde geçiyor ama tam olarak belli bir şehirden bahsetmiyor yazar. Çünkü kitabın yayımlanmasından sonra yaptığı röportajlarda dile getirdiği gibi İstanbul dışında koca bir taşradan oluşuyor Türkiye. Ayrıca mekânın simgesel değeri de olduğu için belli bir adresi işaret etmemesi gerekiyor. Şehrin silüeti değişirken ağaçlar kesiliyor, meydanlar küçülüyor, lokantalar azalıyor, meyhaneler kapatılıyor. "Ufukları kararmış, parksız, kelebeksiz, arkadaşsız bir şehir" burası. Yazar, taşranın kendi içine kapanan dünyasındaki ikiyüzlülükleri ve yalanları resmediyor. Romanda bir de şehir halkının altın bulma hayalinden bahsediliyor. Yaşamlarını boş bir umuda bağlayan halk, şehirde altın madeni açılacağı söylentilerinin ardından zengin olma hayaline kapılıyor. Bu onlar için kabuklarını kırma anlamı taşıyor.

Edebiyatımızdaki taşra algısı hakkında çokça tartışıldı son yıllarda. Taşrayı romantik ve nostaljik bir atmosferde anlatan yazarlar olduğu gibi Nurdan Gürbilek'in deyimiyle "taşra sıkıntısı"nı anlatan pek çok yazar ve yönetmen de var. Sinemada taşra sıkıntısının son örneğini Nuri Bilge Ceylan'ın Altın Palmiye kazanan filmi Kış Uykusu'nda izledik. Taşra sıkıntısını anlatan eserlerde varoluşçu felsefenin etkisi görülür. Dünya Ağrısı'nda Mürşit'in yaşamının tekdüzeliği Albert Camus'nün absürt felsefesinden ilham alınarak yazılmış. Ayrıca Mürşit'in ve Madenci'nin ağzından yaşamın anlamsızlığı üzerine aforizma niteliği taşıyan cümleler duyuyoruz. İplerini başkalarının çektiği bir kukla gibi hareket eden Mürşit, karşılaştığı olaylar ve durumlar karşısında tercih yapmayıp "ikisi de bir" diyen Yabancı'nın kahramanı Meursault'yu hatırlatıyor. Dünya Ağrısı, Türk ve dünya edebiyatından farklı eserlere açık ve kapalı göndermeler yapan bir roman. Ayfer Tunç belli ki kurguyu tasarlarken sevdiği yazarlarla bir bağ kurmak istemiş. Romanın asıl mekânlarından birinin otel olması da akla hemen Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'ni getiriyor.

Romanda yabancılaşma ve baba-oğul çatışması temaları ön planda. Mürşit, "Bende gördüğün her şey babamla başlar." diyen Aylak Adam (Yusuf Atılgan) gibi hayatını otele ve şehre hapseden babasına karşı müthiş bir öfke duyuyor. İstediği hayatı yaşayamamasının sebebi olarak gördüğü babasını sevmiyor. Erkek evlat olmanın ağırlığı ve sorumluluğu altında ezilmiş olan Mürşit, iyi bir baba olmayı da beceremiyor Mürşit'in oğluyla kurduğu ilişki sağlam değil. İçindeki özgürlük isteğinden dolayı Özgür adını verdiği oğlu, Mürşit'in yapmak istediklerinin tam tersini yapan, geleceğe dair hayalleri olan ve şehir halkının tasvip ettiği bir hayatı yaşayan "normal" biri. Oysa normallik Mürşit'in en çok korktuğu şey.

Kitaba adını veren "dünya ağrısı", Almancadaki "weltschmerz" teriminin Türkçesi. İlk kez Johann Paul Friedrich Richter tarafından kullanılan bu kavram, 19. yüzyıl Alman romantiklerini etkilemiş, ardından da farklı yazarlar ve filozoflar tarafından kullanılmış. İnsanın hayat karşısında duyduğu iç sıkıntısı ya da varoluş ıztırabı olarak tanımlabilir. Mürşit başlangıçta dünya ağrısını sadece kendisinin ve onun gibi olan birkaç kişinin -Madenci, Pehlivan- çektiğini zannediyor. Oysa vicdan sahibi, dünyada yaşanan  haksızlıkların farkında olan herkes dünya ağrısı çekebilir. Mürşit'in sıradan bir hayat yaşadığına üzüldüğü kızı Elvan bile; "Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten, baba... Dinmeyen bir ağrı." (s.242) diyerek herkesin içindeki dünya ağrısıyla yaşadığını söylüyor. Yazarın deyimiyle içinde yaşadığımız "duygusal taşlaşma çağında" herkesin içinde bir ağrı var.

Mürşit, geçmişte yaşadıklarını hatırladıkça içindeki ağrıyan yeri kapatmaya çalışıyor. Fazla ipucu vermek istemem ama romanın sonunun beni şaşırttığını söyleyebilirim. Romanda intihar vurgusu sıkça yapılırken, karakterlerden ikisi intihar etmişken, Yusuf Atılgan'ın Zebercet'inin hayali otelin içinde gezinirken okur bir intiharla karşılaşacağı hissine kapılıyor ama Mürşit, Madenci'ye hikâyesini anlatıp içini döktükçe onu nefessiz bırakan ağrıyı biraz olsun dindiriyor.

