7 Kasım 2015 Cumartesi

Geçmişe Övgü ya da Anıların Hikâyeye Dönüşen Hâlleri: Bozkırda Altmışaltı, Peri Gazozu ve Bakele

Bu yazıda yazarlarının geçmişte yaşadıklarıyla hesaplaşmaları sonucunda ortaya çıkmış ve okurken benzer hisler uyandıran üç kitaptan bahsetmek istiyorum. Bunlardan ilki 1977 doğumlu Mustafa Çiftci’nin 2014’te İletişim Yayınları’ndan çıkan Bozkırda Altmışaltı isimli kitabı. Altmışaltı, bilindiği gibi hem Yozgat’ın plaka numarası hem de bir iskambil oyunu. Yozgatlı olan Çiftci, tahkiyeye ağırlık veren klasik hikâye türünde yazılmış yedi hikâyeden oluşan kitabında kendi çocukluğunun ve gençliğinin izlerini sürmüş, Yozgat’ın insanlarının gündelik dertlerinden ve sevinçlerinden ilham almış. Son yıllarda örneklerini fazla görmediğimiz, çatışmaya dayanan, serim-düğüm-çözüm bölümlerini içeren bu olay hikâyeleri bozkırın kendine özgü yaşam tarzını yansıtma konusunda oldukça başarılı. Her kıssadan hisse çıkarabilen, en kötü durumlar karşısında bile dalga geçilecek bir şey bulabilen, hem acılı hem neşeli bozkır insanlarının “gerçek” hikâyelerini okuyoruz Bozkırda Altmışaltı’da. Büyük şehirlere hapsolmuş bireyin içsel bunalımlarını okumaktan sıkılmış olanlara da yeni bir kapı açıyor yazar, hızlı akan şehir yaşamında unutulmuş değerleri, samimiyeti ve sıcaklığı hatırlatıyor. Geçmişi anarken “nerede o güzel günler” nostaljisine sığınmaktansa taşra hayatının temel sıkıntılarını dile getiriyor, kadın-erkek, ebeveyn-çocuk ilişkilerini irdeliyor. Küçük yerlerde yaşayanlar genellikle birbirlerinin hayatını en ince ayrıntısına kadar bilirler; taşradan sıkılıp bir yerlere gitmeye, kendilerine yeni bir yol çizmeye meyillidirler. Çiftci, aralarında yaşadığı insanların yaşamsal dertlerini anlatırken en çok bu noktalara vurgu yapmış. Öykülerde oğullarını okutmak isteyen esnaf babaları, Ankara’ya okumaya giden çocukları görüyoruz. “Ankara’daki Evlatlar”; çocukları adam olsun, yokluk çekmesin diye çırpınan bir babanın hikâyesi. Yozgatlı için merkez, Ankara demektir. O yüzden de bu hikâyede olduğu gibi hikâye kişilerinin yolu Ankara’ya düşüyor bir şekilde.  


Kitapta en sevdiğim hikâye “Handan Yeşili”. Çocukluğun en güzel ve masum zamanlarında yaşanmış bir aşkın hikâyesini okuyoruz. Aşk, kitapta en çok işlenen temaların başında geliyor. Hikâye kahramanları ya karşılıksız aşklar yaşıyorlar, ya da duygularını ifade edemiyorlar. “Elif, Tina, Tolga” adını taşıyan hikâyede de İngiltere’de eğitim gören ve ilk aşkını unutamayan bir genç var. Bu hikâyede yazar İslamcı ve Cumhuriyetçi ailelerin çatışmasını biraz klişe ifadelerle işlediği için derdini pek de anlatamayan bir hikâye çıkmış ortaya. Burada olduğu gibi bazı hikâyelerde kurgu aksıyor, bir hikâye değil de anlatıcının anılarını okur gibi oluyoruz. Henüz ikinci kitabını çıkarmış olan Çiftci’nin en büyük kusuru da bu oluyor Bozkırda Altmışaltı’nın geneline baktığımızda.

