6 Ekim 2019 Pazar

Benim Kitaplarım

Okuma Notları 
(Ağustos-Eylül) 


Önce yaz okulu sınavları, ardından kongre hazırlıkları derken bu iki ayda az okuyabildim. Okuma notlarını yazmaya başlayalı beri nedense sürekli açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Halbuki hayat meşgaleleri engel oluyor ve her zaman istediğimiz gibi verimli okuyamıyoruz. Bu da başka bir açıklama işte. Neyse bakalım neler var bu sefer listede:



1. Nezihe Meriç, Toplu Öyküleri 1: Gazoz Ağacı’ndan bahsederken söylemiştim, öykü klasiklerimizden okumadığım kitaplar var hâlâ. Bu sebeple Nezihe Meriç’in Bozbulanık, Topal Koşma ve Menekşeli Bilinç isimli üç kitabını bir araya getiren toplu öykülerinin ilk cildini okumaya karar verdim. Bozbulanık, Meriç’in keskin gözlem gücüyle taşrada ve büyük kentlerde yaşayan kadınların birey olma, toplumla ve ataerkil düzenle baş etme süreçlerini aktardığı öykülerden oluşuyor. Öykülerde bilinç akışı ve iç monolog tekniği sıkça kullanıldığı için bireyin zihinsel tecrübeleri okura doğrudan iletiliyor. Belli bir dönemin (özellikle 1950 ve 1960’lar) toplumsal dertleri oldukça sahici bir bakış açısıyla ele alınıyor. Bozbulanık kısmındaki aynı isimli öyküde bilinç akışı çok başarılı bir biçimde uygulanmış. (Ek: Derslerde bu tekniği anlatmak için seçilebilecek iyi bir örnek). “Umudu, Fakirin Ekmeği” ise Füruzan öyküleri tadında, yoksulluk izleği üzerinden ilerliyor. Topal Koşma, birbirine bağlı on bir metinden oluşuyor. Menekşeli Bilinç’te ise adından anlaşılabileceği gibi biraz daha imgesel metinler var. Okurken biraz zorlandım açıkçası. Meriç okumaya devam edeceğim. Özellikle bugün kadın yazını alanında eser veren herkesin onu ders çalışır gibi okumasını tavsiye ederim naçizane. Dili de oldukça kendine özgü. Mutfağı “mutbak” diye yazması ilginç geldi bana mesela.


2. Cahit Irgat, Irgatın Türküsü: İstanbul Üniversitesi’nde katılacağım kongre için Cahit Irgat şiirini çalıştım. Tezimde de kendisinden kısaca bahsettiğim için bildiğim bir şairdi ama bütün şiirlerini tekrar okudum. II. Dünya Savaşı’nın yarattığı ortamda şiir yazan Irgat; savaş, yoksulluk, umut, korku ve hürriyet gibi temalar üzerinde duruyor daha çok. Şehir imgesini de sıkça kullanıyor ki “Şehrin Dili” temalı kongrede yaptığım konuşmada şehir kavramı üzerinde durmaya çalıştım. Irgat, çok bilinen bir şair değil. Aynı zamanda aktör de olan Irgat, Mina Urgan’ın ilk eşi ve şair Mustafa Irgat’ın babası olarak biliniyor daha çok. Zaten kendisi de asıl mesleğinin aktörlük olduğunu söylemiş hep. Buna rağmen şiir üzerine düşünmüş, kendi şiirini geliştirmeye çalışmış. Özellikle 1940-1960 yılları arasındaki dönemde sosyalist dünya görüşünü savunan şairler arasında özel bir yeri var. Her şiirinde aynı başarıyı yakaladığını söylemek zor, farklı etkilere açık bir şiiri var; fakat Şükran Kurdakul’un da dediği gibi şiirimize “Cahit Irgat içtenliği” getirmiş. En bilinen şiirlerinden birini paylaşıyorum:

Kalbimizin ortasında güvercin
Güvercinin kursağında bir kurşun
Kefenimiz arşın arşın
Parasıyla peşin peşin