Mürşit, iç sıkıntısını giderebilmek için şehirdeki kırtasiyeden bir kitap alıyor. Kitabın ilk cümlesi şöyle: "İnsan bir uçurumdur." Romanın farklı yerlerinde karşımıza çıkan bu leitmotif, Rumen yazar ve filozof Emil Cioran'dan alınmış. Ezeli Mağlup, Çürümenin Kitabı, Tarih ve Ütopya gibi kitapların yazarı Cioran, edebiyatçıları fazlasıyla etkilemiş bir düşünür. Nihilist düşünceleri ve karamsarlığıyla bilinen Cioran, aforizmalarıyla da dikkat çekiyor. Ayfer Tunç da bu kitabı yazarken anlatmak istediklerini destekleyen bir cümle olarak kullanmış "İnsan bir uçurumdur"u.

Ayfer Tunç, dertleri olan bir yazar. Roman yazarken farklı anlatım teknikleri denese de üzerinde kafa yorduğu meseleler tekniğin bir adım önüne geçiyor. Kitaplarını okuduğumuzda dünyayla ilgili dertleriyle yazı yoluyla hesaplaşmak isteyen bir yazar kimliğiyle karşılaşıyoruz. Üstelik kendisi de yarattığı karakter Mürşit gibi dünya ağrısı çektiğini ifade ediyor. (http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/yetmis-alti-milyon-depresyondayiz-390222) Bu yüzden varoluşçuların aksine yarattığı karakterlerin bunalımının toplumsal arka planını da gösteriyor. Mürşit'in hikâyesini toplumsal olaylara bağlayan zeminde geçmişle hesaplaşma, vicdan, adalet, hafıza, şiddet ve toplumsal bellek temaları ön plana çıkıyor. Şehirde yaşayanların hayat hikâyeleri ile birlikte Maraş katliamı, mezhep ve inanç farklılığı, linç kültürü gibi meselelere değiniliyor, bu ülkedeki şiddetin kısa bir tarihçesi veriliyor romanda. Ancak yine olaydan çok, olayların Mürşit'in iç dünyasına olan etkilerini yansıtıyor yazar. Bu hikâyelerin her biri başka öykülerin, romanların konusu olabilecek nitelikte.

Romanda sinematografik unsurlar var. Bu hikâye bir film olarak da izlenmeli diyorsunuz. Mürşit'in eylemsizliği, karakterlerin derinliği, taşranın ağır işleyen zamanı ve mekânın olanakları bize iyi bir film izleyeceğimizi düşündürüyor. Hatta bu filmi Zeki Demirkubuz çekmeli diye düşünmeden edemedim. Demirkubuz'un çektiği Masumiyet ve Kader filmlerinin otelde geçen sahneleri ile Dünya Ağrısı'nda otele gelen müşterilerin yaşadıkları ve konuştukları arasında bir paralellik kurduğumu da söyleyebilirim.

Dünya Ağrısı, çok kolay okunan bir kitap değil. Mürşit'in iç dünyası gibi durgun ilerliyor. Kelimelere bir ağırlık vermiş sanki yazar, kelimelerle ördüğü dünya aracılığıyla bizim de dünya ağrısını duyumsamamızı istiyor ve bunu başarıyor. Üstelik vicdanımızda yaralar açıyor ve soruyor: Haksızlıklar karşısında ses çıkaracak mıyız yoksa her şeyi kabullenecek miyiz? Bitirdikten sonra hemen kenara konulacak bir kitap değil Dünya Ağrısı. Bir süre rahatsız edecek, hatta ürkütecek. Çünkü biliyoruz hepimiz: "masum değiliz, hiçbirimiz."

Bu yazı ilk olarak egositokur.com'da yayımlanmıştır. 


Kutsal Aileler, Deli Kadınlar

"Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." diye başlar Tolstoy, Anna Karenina romanına. Mutlu aileleri anlatan romanların sayısı az olsa da, edebiyat tarihi mutsuz ailelerin kendine özgü mutsuzluklarını anlatan romanlarla doludur.

Yazar Yekta Kopan'ın son kitabı Aile Çay Bahçesi Tolstoy'un bahsettiği mutsuz bir ailenin öyküsünü anlatıyor bize. Arka arkaya yayımlanan Bir de Baktım Yoksun ve Kediler Güzel Uyanır kitaplarıyla öykü türündeki yetkinliğini kanıtlayan Yekta Kopan, bu sefer bir romanla çıkıyor karşımıza. Yazar ,diğer öykü kitaplarında ve özellikle de babasının ölümünden sonra yazdığı Bir de Baktım Yoksun'da baba-oğul çatışmasına sıkça yer vermiş ve aile kavramına babayla oğul arasında yaşananlar ekseninde yaklaşmıştı. Röportajlarında da sıkça dile getirdiği gibi  kafasındaki baba imgesiyle yüzleşirken aslında devletle, otoriteyle ve hatta kendisiyle hesaplaşmıştı. Son romanında ise bir değişiklik yapıyor ve aileyle derdi olan bir kadın karakteri, Müzeyyen'i çıkarıyor karşımıza. Müzeyyen, annesinin ölümünden sorumlu tuttuğu kardeşi Çiğdem'e ve yaşarken annesine gün yüzü göstermeyen babasına karşı nefret duyan, ailenin kutsallığına inanmayan, yalnız ve mutsuz bir kadındır. Ailesinden kaçıp kendine yeni bir yaşam kurmuşken ve geçmişe ait anıları unutmak isterken babasının ölüm döşeğinde korkuları, nefreti ve ailesiyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Roman işte bu yüzleşmenin öyküsüdür.