Kitabın arka kapak yazısında da belirtildiği gibi yazar, “şeker gibi iyimser” hikâyeler yazmış. Bu yüzden hayatın kederli yüzünü yansıtan hikâyeleri okuduğunda bile bir gülümseme kalıyor okurun yüzünde. Yazarın kuvvetli bir mizah duygusu var. Dikkati çeken başka bir unsur da yazarın Yozgat ağzında yer alan ifade ve deyimlere yer vermesi. Örneğin “ziv ziv akmak, kiritmek, gobel, kopil, yirci yirci kokmak, hayal pilavını yemek, böcemek, kiritmek” gibi dil kullanımlarına ilk kez bu kitapta rastlayabilirsiniz. 

Bozkırda Altmışaltı’yla benzer bir okuma deneyimi sunan diğer bir kitap da yine İletişim Yayınları’ndan çıkmış olan Peri Gazozu (2013). Kitabın yazarı Ercan Kesal’ın ilginç bir kariyer hikâyesi var. 1959 doğumlu Kesal, tıp mezunu ve Anadolu’nun farklı yerlerinde hekim olarak görev yapmış. Gençliğinden beri edebiyatla ilgilenen Kesal, asıl mesleğini sürdürürken son yıllarda edebiyat ve sinemada da adını sıkça duyduğumuz biri hâline geldi. Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu’da filmlerinin senaryosunu Ebru ve Nuri Bilge Ceylan’la birlikte yazdı. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde ne çok memleket hikâyesi biriktirdiğinin sinyallerini veren Kesal, daha sonra birçok filmde oyuncu olarak da yer aldı, ödüller kazandı.

Ercan Kesal’ın ilk kitabı Peri Gazozu, yazarın daha önce Radikal gazetesinde yayımlanmış yazıları ile yeni yazdığı birkaç hikâyeden oluşuyor. Yazar, buradaki hikâyelerde hem çocukluğunu ve ailesini anlatıyor, hem de hekimlik yaptığı dönemlerde Anadolu’nun farklı kasaba ve kentlerinde tanık olduğu insan manzaralarını yansıtıyor. Kitapta yazarın üniversite yıllarından beri içinde olduğu siyasi olaylardan, darbe yıllarından, öldürülen yoldaşlardan ve “imla kurallarını bilmeden darbe yapmak isteyen gençlerden” bahsedildiği için politik yönü de olan bir eser çıkmış ortaya. Bu anlatılara hikâye demek zor, çağrışımlardan ve metaforlardan ilham alınarak yazılmış otuz bir kısa anlatı var kitapta. İlla bir tür ismi belirtilecekse hikâye ile deneme arasında bir yerde durdukları söylenebilir. Klasik bir kurgu yok bu hikâyelerde, yaşananlar ya da tanık olunanlar bir anı gibi anlatılıyor çoğu zaman. Örneğin “Fotoğraftaki Kan Kimin?” isimli yazıda sırasıyla bir ağustos akşamı sokak ortasında vurulan ve cebinde kızının fotoğrafını taşıyan adamın, uzun yıllar boyunca “Taşra Doktoru” isimli fotoğrafı saklayan anlatıcının, Madımak Oteli’ne oturmuş, ölümü bekleyen aydınların ve “namus uğruna” öldürülen Naile’nin hikâyeleri “fotoğraf” ve çağrışımlarından hareketle bir araya getirilmiş. Bu yazıdaki fotoğraf gibi kitaptaki her hikâyenin merkezinde olan bir kişi, olay ya da nesne var. Kesal, hayatının farklı dönemlerinde yaşadıklarını düşünerek bu nesne ya da olayları ortak bir çatı altında birleştirmiş. Bu yüzden her hikâyede farklı zaman ve mekânlar söz konusu.  Yazarın bir röportajında da ifade ettiği gibi iç içe geçmiş epizotlar bunlar. Anlatma değil, gösterme tekniğinin kullanıldığı, belli duygulara ağırlık veren bu hikâyeler, yaşananlardan çok yaşanan olaylara insanların verdiği tepkiler ve duygular ile ilgili. Sinema tekniğine de oldukça yakın oldukları için pekâlâ bir senaryoya dönüşebilirler. Ancak şunu da eklemek gerekir ki yazar seçtiği bu anlatım tekniği nedeniyle zaman zaman tekrara düşmüş. Özellikle kitabın sonlarına doğru yer alan hikâyelerdeki bazı cümleleri daha önce de okuduğu hissine kapılabilir okur.