3. Julian Barnes, Seni Sevmiyorum: Temmuz ayında genelde öykü okuduğum için keyifli bir roman okuyayım istedim. Kitaplığa şöyle bir göz atarken bunu seçtim. Barnes, ismini sıkça duyduğum ve merak ettiğim bir yazardı. Seni Sevmiyorum’u bir öğrencim önerdiği için almıştım ama en popüler kitabı bu değil. Roman, aynı kadını seven iki yakın arkadaşın hikâyesini anlatıyor. Hem hayata bakışları hem de kişilikleri birbirinden hayli farklı olan Stuart ve Olivier, isimlerinin yazılı olduğu bölüm başlarında kendi adlarına konuşuyorlar. Araya önce Stuart’la evli olan ancak daha sonra Olivier’ın gözü açıklığı sayesinde bir anda tavladığı Gillian da giriyor. Başka birkaç karakter daha var bu şekilde araya girip konuşan. Olayları herkes kendi bakış açısıyla anlatıyor ve kitabın başında epigraf olarak kullanılan “Bir görgü tanığı gibi yalan söylüyor” Rus atasözüne uygun biçimde göreceli bir bakış açısına göre ilerliyor kurgu. Barnes, sıkça ironi ve mizaha başvuruyor. Zaten çok geveze bir roman bu. Karakterler durmadan konuşuyor. Arkadaşlık, aşk, evlilik ve modern toplum üzerine gevezelik ediyorlar. Stuart kitabın sonlarına doğru “aşk -ya da insanların aşk dedikleri şey- insanların yattıktan sonra size Canım demelerini sağlayan bir sistemden başka bir şey değildir (s. 216) diyor ve bence kitap, bu düşünce üzerinden ilerliyor. Sonunda Stuart haklı çıkacak diye bekliyordum açıkçası ama onu aldatan en yakın arkadaşı ve karısı, intikam alma çabalarını haksız çıkarak biçimde ortadan kayboldu. Olan bizim Stuart’a oldu yine. Seni Sevmiyorum, hacimli bir roman (261 sayfa) ve sağ olsun Ayrıntı Yayınları’nın göz bozduran minik yazıları sayesinde biraz zor okunuyor. Farklı bir tarzı var Barnes’ın, takibe almaya değer. 


4.  Peter Stamm, Yedi Yıl: Benzer içerikli kitapları okumayı sevdiğim için Seni Sevmiyorum’un hemen ardından yine merak ettiğim bir yazar olan Peter Stamm’in iki kadına âşık olan bir erkeğin hikâyesini anlattığı Yedi Yıl romanını okudum. Tabii konu benzer olsa da tarzları bir hayli farklı iki yazarın. Stamm, Barnes gibi ihtişamlı ve abartılı bir dille yazmıyor. Aksine minimal bir anlatısı var. Çünkü adam İsviçreli. Alexander’ın kendisi gibi varlıklı bir ailede yetişmiş, iyi eğitim almış ve geleceğini “planlamış” Sonja ile belki de hiç ortak noktaları olmayan, varlığıyla bile dikkat çekmeyen, bağnaz görüşlere sahip Polonyalı Katolik Iwona arasında kalması üzerine kurulu roman. Olay örgüsünün başında evli ve mutlu Alex’le Sonja’nın yanındayız ve geri dönüşlerle birlikte ilişkilerinin nasıl bir gelişim seyrettiğini izliyoruz. Tabii araya Iwona giriyor ve Alex, hayattan ne istediğini sorguluyor sıkça. Yine bir modern hayat eleştiri söz konusu burada. Alex ve Sonja mimar oldukları için evliliğin nasıl mimari bir proje gibi inşaa edildiğini görüyoruz. En çok da toplu konut projeleriyle tanınan ve bu konudaki çalışmalarıyla alanında çığır açan Fransız mimar Le Corbusier’den söz ediyor yazar. Okurken karakterlere biraz gıcık oldum açıkçası, “ne bekliyorsunuz hayattan bir karar verin artık” diyesim geldi. Özellikle Iwona ilginç bir karakterdi. Kitaba dair genel yorumum, son yılların “aslında pek bir şey anlatmıyormuş gibi görünüp insan ruhuna dair çok şey söyleyen romanlarından” biri olması.  Ama bunun yanında Animal Triste’yi okurken düşündüğüm gibi gereğinden fazla övülmüş. 