Müzeyyen'in kardeşine karşı sevgisizliği başta biraz abartılı gelse de roman ilerledikçe Müzeyyen'in iç dünyasını daha iyi anlarız.  Derslerine çok çalışan, okul müsamerelerinde şiir okuyan ideal kız çocuğu Müzeyyen, annesinin ölümünden sonra cici kızlıktan istifa eder. Müzeyyen, ilk cinsel deneyimini yaşarken bile kötü bir kız olduğunu düşünür. Annesinin kaderini yaşamak istemeyen, kendi kimliğini arayan Müzeyyen; iş başvurularında bile "ailesi olanın" tercih edildiği bir dünyada aile kurmaktan kaçacak, kendi deyimiyle bir "mide yangısı" olan ailenin kutsallığıyla her fırsatta alay edecektir.  Toplum tarafından kadına dayatılan yaşama biçimini reddeden Müzeyyen, kendisini aldatan kocasını pencereden dışarıyı seyrederek bekleyen annesi gibi olmayacaktır.  Ona göre "çirkinlikleri, arızaları, hataları, yalanları" görmezden gelinen erkekler, bunları görüp de sineye çeken kadınları mutsuz ederler.

Müzeyyen, Türk edebiyatında çok alışık olmadığımız bir kadın karakteri. Yekta Kopan, zor olanı başararak bir kadın karakterin ağzından yazmış romanı. Romanın diğer kahramanı Çiğdem, Müzeyyen'in gözünden anlatılıyor. Romanın sonlarına doğru iki kardeş hayatlarının muhasebesini yapmak üzere bir rakı masasında bir araya gelip konuşuyorlar. Kardeşi hakkında hiçbir şey bilmeyen ve onun bir prenses gibi büyütüldüğü düşünen Müzeyyen, Çiğdem'in de kendisi gibi yalnız ve mutsuz birisi olduğunu anlıyor. Okur, gerçek Çiğdem'i bu konuşmadan sonra tanıyor ve yazar, okurunu bir kez daha şaşırtıyor. İki kızkardeşin öyküsü olarak okunduğunda da sarsıcı bir roman Aile Çay Bahçesi.

Yekta Kopan; dille oynayan, yeni ifade yolları aramayı seven bir yazar. Bu yönünü özellikle Kediler Güzel Uyanır'daki küçürek öykülerde görmüştük. Yazarın bu romanda da dilin imkânlarını zorladığını,  anlatacaklarını bazen doğrudan değil de semboller (yılan, akrep, salyangoz, gergedan) aracılığıyla anlattığını görüyoruz. "Çıkan Kısmın Özeti" başlığını taşıyan birkaç bölüm var kitapta. Bu bölümlerde yazar önceki bölümlerde anlattıklarını farklı bir tarzda yeniden sunuyor okuruna. Müzeyyen'in kırmızı bir salyangozla konuştuğu bölüm çok etkileyici. Okuyanlar hatırlayacaktır Kediler Güzel Uyanır kitabında da "Salyangoz" isimli bir küçürek öykü vardır. Kopan, roman boyunca insanın ruhundaki kötülüğü sorgularken doğaya ve doğadaki canlılara bir güzelleme de sunuyor. Ağaçların, kuşların dilinden anlamayan insanlara kızıyor. İnsanın ruhundaki kötülüğün doğayı anlayamamaktan kaynaklandığını sezdiriyor.

Şebnem İşigüzel de son romanı Venüs'te tıpkı Yekta Kopan gibi aile temasına ağırlık veriyor. Yazarın kendi ailesinin öyküsünden yola çıkarak yazdığı roman; yine kadın-erkek ikilemi ekseninde uzun bir aile tarihçesine uzanıyor.  II. Abdülhamit devrinden Cumhuriyet'in ilk yıllarına uzanan bir zaman diliminde, farklı coğrafyalarda, zaman zaman dönemin ünlü kişilerinin de (Freud, Atatürk vb.) bir roman kahramanı olarak olay örgüsüne dahil edildiği, hem eğlenceli hem de çok hüzünlü bir roman Venüs.


Romanın başkişisi ve anlatıcısı -Şebnem- Arnavut bir ailenin kızıdır ve İstanbul Boğazı'nın sularında batmakta olan bir sandalda doğmuştur. Annesi onu doğururken öldüğü için babası, halası Şekina ve ailesinin hizmetkârı Nergis tarafından büyütülür. Mutsuz bir evlilik yapan anlatıcı, akıl hastanesinde yatarken ailesinin tarihini yazmaya başlar ve ortaya  bu roman çıkar. Söylem zamanında sık sık ileri ve geri gidişler olur. Olay zamanı 1908-1945 arasını kapsarken, geriye dönüşlerle birlikte 1589 yılına, Mısır'a kadar uzanır yazar. Çok olaylı ve mekânlı bir anlatıdır Venüs. Osmanlı dönemindeki saray entrikalarını anlatan Nergis,  tarihin gerçek yüzünü gösterir bize. Çünkü tarih Nergis'in deyişiyle "olanı değil, olmayanı yazar." (s.52)

Aile, kadının özgürlüğü, evlilik, cinsellik gibi temaların ön plana çıktığı romanda ailelerin kuşaklar boyunca taşıdığı sırlarla karşılaşırız. O sırlar ki o aileye mensup olacak her bireyi ayrı ayrı etkileyecektir. "Hiçbirimiz aile tarihimizden kaçamayız. Elbette onu geride bırakabiliriz. Ama o her koşulda orada durur."  (s.13) diyen anlatıcı, kendi aile tarihini yazarken de annesinin kaderini devam ettirir aslında. Yazı yazmayı çok seven annesini babası engellemiş, yazdıklarını yok etmiştir. Kadınların yapmak istediklerini engelleyen, erkekler ve onları el üstünde tutan toplumdur. "Hiçbir kadın kendi kendine delirmez. Kadınları erkekler delirtir. İçinde yaşamak mecburiyetinde bulunduğu cemiyet, hal ve durum." (s.95) diyen anlatıcıyı da kendi kocası delirtmiş, onu çok sevdiği çocuklarından ayırmıştır.