Kitabın sunuş yazısında Ingmar Bergman’ın “Bir ağacın üzerindeki bir böcek gibi, sanatçı da asalak gibi çocukluğundan beslenir” sözü alıntılanmış. Yazar bu söze dayanarak Bozkırda Altmışaltı’da Mustafa Çiftci’nin yaptığı gibi çocukluk günlerine geri dönüyor. Gazoz satıcısı olan babasını, bilge bir kadın olan annesini, kardeşlerini, çocukluk arkadaşlarını ve büyüdüğü Avanos’u anlatıyor. Kimi zaman hüzünlü kimi zaman da eğlenceli anektodlara yer veriyor. Özellikle babasıyla olan ilişkisine ayrı bir parantez açmış. Kesal da Çitfci gibi yöresel kelimeleri ve deyimleri kullanmış: kındap, ıstar, tuluk, kirkit, yorgan oyulgamak, ışmar etmek vb.

Peri Gazozu’nda Kesal’ın hastalarının hikâyelerini anlattığı kısımlar hayatın sert ve acımasız yüzüyle karşılaştırıyor bizi daha çok: bozkırın kendine özgü yaşam biçimi, tecavüz edilen çocuklar, ensest vakaları, kendilerini asan gelinler… Uzun bir zaman dilimi içinde Türkiye’nin sosyal ve siyasi dönüşümlerine tanık olduğumuz bu hikâyelerde değişmeyen şeylerden biri de kadının toplumsal hayattaki konumu. Ezilen, dövülen, şiddet gören kadın özellikle küçük yerlerde varla yok arası bir yaşam sürüyor. Kesal, heybesinde biriktirdiği acılı olayları dile getirirken duygularını gizleyemeyerek yorum yapıyor, isyan ediyor. Kendini vuran bir genç kadının otopsisini yaparken şöyle diyor: “… Sönmüş bir gezegenden farksız, insanın içini yakan şu garip coğrafyanın orta yerinde, üzerinde solmuş entarisi ve yırtık terlikleriyle yirmi yaşında, esmer, ince yüzlü bir kadın kendini niye öldürür Allah’ım, ben nereden bileyim? Ama, cevap vermeliyim işte. Büyüdüm çünkü, doktor oldum” (s.36). Hikâyelerden anladığımız kadarıyla Kesal, “saygıda kusur etmemek için ölülerinin bile hesabını sormayan” taşra insanını anlamakta zorluk çekmiş mesleğinin ilk yıllarında. Onlarla birlikte yaşamaya alışınca da yaşamlarının en gizli sırlarına ortak olmaya, “insan denen canlının en iyi kasabalarda tanınabileceğini” anlamaya başlamış. “Yaralarım Nedendir?” hikâyesinde genç bir hekimken içinde bulunduğu ruh hâlini tüm içtenliğiyle yansıtmış. 