5. Behçet Çelik, Diken Ucu: Behçet Çelik okumalarına 2011 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Diken Ucu’yla devam ettim. Çelik’in öykü dünyasına aşinayım artık ama diğerlerinden farklı olarak belli bir olay örgüsünü değil, her bölümün başında verilen cümlelerde geçen izlekleri merkeze alan öyküler vardı bu kitapta. Örneğin ilk kısımda geçen “huzurlu tablolarda huzursuz ayrıntılar” cümlesine uygun olarak öykülerde huzuru bozan ayrıntılar öykü atmosferini oluşturuyor. İlk öykü “Dolabın Kapağı’nda” “şu kırık dolabı yaptırıverelim” gibi bir basitlikle söylenen “boşanalım” cümlesi evdeki alışılmış huzuru bozan “ayrıntı” oluveriyor. Hayatın gizinin küçük ayrıntılarda olduğunu hatırlatırcasına hayatımızın birden tepetaklak oluvereceğini, yolunda giden şeylerin bir anda tersine dönebileceğini gösteriyor. Öykü kişileri de pek değişmiyor Çelik’in. Bulunduğu mekâna sığamayanlar, gitse de geri gelenler, çemberin dışında kalmayı yeğleyen yalnızlar ve yabancılar ön planda. Daha çok da susku anlarından beslenen ve hayatın kıyısında köşesinde kalmayı tercih etmiş erkeklerin öyküsünü yazıyor Çelik.  “Kaldığımız Yer”, “Sallana Sallana” ve “Dua” gibi öyküler ise daha toplumsal içerikli. Bunlar, kısa süre önce okuduğum ve bir sonraki paylaşımda söz edeceğim Yolun Gölgesi kitabındaki öyküleri andırıyor. Özellikle savaşı bitirmesi için Tanrı’ya yalvaran küçük bir kız çocuğunun gözünden yazılan “Dua”, kısa ve etkileyici bir öyküydü.




6. Mehmet Fatih Özbey, Buraya Bakarlar: Arka kapaktaki yazar biyografisinde “1986’da Ankara’da doğdu. Öyküler yazdı. Derken ilk kitap” yazmasından anlaşıldığı gibi bir ilk kitapla karşı karşıyayız. Gerçi yazar, edebiyat içerikli internet sitelerinin henüz ortalarda olmadığı geçmiş yıllarda bu alandaki boşluğu dolduran ubormetenga.org’dan hatırladığım bir isimdi. Henüz ismi duyulmayan birçok yazar, öykülerini burada yayımlamıştı. Ahmet Büke, Sine Ergün, Özgür Göreçki, Kahraman Çayırlı, Ozan Çınar ve Ruhşen Doğan Nar, ilk hatırladıklarım (hafızam beni yanıltmıyorsa tabii 😊 (Bu arada site aktif olmasa da görülebiliyordu. Bir bakayım dedim ve en üstte kendi yazımı gördüm. Benim de yazı yazmaya yeni başladığım yıllardı.) Neyse aradan on yılı aşkın bir süre geçmiş ve Özbey, Koç Üniversitesi Yayınları’nın “Tuhaf Etki” serisinden çıkarmış ilk kitabını. Kitaptaki on iki öyküde de tuhaf etkiler söz konusu. Tam olarak fantastik denemez ama öykülerde gerçeküstü unsurlara yer verilerek absürd durumlar yaratılmış ve bunlar hikâyenin merkezini oluşturmuş. Kahve masasına musallat olan ruhlar, buzdolabına konan ceset, kendisini fıstık ezmesi sanan insanlar vb. Rüyalar, hayaletler ve mucizeler de cabası. Yüzünüzü güldüren, keyifle okunan kısacık öyküler var kitapta. Ankara göndermesiyle “Buraya Bakarlar”ı, beklenmedik sonuyla “Boşlukları Doldurunuz”u ama en çok da tonunda mizahıyla ve yaratıcı kurgusuyla “Uç Aysyont Uçu” sevdim. 


7. Gonca Özmen, Bile İsteye: Daha önce Kuytumda ve Belki Sessiz kitaplarını okuduğum Özmen’in şiirini seviyorum. Taş, su, kuyu, boşluk, ev gibi ortak izlekler üzerinden ilerleyen ve birbirini bütünleyen bir şiir yazıyor. Bu dünyanın ağırlığıyla baş etmeye çalışırken acı çeken bir şiir öznesi var genelde şiirlerinde. Bu sebeple duygusal tonu fazla şiirlerinin. Üçüncü kitabında annelik deneyimlerinden ve evlilikten de söz ettiği için kendi kişisel tecrübelerini daha çok katmış şiirine. Bunu özellikle “Boş Anma” şiirinde görebiliriz. Temmuz ayında 2000’ler şiiri çalışırken Yasak Meyve’nin Gonca Özmen için hazırladığı dosyayı da okumuştum. Bu sebeple şairi daha yakından tanıdım ve Bile İsteye’yi okurken onun hayata, anneliğe ve şiire dair söyledikleri tazeydi zihnimde. Belki de bu sebeple bu şiirleri daha çok içselleştirebildim. Ama bu bilgiler olmasa da şiirini olgunlaştırdığını söyleyebilirim Özmen’in. “Göle Yas” şiirinden kısa bir alıntıyla bitireyim:


Karaysam şimdi kapkara kederden
Kurum tutmuş
Tükenmeye durmuşsam
Bitkin düşmüşsem beklemekten

El ver el ver el ver (s. 62).