Roman kahramanlarının her biri birbirinden ilginçtir. Elinden yelpazesi düşmeyen Şekina Hala; kendini ve erkekleri seven, cinselliğini özgürce yaşayan, açık saçık konuşan bir kadındır. Hatta bu yüzden dönemin müftüsü onun hakkında ölüm fetvası vermiştir. Nergis ise Mısır'dan kaçırılıp Osmanlı sarayına getirilmiş bir devşirmedir. Saray adabıyla yetiştiği için saraydan kovulduktan sonra bile orayı özler. Şekina'nın aksine cinselliğini yaşayamamıştır. Yaşı belirsizdir. Hikmetli sözler eder durmadan.  Şekina ne kadar özgür olsa da kendinden kaçması gerekmiştir bazen. İşte o zaman bir başkası gibi davranacak, erkek kılığına girecektir. Erkek cinsi istediğini yapabilirken kadın kılık değiştirmek, bir başkası olmak zorunda kalabilir. Şekina ve Nergis'in yanında, onların sırlarıyla büyüyen anlatıcı bu iki kadının kişiliğinden çok etkilenmiş; onlar öldükten sonra kendini yalnız hissetmiştir.

Anlatıcı kendisinin ama daha çok da annesiyle babasının, her biri kendi sırlarını taşıyan Nergis ve Şekina'nın öyküsünü  anlatırken masallardan, mitlerden yararlanmayı ihmal etmez. Hatta anlatının bütününe baktığımızda İşigüzel'in büyülü gerçekçiliğe yakın durduğunu da söyleyebiliriz. Anlatıcı kahramanlarının sırlarını birdenbire anlatmaz okura, herkesin gerçek yüzü romanın sonlarına doğru ortaya çıkar. Anlatıcı, en eski kurmaca eserlerimizde olduğu gibi araya girer zaman zaman, okuruna seslenir. Okurunun anlatılanları hatırlayıp hatırlamadığını sorgular.

Romanın sonlarına doğru keyifli bir bölüm var. İsmi "Kızlar Manifestosu". Yazara göre kızlar istediklerini yapmalı, erkekler ne yapıyorsa kızlar da onu yapabilmeli.  Silik, sessiz birer gölge olmamalı kızlar, hayatın tam da  içinde yer almalı.

Yekta Kopan ve Şebnem İşigüzel, yakın tarihlerde yayımlanmış kitaplarıyla bize aileyi ve kadının  değişmeyen yazgısını anlatıyorlar. Birbirlerinden çok farklı tarzda yazsalar da kadının kaç çocuk yapması gerektiğinin, dekolte giyip giyemeyeceğinin sıkça tartışıldığı şu günlerde bu tartışmalardan bunalmış olanlara kadının özgürlüğünü savunan görüşleriyle en edebî cevabı veriyorlar aslında. Kızlar istediklerini okumalılar bir de. Öyle değil mi?





Not:  Bu iki kitap hakkındaki değerlendirmeler egoistokur.com'da iki ayrı yazı olarak yer almıştı. 

Bir Okurun İtirafı ve Deliduman Hakkında



Emrah Serbes, ismini Türk televizyon tarihinin en iyi işlerinden biri olan Behzat Ç dizisini izlerken duydum ilk kez. Dizinin Emrah Serbes'in Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat isimli romanlarından hareketle yazıldığını duyup önce romanları okumuş, sonra da Afili Filintalar'da yazdığı yazıların müptelası olmuştum. Son yıllarda yazılmış en iyi öykü kitaplarından biri olan Erken Kaybedenler'i okuduğumda ise favori yazarlar listeme almıştım kendisini. Hayatın karşısında kaybetmeye mahkum erkek çocuklarının kimi zaman hüzünlü, kimi zaman da kahkaha krizlerine sokan eğlenceli hikâyesi beni çok etkilemişti.

Bir yazarı ısrarla takip eden okurlar bilirler, sevdiğiniz bir yazarın yeni bir kitap yazmasını büyük bir hevesle beklersiniz. Emrah Serbes'in yeni kitabının çıkacağını duyunca sevindim ama kitapla ilgili doğru değerlendirmeler yapabilmek için yarattığı fırtınanın dinmesini bekledim.

Evet, kimilerine göre gereksiz sayılabilecek bu girizgahtan sonra şunu söyleyebilirim artık: Deliduman, kimi yönleriyle beni hayal kırıklığına uğratan bir kitap oldu. Aslında kitabı yazarken yine iyi bildiği sularda yüzmüş Emrah Serbes. Kendi tarzından pek uzaklaşmamış; ama kitabı bitirince öyle garip bir hissiyat oluştu ki bende kitabı neden pek sevemediğimi de tam olarak açıklayamadım.