Bu yazıda bahsedeceğim son kitap ise daha çok romanlarıyla tanıdığımız Sezgin Kaymaz’ın birkaç ay önce April Yayıncılık’tan çıkan kitabı Bakele. Kitaptaki otuz dört hikâye Bozkırda Altmışaltı’daki gibi klasik olay hikâyesi geleneğinin izlerini taşıyor. Yaşanmışlıklardan ilham alınarak yazılmış bu hikâyelerde Kaymaz’ın farklı zaman ve mekânlarda geçen ve aralarında kimi ortak noktalar olan hikâyeler anlattığını görüyoruz. Hikâyelerde belli bir zaman ve mekân olmasa da yazar daha çok çocukluğunu geçirdiği Konya ve şu anda yaşadığı Ankara’da geçen hikâyeler kurgulamış. “Bakele”, “Cızgı”, “Doğum Günüm Kutlu Oldu”, “Yapışmayın Çocuklara”, “Uzay Piçi” gibi hikâyeler, çocukluğun masumiyetini; “Bana Gel”, “Yüz Bin Sene”, “Gözünün İçindekini Göremezsin”, “Erkek Olan” ise aşkın gücünü ve erkeklik hâllerini konu ediniyor. Sivri zekâlı ve yaramaz çocukların kahraman olduğu eğlenceli hikâyelerin ayrı bir güzelliği var denebilir.

Konuşma diliyle yazılmış bu öyküler, Peri Gazozu ve Bozkırda Altmışaltı’da olduğu gibi yazarın hayatından izler taşıyor. Örneğin Kaymaz’ın eşi Hülya ile yaşadıkları pek çok hikâye için ilham kaynağı olmuş. Hülya karakteri farklı görünümlerle karşımıza çıkıyor zaman zaman. Yazarın yaşamına ait gerçeklikleri kurgusal dünya içinde yakalamak okur açısından da keyifli bir sürece dönüşüyor. Kitaptaki en güzel hikâyeler de Hülya’nın yer aldıklarıydı bana göre. Yazarın “Hemen hemen her konuda anlaşırız biz Hülya’yla. Ama aksak ritimli bir anlaşmadır bu. O önden gider, ben arkadan gelip anlaşırım. O anlaştığım yer de onun ilk başta başladığı başlangıç olur genellikle. İnsanlık meselâ. Hep insandı Hülya. Ben sonradan geldim” (s. 19) sözleriyle aralarındaki ilişkinin mahiyetini anlattığı bölümlerden de anlaşılabileceği gibi sıra dışı, matrak, sözünü sakınmayan bir kadın Hülya. Kitaptaki en iyi hikâyelerden biri olan “Gözünün İçindekini Göremezsin” de nasıl evlendiklerinin gerçek hikâyesini de anlatıyor Kaymaz. Yazarın annesi de Hülya gibi hikâyelerin esas kişilerinden. Ercan Kesal nasıl babasını anlatmışsa daha çok “Ahlâksızlığın Ahlâkı”, “10 Mart 2050, Perşembe” gibi hikâyelerde anneleri ve onların sezgisel güçlerini övmüş Kaymaz.

Sezgin Kaymaz’ın kendine özgü dil kullanımının ve mizahının örneklerini sunan Bakele, hikâye okurlarını memnun edecek bir kitap. Peri Gazozu ve Bozkırda Altmışaltı’daki gibi geçmişe özlem ağır basıyor Bakele’de de. Ancak yazar, geçmişin iyi yanlarını övdüğü kadar kötü yanlarını göstermeyi de ihmal etmiyor. Unuttuğumuz değerleri, başka bir zamanın insanlarını ve kaybedilen duyarlıkları hatırlatıyor. Komşuluğun güzel bir şey olduğu, tüm ailenin bir araya gelerek doğum günü fotoğrafı çektirdiği, sevgilinin yüz bin sene beklenebileceği zamanlardan bahsediyor.