Önce kitabın olay örgüsünden bahsetmem gerekirse kitabın başkişisi on yedi yaşındaki Çağlar İyice. Kıyıdereli Çağlar, turizm otelcilik lisesinde okuyor. Kız kardeşine çok düşkün olduğu için Çiğdem'in televizyonda çok popüler olan yetenek yarışmalarından birine girmesine yardım ediyor. Çiğdem, Michael Jackson'ın moonwalk taklidini yaparak şöhret olmak ve sıkıcı hayatına biraz renk katmak istiyor.

Çağlar'ın hayatta en değer verdiği şey kız kardeşi. Hatta iki kardeş arasındaki ilişki bir aşk ilişkisi gibi tasvir edilmiş zaman zaman. Küçük yaşına rağmen şöhret olmayı isteyen Çiğdem'in hikâyesiyle günümüzde gittikçe yaygınlaşan kısa yoldan ün ve para kazanma merakına, televizyonun hayatımızdaki rolüne ve insanların hayallerini kullanarak para kazanmaya çalışan yetenek yarışmalarına gönderme yapılmış. Çağlar'ın kardeşini mutlu etmek için yaptıkları Amerikan bağımsız sinemasının nitelikli örneklerinden Küçük Gün Işığım (Little Miss Sunshine) filminin hikâyesini andırıyor. O filmde de birbirinden tuhaf kişilerin oluşturduğu bir ailenin üyeleri küçük kız Olive'in hayalini gerçekleştirebilmek amacıyla arabaya doluşup çocuklar için düzenlenen bir güzellik yarışmasına gidiyorlar.

Kitapta anlatılan olaylar 2013 yazında geçtiği için romanın arka planında Gezi olaylarına değiniliyor. Zaten kitap da Gezi'nin yıldönümünde çıkmış ve Gezi romanı olarak tanıtılmıştı. Emrah Serbes, Gezi olaylarında aktif olarak yer alan, televizyonlarda açıklama yapan biri olduğu için onun Gezi'yle ilgili söyleyecekleri merak konusuydu. Üstelik bu konumundan ötürü Gezi'yle ilgili kitap yazacak diğer yazarlara nazaran daha "sorumlu" bir tavır sergilemesi bekleniyordu.

Romanın ilk yarısı Çağlar, kız kardeşi, ailesi ve arkadaşlarının maceralarını anlatırken sonlara doğru olaylar Gezi Parkı direnişine bağlanıyor. İşte kitap etkileyiciliğini tam da bu noktada kaybediyor sanki. Deliduman, bir Gezi kitabı olarak okunduğunda değil, Çağlar İyice'nin maceraları olarak okunduğunda daha güzel. Gerçi Serbes, "hürriyetleri için öksüren çocukların" hikâyesini olduğu gibi, abartıya kaçmadan ve taraf tutmadan anlatıyor ama belki de anlatılanlar çok kısa bir süre önce yaşandığı için kurgusal bir malzemeye dönüştüğünde pek etkileyici olamıyor. (Martı benzetmesi hariç tabii, bu benzetmenin yapıldığı bölümü okurken duygulandığımı itiraf etmeliyim). Ayrıca Gezi olayları Çağlar İyice'nin hikâyesiyle tam da bütünleşmiyor gibi.

Kitap biraz uzun. Bazı cümlelerin tekrar edildiği hissine kapılıyorsunuz kimi yerlerde. Sanki kitap hemen bitsin diye acele edilmiş. Serbes'in öykülerinde ve polisiye romanlarında yakaladığı etkileyicilik ve akıcılık bu uzun romanda yok.

Çağlar'ın ve onun gibi ergenlik dönemini yaşayan arkadaşlarının günlük konuşmaları oldukça doğal ve yazarın diğer kitaplarından da aşina olduğumuz şekilde sokak dili üslubunu yansıtıyor. Bu gençlerin whatsApp mesajları, attıkları tweetler de kullanılmış kitapta. Çağlar'ın eski sevgilisi Çisem Trinity ve arkadaşı T.C Sinem Uzun'la olan maceraları da keyifle okunuyor. Hatta bilindiği gibi bu hayali kişilere sosyal medya hesapları bile açıldı. Çağlar'ın arkadaşı Mikrop Cengiz ve diğer karakterler de başarılı bir şekilde çizilmiş. Çağlar'ın boşanmış anne ve babasıyla olan ilişkisi ise biraz havada kalmış. Antidepresan kullanan anne ile İstanbul'da yaşayan babanın Çağlar'ın hayatında önemli rolleri var. Bu yüzden babayla çocukların ilişkisi üzerinde biraz daha durulabilirdi. Çağlar'ın belediye başkanı olan dayısı aracılığıyla ise siyasetin kirli ilişkileri, bürokrasi çarklarının nasıl döndüğü, kentsel dönüşümün olumsuz sonuçları, çehresi değiştirilen kentler üzerinde durulmuş.

Emrah Serbes'in karakterlerinin cinsiyetçi söylemlere sahip olması meselesi üzerinde konuşuldu bugüne kadar. Serbes bu sözlerden yılmış olmalı ki kitapta bir yerde Çağlar, "benim cinsiyetçi söylemlerim mi var" diye soruyor. Bu konuda Emrah Serbes'in samimiyetine inanıyorum ama birkaç yerde bu tarz söylemler var yine maalesef.

Kitap içinde çok güzel yazılmış bölümler, edebî buluşlar, akılda kalacak afili cümleler, zekice düşünülmüş ufak ayrıntılar var. Örneğin parti, kurum isimlerine orijinal karşılıklar bulunmuş: Dedemi Kanser Eden Parti, Ya Kime Vereceksiniz Partisi, Pankart Kültür Merkezi, Direnişle Birlikte İzlenme Rekolarları Kıran Kanal... Başta Dostoyevski'ye olmak üzere çeşitli kitaplara ve yazarlara yapılan edebi göndermeler var: "Yüzyıllık Yalnızlık neymiş Allah aşkına,"..."Asırlardır yalnızız biz! Dostoyevski okumak istiyorum ben bu konjonktürde. " (s. 51) ; "Bize de biraz ruh takviyesi yap o zaman. Dostoyevski'nin ruhunu bağışla bize." (s. 347) Kipa Market, Markafoni, Fatih Kundura gibi marka isimleri de bir hayli fazla kullanılmış kitapta. Kitabın başka bir karakteri olan Özer Ağbi'nin Taksim'e girişi de çok güzel anlatılmış. ("O ara Cemal Süreya mıdır ne karın ağrısı, bir milletvekili var ya" diye anlattığı bölüm) Kitapta oldukça güzel bölümler var ama genel olarak bu parçalar iyi birleştirilememiş gibi. Yani kitabın tamamına bakıldığında karşılaştığımız bütünlük eksikliği dediğim şey burada ortaya çıkıyor. Bir tamamlanmamışlık hissi var.

Deliduman ilk yayımlandığında hakkında fazlaca kelâm edilmesinin sebeplerinden biri de Selim İleri'nin "bugünün romanı"nı yazan Serbes'i öven bir açık mektup yazmasıydı. Evet, Serbes, Selim İleri'nin dediği gibi "zamanın ruhu"nu yansıtan bir yazar. Edebiyat da edebî dil de değişiyor. Bunu Afili Filintalar'ın diğer yazarlarında ve Emrah Serbes'in eserlerinde fazlasıyla görmek mümkün. Ama bana kalırsa kısa süre önce okuduğum Hakan Bıçakcı'nın Doğa Tarihi romanı zamanın ruhunu daha iyi yakalamıştı ve daha fazla övgüyü hak ediyordu. Başka kitaplar da öyle tabii.

Kitapla ilgili görüşlerim bu yönde ama yazının başında da belirttiğim üzere şunu itiraf etmek isterim: sevdiğim bir yazara ait olduğu için Deliduman'ı eleştirmeden önce bir kararsızlık yaşadım. Bir de kitapla ilgili yazılara baktığımda Melisa Kesmez'in Sabit Fikir'deki eleştirisi hariç hep olumlu eleştirilerle karşılaştım ve "Böyle düşünen bir ben miyim acaba?" derken Ekşi Sözlük'teki yorumlarda da benzer cümleleri okudum.

Sözlerimi şöyle bağlayayım. Eleştirmen Çiğdem Ülker'in dediği gibi "eleştiri yapıtta mantıksızlık ve kusur arayan bir tür değildir". Biz (Çağlar'ın lügatıyla "Siz kimsiniz lan?" diye sorarak) Emrah Serbes'i bütün o kaybedenlerin ve zamanın ruhunu taşıyanların hikâyesini olağanca samimiyeti ve içtenliği ile anlattığı için sevdik. Emrah Serbes'ten yine alıştığımız güzellikte ve yarına da kalacak kitaplar bekliyoruz.



Bu yazı ilk olarak egoistokur.com adlı internet sitesinde yayımlanmıştır.

Doğa'nın Hayatı Facebook'ta Kaç Beğeni Alır?


Son birkaç yılda ses getiren eserlere imza atmış olan Hakan Bıçakcı korku, gerilim ve fantastik edebiyat türünde yazdığı roman ve öykülerle tanınsa da son romanı Doğa Tarihi'nde tarzını biraz değiştirip bir kadın karakter üzerinden tüketim kültürünü, beton bloklara hapsedilmiş yaşamları ve teknolojinin insanları ağına alan tutsaklığını çok çarpıcı bir dille eleştiriyor. Kitap, "Eski Ayna, Yeni Ayna ve İki Ayna Arasında" başlıklarını taşıyan üç bölümden oluşuyor. Kitabın ilk bölümü artık her an her yerde karşılaşabileceğimiz ve yazarın "plaza kadını" olarak tanımladığı başkarakter Doğa ile tanıştırıyor okuru. Gençlik yıllarında punkçı olan Doğa, üniversiteyi bitirince iş hayatının kâr odaklı düzenine kolayca uyum sağlamayı başaran bir işkadınına dönüşüyor. Üstelik bu dönüşüm süreci bilinçli bir tercihin sonunda oluyor. Çünkü Doğa, bir Londra tatilinde elindeki son parayla hayranı olduğu Sepultura'nın cd'sini değil, üzerinde grubun fotoğrafının yer aldığı bir tişört almayı tercih ediyor. Doğa, herkesin onun bir Sepultura hayranı olduğunu öğrenmesini istiyor. Doğa'nın dönüşümüyle birlikte yazar, üniversite yıllarında ideallerinin peşinden giden ancak okulu bitirip "hayata atıldıktan" sonra ideallerini bir anda unutup düzenin kendilerine dayattığı bir yaşama biçimini benimseyen insanları eleştirmiş aslında.