Kitabın genelinde kısa cümlelerden, yalın ifadelerden ve diyaloglardan oluşan bir anlatım tarzı var. Argodaki ifadelere ve “Virmem bak baaşişini” (s. 90) ve “Çok güzel bi şey bu yaa, nası dayanıyon hayret ediyom yani” (s. 139) cümlelerindeki gibi ağız özelliklerine ve gündelik dile yer veriliyor. Kitapta beni rahatsız eden tek şey bazı yerlerde erkeklik vurgusunun sıkça yapılmasıydı. “Erkek ol biraz yaa!” (s. 42), “Erkek olan utanır” (s. 75), “Şu Behiye nasıl da erkek kadınmış di mi?” (s. 101) cümleleri kitaptaki eril dile örnek verilebilir.

Kişisel anıların, tanıklıkların ve duyguların hikâyeye dönüşmüş hâlleri diyebileceğimiz Bozkırda Altmışaltı, Peri Gazozu ve Bakele kitapları yukarıda da bahsettiğim gibi pek çok ortak noktayı barındırıyorlar. Birbirine benzer kitapları okumayı sevenlere tavsiye niteliğinde olan bu yazı, güncel hikâyenin tahkiyeye dayalı örneklerini sunan bu yazarların hangi dertleri nasıl bir dil ve anlatım tarzıyla ele aldıklarını da göstermiş oldu.  Bugünden geçmişe bakmak isteyen her okur, bu okuma deneyimini tecrübe edebilir. 


* Bu yazı Fraktal Edebiyat-Düşünce dergisinin altıncı sayısında yayımlanmıştır.

2 Ekim 2015 Cuma

Bavyera-Alsace-Alpler Gezi Notları II: Münih-Füssen-Rothenburg-Baden Baden

Salzburg’dan Bavyera eyaletinin başkenti olan Münih’e geçiyoruz. Bavyera, efsane ve masallara kaynaklık eden köklü bir geçmişe sahip. Meşhur Grimm kardeşler masallarının çoğunu burada derlemişler. Tarihleriyle övünen Bavyeralılar bu bölgeyi Almanya’dan ayrı bir yer gibi görüyorlarmış. Yol boyunca birçok yerde mavi beyaz Bavyera bayraklarıyla karşılaşıyoruz. Yolculuk yaklaşık bir buçuk saat sürüyor ve birçok yerde güneş panellerini görüyoruz. Çok güneş almayan bir bölge olmasına rağmen yollara paneller koyulmuş. Ahşap evlerde yaşayan yerli halk da evlerinin çatılarını panellerle döşemiş. Alplerde bile güneş enerjisinden yararlanılırken bizim ülkemizde bu teknolojinin hâlâ yeterince kullanılmıyor oluşu can sıkıcı. Burada karşılaştığımız manzaralar doğaya zarar vermeden de teknolojiden üst düzeyde yararlanılabileceğini gösteriyor. Öyle geniş geniş yollar yapmaya, koca koca binalar dikmeye de hiç gerek yok. Almanlar eğitimle elde ettikleri bilgiyi hayatlarını kolaylaştıracak ve zenginleştirecek şekilde kullanmayı öğrenmişler. Bu açıdan onları takdir etmek gerekiyor. Öyle bir sistem oturtmuşlar ki her şey tıkır tıkır işliyor. Yol kenarlarına ses geçirmeyen koruma bariyerleri de koyulmuş. Böylece ormanlık ve dağlık arazilerdeki hayvanların otoyoldaki seslerden etkilenmesinin önüne geçiliyor.

Yol boyunca uğradığımız dinlenme tesisleri ve lokantalar oldukça temiz. Buradaki tuvaletlere girerken bozuk para atıyorsunuz. Makineden çıkan bileti saklarsanız tesisten aldığınız bir şeyin parasının belli bir miktarını kasada düşüyorlar. Tuvaletlerin oldukça temiz olması da dikkatimi çeken şeylerden biriydi. “Temizlik imandan gelir” anlayışımıza rağmen biz böyle yerleri temiz tutmayı beceremiyoruz maalesef. Gezi yazısında tuvalet muhabbeti yapmam pek hoş karşılanmayabilir belki ama insanların bulundukları ve yaşadıkları mekânları en iyi şekilde kullanması da bence sistemin bir parçası. Bir de hiçbir düğmeye basmanıza gerek kalmadan tuvaletler kendi kendini temizliyor siz çıkarken, son derece teknolojik yani J