 Doğa, itici bir kadın. Sürekli dış görünüşüyle ilgileniyor, alışveriş yapıyor, iki ayda bir en yakın arkadaşını değiştiriyor, sevmediği bir adamla sırf parası ve itibarı var diye birlikte oluyor. Yani sürekli "mış gibi yapıyor", hiçbir duyguyu tam olarak yaşayamıyor. Doğa'nın cinsellikle ilgili sorunları da var. Birlikte olduğu Onur'u çekici bulmuyor, hatta Onur'un pantolonundan taşan tombul bacakları ona itici geliyor. Eski sevgilisi Ulaş, Doğa'yı geçmişine bağlayan bir köprü görevi görüyor. Spor eğitmeni Engin ise cinsel çekiciliğin karşılığı. Doğa, Engin'in kaslı vücudunu çok beğeniyor. Doğa, düşlerinde bu üç erkeği birleştiriyor zaman zaman. Doğa'nın hayatındaki üç erkek ayrıntılı olarak tahlil edilmemiş. Zaten kitaptaki tüm karakterlerle okur arasında bir mesafe var. Bu, yazarın bilinçli bir tercihi. Yoksa yaratmak istediği yabancılaşma duygusu eksik kalırdı.

 Doğa'nın dış görünüşüyle ilgili takıntıları var. Doğa, kendini bir türlü beğenmiyor, zayıf olmasına rağmen kilo aldığını düşünüyor, insanları dış görünüşlerine göre yargılıyor, kendinden iyi görünenleri rakibi sayıyor. Birkaç kez estetik operasyon geçiriyor. Yüzünde kırışıklıklar olmasın diye mimik yapmamaya çalışıyor. Hakan Bıçakcı kadınlara has duyarlıkları iyi bir şekilde gözlemlemiş. Bazı yazarlar için "Kadınları çok iyi anlatıyor, kadın dünyasını iyi bilen bir yazar." gibi ifadeler kullanılır. Bence burada Bıçakcı da Doğa'nın sürdüğü kremlerden, giydiği kıyafetlere kadar iyi ayrıntılar yakalamış. Kadınların fiziksel görünüşlerine verdikleri önem hakkındaki tespitler de yerinde. Herkesin birbirine nasılsın sorusundan önce kilo almışsın ya da vermişsin dediği ve sürekli kalori hesabı yaptığı bir dönemde yaşıyoruz neticede.

 Doğa'nın anne ve babası ayrılmış. Annesi, babasının bir gün ona döneceği umuduyla yaşarken babası da Doğa'nın büyüdüğü evde genç sevgilisiyle yaşıyor. Doğa'nın eski evindeki odası romanın sonlarına doğru önemli bir mekân olarak karşımıza çıkıyor; çünkü Doğa'nın annesiyle birlikte yaşadığı konforlu ve içinde her türlü teknolojik aletin olduğu yeni evinde "kendine ait bir odası" yok. Doğa'nın kişiliğinin oluşma(ma)sında anne ve babasının önemli bir rolü var.

Roman arka kapak yazısında bir distopya olarak tanımlansa da romanda anlatılan dünya bize çok uzak değil. Biz bu distopyanın içinde yaşıyoruz bugün. Kentsel dönüşüm projeleri adı altında insanların yaşam alanlarından uzaklaştırıldığı, apartmanlarının camlarından bakanların karşıdaki başka apartmanları gördüğü, yeşil alanların talan edilmesinin üstünün "şu kadar ağaç diktik" söylemleriyle örtüldüğü, şehirlerin belediye başkanlarının alışveriş merkezlerinin fazla olmasıyla övündüğü, yüksek binaların artmasıyla iklimin değiştiği bir ülkede yaşıyoruz. Bütün şehirler birbirine benziyor artık, şehirlerin kendilerine ait bir siluetleri pek kalmadı. Yazar bu ortamı iyi betimlemiş. Doğa, yerin yedi kat altındaki ofisine gidebilmek için evden çıkıyor, evinin karşısındaki işyerine arabayla gidiyor. Alışveriş ve spor merkezi en çok vakit geçirdiği yerler. Doğa, böyle bir yaşama sahip bir roman kahramanı olarak kendi tarihini yok ederken insanoğlu da kendi doğasının tarihini yok ediyor.

 Bıçakcı, romanda insanların görünür olmayı sevdikleri, beğenilmeyi ve onaylanmayı önemsedikleri bir çağda bize bu ortamı en çok sunan mecra olan sosyal medyayı da eleştiriyor. Tabii ki sosyal medya çok geniş bir alan ve onu hangi amaçlarla, ne kadar sıklıkla kullandığımız önemli. Burada özellikle facebook'tan bahsedilmiş. Üstelik ismi o kadar çok tekrar ediliyor ki facebook'a girmek istemiyorsunuz bir süre. Doğa, facebook'tan sık sık fotoğraflarını paylaşıyor, yorum yapıyor, yapılan yorumları okuyor. Günümüzün sloganının "Görünüyorum, öyleyse varım." cümlesi olduğunu söyleyen yazar, insanların içinde bulundukları anı yaşamalarındansa, o anı yaşadıklarını başkalarının da görmesini istemelerini anlamsız bulduğunu Doğa'nın hareketleri üzerinden dile getiriyor.