Seyahatimiz boyunca ülkeler arasında geçiş yapıyoruz ama çoğu noktada sınırlar belli olmuyor. Bazı yerlerde AB’nin bayrağı var ama çoğu zaman Almanya’da mıyız Avusturya’da mıyız tam çıkartamıyoruz. Gittiğimiz dört ülkede de yalnızca Münih’e girerken pasaport kontrolü yapıldı. Suriyelilerin kara veya tren yoluyla ülkeye girmelerinden korktukları için son zamanlarda kontrollerini artırmış Almanlar.


II. Dünya Savaşı sırasında oldukça zarar görmesine rağmen kısa sürede yeniden inşa edilen Münih’te fazla zamanımız yok. O yüzden şehri gezdik demek yerine şehir hakkında bilgi edindik demek daha doğru olur. Önce şehrin kalbi olan ve bana Brüksel’in Grand Place’ini hatırlatan Marienplatz’a ulaşıyoruz çünkü öğlen saat tam 12’de saat gösterisi var. Rathouse binasının içinden çıkan ve Bavyera kültürüne ait figürlerin tasvir edildiği küçük heykellerin hareket etmesiyle oluşan kısa bir şov izliyoruz. Çok da bir numarası yok aslında ama bir yerle özdeşleşmiş turistik aktiviteleri de merak ediyor insan. Meydan çok kalabalık. Gösteri sona erdikten sonra herkes ara sokaklara dağılıyor. 

Münih’te bulunduğumuz gün meşhur Octoberfest’e denk geldiği için şehir her zamankinden daha kalabalık. İki hafta süren ve dünyadaki en önemli festivallerden biri olan Octoberfest’e farklı ülkelerden yaklaşık altı milyon kişi katılıyormuş. Bu yüzden Münih’te trafik yoğun ve otellerin hepsi dolu. Avusturya’nın sakinliğinden sonra bu kalabalık beni biraz yoruyor açıkçası. Neyse etrafta ilgi çekici şey çok. Örneğin festivale katılanların çoğu Bavyera’nın yerel kıyafetlerini giymiş. Bazı turistler de bu geleneğe uymuşlar. Münih sokaklarında renkli kıyafetleriyle kadın, erkek, çoluk çocuk hep birlikte geziyorlar. Avusturya sokaklarında da yerel kıyafetlerle gezen insanlar görmüştük tek tük. Biz bu tarz giysilerle sokağa çıksak herkes dönüp bakar herhalde ama burada gayet doğal karşılanıyor. Gezimiz boyunca birçok yerde bu kıyafetleri satan mağazalar gördüm. Bazılarında oldukça uçuk fiyatlar vardı. Münih’teki bir mağazadan indirimli fiyata  (ki o bile 50 euro) yeşil bir Bavyera ceketi aldım. Keçe kumaşından yapılan bu ceketler uzun süre giyilebiliyormuş. Ankara’da Bavyera ceketimle dolaşırım artık.

Almanya’da biranın su gibi içildiğini söylemeye gerek yok sanırım. Hatta Bavyeralılar biraya sulu ekmek diyorlarmış. Saat gösterisinden sonra Hofbrauhaus adlı oldukça büyük bir birahaneye giriyoruz. İçerisi çok gürültülü. Herkes bira içiyor. Birahanenin girişinde ve Münih’in pek çok noktasında bira bardakları ve kupalar satılıyor, sevdiklerinize alabilirsiniz. Birahaneden sonra Marienplatz’ın arkasında kalan bir yerde peynir, sebze, meyve, çiçek vb. şeyler satan küçük tezgâhlara bakıyoruz.