 Doğa'nın işyeri ortamını anlatırken iş hayatındaki rekabet ve hırs savaşlarına da değiniyor yazar. Doğa şirketin üst düzey yöneticisi olmasına rağmen pek de bir iş yapmıyor aslında. Kendisinin yerine geçeceğini düşündüğü rakibi Alev'den nefret ediyor ve onun her hareketini gözlüyor. Alev nasıl biri tam olarak bilmiyoruz. Doğa nasıl anlatırsa o şekilde tanıyoruz onu. Alev bir kişilik kazanmıyor romanda, Doğa'nın hırsının ve korkusunun karanlık arzusu haline geliyor. Romanın son bölümünde de sık sık Alev'in hayaliyle karşılaşıyor Doğa.

Kitapta çok az diyalog var. Doğa, hâkim anlatıcının gözünden anlatılmış. Son bölümde ise Doğa'nın bilinçaltı ve rüyaları devrede. Doğa'yı konuşurken pek göremiyoruz ama yazar, bu "plaza kadını"nı Türkçe-İngilizce karışımı bir dil olan "plaza Türkçesi"yle konuştursaydı nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim. Yazar bir yerde Doğa'nın bebek gibi konuştuğunu söylüyor. Son birkaç yılda sayıları hızla artan "bebek taklidi yaparak konuşan kadınlar" yeni bir insan türü haline geldi adeta. Doğa da o kadınlardan biri.

Romanın kurgusu ilk bölümde biraz sıradan bir şekilde ilerlerken ikinci bölümün sonlarında ve üçüncü bölümde yazarın tedirgin edici anlatımı ve gerilimi hissettiren üslubuyla birleşince etkisini artırıyor. Başlardaki kapitalist sistem eleştirisi bir kadının mutsuzluk ve kayboluş hikâyesiyle birleşiyor. Romanın üçüncü bölümünün okuru rahatsız eden bir atmosferi var. Burada yazar gerçekçi anlatımdan uzaklaşıp gerçeküstü öğelere yer veriyor. Yaşam tarzının yapaylığında bunalan Doğa, içinde bulunduğu durumdan kurtulamadığı için nevrotik tavırlar sergiliyor, panik atak krizleri geçiriyor ve hızla kayboluyor. Gerçekten uzaklaştıkça da eski yaşamına ait hatıralara, rüyalara sığınıyor; kabusların ve karabasanların içine düşüyor. "Ürkek, tekinsiz ve kasvetli" anlatıların yazarı Bıçakcı; Doğa'nın rüya ve kabuslarında "dondurulmuş hayvanları, suları, renkleri, erkek arkadaşlarını, babasını, köpeğinin tasmasını ve küçük adamları" bir araya getiriyor.

 Doğa Tarihi'ni inceleyen Hikmet Hükümenoğlu, Dave Eggers'in "The Circle"; Cem Erciyes ise Jonathan Lee'nin "Joy'un Son Günü" romanıyla Bıçakcı'nın romanı arasında benzerlikler keşfetmişler. Üç romanda da farklı coğrafyalarda yaşasalar da hayatlarından memnun olmayan ve bir şekilde uçuruma sürüklenen kadınlar anlatılıyor. Benim aklıma da kitabı okurken Woody Allen'in "Blue Jasmine" filmi geldi. Her ne kadar Jasmine, Doğa gibi varlıklı biri olmasa ve kendisini aldatan, insanları dolandıran zengin kocasından ayrılmayı sınıfsal bir gerileme olarak görse de iki kadının yaşadıkları arasında benzerlikler var.  Cate Blanchett'ın canlandırdığı, hayli kırılgan yapıda bir kadın olan Jasmine karakteri de tıpkı Doğa gibi kendi kendine konuşuyor, sinir krizleri geçiriyor, ilaç kullanıyor.

İlk bölümlerde uzaklık ve soğukluk duygusuyla karşıladığımız Doğa için sonunda üzülüyoruz. Her ne sebeple olursa olsun yaralanmış bir kadınla karşılaşıyoruz. Kitabın aynalarla ilgili üç bölümden oluştuğunu yazının başında belirtmiştim. Doğa, iki bölümde de odasındaki aynaları kırıyor ve kendine zarar veriyor. Sonunda ise "iki ayna arasında" kalıyor. Romanı Lacancı bir psikanalist yaklaşımla okumak biraz abartılı olabilir ama yazarın aynayı romanın farklı yerlerinde bir simge olarak kullandığını görüyoruz. Doğa'nın gittiği bir falcı ona; "Senin içinde iki kadın var kızım." diyor. Doğa'nın "ben"i ve "öteki ben"i bunlar. Doğa'nın kendini bulması ve kendi öznesini yaratması gerekiyor ama o "öteki"nin karşılığını tam olarak bulamıyor: annesi, Alev ya da eskiden punkçı olan ve Ulaş'ı "gerçekten" seven Doğa. Doğa, içindeki diğer kadının kim olduğuna bir türlü karar veremiyor. Kendisiyle barışamayan Doğa, aynalarla da barışamıyor.

 Hakan Bıçakcı, Doğa Tarihi'nde hem akıllarda kalacak bir kadın karakter yaratmış hem de tam da bugünün romanını yazarak ileride 2000'lerin başlangıcındaki edebiyatı inceleyecek olan araştırmacılara iyi bir dönem malzemesi sunmuş. Yazarın eleştirel söylemi  kendi hayatımıza dönüp bakmaya ve bu sistemin neresinde durduğumuzu sorgulamaya itiyor bizi. Romanla ilgili aklıma takılan son soru ise şu: Acaba plaza kadınları bu romanı okur mu?

             

Bu yazı ilk olarak egositokur.com'da yayımlanmıştır.