Münih alışveriş açısından da farklı seçenekler sunan bir şehir. Birçok ünlü markanın mağazası var; ancak fiyatlar biraz pahalı. Yine de birkaç mağazaya bakmadan edemiyoruz. Akşam Octoberfest’e şöyle bir uğruyoruz. Festivalin yapıldığı alan şehrin merkezine çok uzak değil zaten. Festival alanında birçok bira markasının çadırları ve değişik yiyecekler alabileceğiniz büfeler var. Bira çadırlarında yer bulmak çok zor. Birçok kişi önceden rezervasyon yaptırıyormuş. Çadırlarda biralar yine yerel kıyafetler giymiş kadınlar tarafından sunuluyor ve oldukça büyük bardaklarda getiriliyor. Festival için özel olarak bira mayalanıyormuş. Ben festivallerin kalabalığını ve gürültüsünü pek sevmiyorum ya da erken yaşlandım galiba J Çadırları çok kalabalık görünce bira almak için kuyruğa girmek istemiyorum ve sokağa çıkıp festivale gelen insanları seyrediyorum. Yukarıda bahsettiğim Bavyera kıyafetleri çok hoşuma gidiyor. Erkeklerin kıyafetleri kahverengi ya da yeşilken kadınlar değişik renklerdeki elbiseleri giyiyorlar. Yaşı ilerlemiş birçok kişi de süslenip püslenip bira içmeye gelmiş. Kadınlar boyunlarına festivalin sembolü olan ve kolye gibi duran tarçınlı kurabiyelerden asmışlar.

Münih’i bu şekilde noktaladıktan sonra ertesi sabah yağmur altında Romantik Yol olarak adlandırılan güzergâha doğru yola çıkıyoruz. Almanya’daki belirli şehirleri içeren bu güzergâh, 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan askerleri tarafından keşfedilmiş. O yüzden bu bölgede Amerikan etkisini görebiliyorsunuz. Romantik Yol, araç kiralayarak uzun bir zaman diliminde gezilebilir. Biz burada yalnızca birkaç noktaya uğrayacağız. İlk durağımız Füssen’e gelmeden yine çok güzel yerlerden geçiyoruz. Alplerin müthiş manzarası eşliğinde giderken bazı yerlerde kara da rastladık. Münih-Füssen arasında mola veremedik; çünkü Avrupa’da otobüsler her yerde duramıyor ve genellikle şehir merkezlerine giremiyor. Ancak bu yolu takip ederken göremediğimiz için çok üzüldüğüm bir yer var: Garmisch- Partenkirchen. Eurosport’ta kış sporlarını izleyenlere bu isim tanıdık gelecektir. Burası kayakla atlama sporunun önemli merkezlerinden biri. Eskiden Garmisch ve Partenkirchen diye iki ayrı kasaba varmış. Bu iki kasaba Hitler döneminde birleştirilmiş ve kış olimpiyatları burada yapılmış (1936). Bu birleşmeden sonra bölge zenginleşmiş. Buradaki evlerin duvarlarında resimler ve süslemeler var. Termal sularıyla da ünlü olan kasaba kış mevsiminde oldukça kalabalık oluyormuş. Kış sporları müsabakalarının yapıldığı dönemde otellerde yer bulmak zor. Ama buraya bir kış mevsiminde kesinlikle geleceğim, listeye ekliyorum.
Garmisch’ten Füssen’e giden güzergâh boyunca kayak merkezleri var. Bu bölgede yaşayan herkes kayak sporuyla ilgileniyor ve kışın hafta sonları kayak yapmaya gidiyorlar. Buradaki çiftlik ve kasaba evlerinin üzerinde de süslemeler var. Kışın kar yağdığında yollar kapanmıyormuş, her yeri kısa sürede temizliyorlarmış. Almanlar pek çok konuda sistematik hareket ediyorlar zaten. Buna hayran olmamak mümkün değil.
Hohenschwangau
Neuschwanstein

Füssen’e vardığımızda şehrin içine girmeden meşhur Neuschwanstein ve Hohenschwangau şatolarının bulunduğu Schwansee gölü kıyısındaki Schwangau’ya gidiyoruz. Bu iki şato Romantik Yol’da görülecek en önemli yerlerden. Romantik Yol bölgesi şatolarla dolu. Ancak bizim tur programımızda yalnızca Hohenschwangau var maalesef. Bavyera Kralı Maximillian tarafından yaptırılan bu şato daha alçakta olduğu için ulaşımı kolay. Şatoya giriş yapmak için biletler önceden alınmalı; çünkü gün içinde belli sayıdaki ziyaretçiyi kabul ediyorlar. Şato, Romantik mimarinin etkilerini taşıyor. Hohenschwangau’nun içi bana çok cazip gelmedi açıkçası. İçerideki en ilginç detay Türk odası adı verilen bir odanın duvarlarına resmedilmiş Beylerbeyi, Boğaziçi ve Truva tasvirlerini görmekti. Buradan çıktıktan sonra aklım dünyadaki en görkemli şatolardan biri olarak görülen Neuschwanstein’da kaldı. Ancak buraya çıkmak biraz zahmetli. Üstelik yağmur yağıyor ve oraya gitmek için zamanımız yok. Neyse ki şato her yerden görülüyor, fotoğraflarını çekiyoruz en azından. Maximillian’in oğlu II. Ludwig tarafından yaptırılan şatoyla ilgili birçok hikâye anlatılıyor. Biraz gel git akıllı olan Ludwig, şatoyu kendi zevkine göre inşa ettirmek istiyor ve sürekli karar değiştiriyor. Bu yüzden buraya oldukça fazla para harcamış. Dört yıl boyunca on iki usta yalnızca yatağını yapmakla görevlendirilmiş mesela. Genç yaşta tahta çıkan Ludwig’le ilgili pek çok rivayet var, ilgilenen araştırabilir. Ölümü şaibeli olan Ludwig’in paraları saraylara harcadığı için aç bıraktığı halkı tarafından gölde boğdurulduğu da söyleniyor. Onun ölümünden sonra saraylar halka açılmış ve ziyaretçi akınına uğramış. Bugün de oldukça popüler bir yer burası. Hava soğuk ve yağmurlu olmasına rağmen birçok turist vardı etrafta.

Füssen’den çıktıktan sonra biraz heyecanlıyım çünkü Rothenburg ob der Tauber’e gidiyoruz. Rothenburg’un fotoğraflarını gördüğümde buraya bayılmıştım ki gerçeği daha da güzel. Adeta bir masal diyarı. Romantik Yol’un en beğenilen noktalarından biri olan Rothenburg, Ortaçağ’da dindar insanların yaşadığı bir yermiş. Bugün de burada birçok kilise bulunuyor. Küçücük bir yer aslında ama şehrin içinde birçok kapı var (Ankara’daki kapılar gibi değil tabii ki) ve etrafı surlarla çevrilmiş. Şehri çok iyi korumuşlar. Bu yüzden de doğal yapısı bozulmamış. Binaların çoğu gotik mimarinin izlerini taşıyor. Meydanda tıpkı Münih’te olduğu gibi saat başı tekrarlanan bir kukla gösterisi var. Buradaki gösteri kasabanın tarihiyle ilgili. 1600’lerde belediye başkanı litrelerce şarabı içebilmeye dayanan iddiayı kazanınca kasabasını istiladan korumuş. Bu olay canlandırılıyor böylece.  Akşamları ise gece bekçisi şovu izlenebilir. Night watchmen denilen bir adam özel kostümünü (siyah pelerin) giyip meydana toplanan insanlara Rothenburg’un tarihi hakkında bilgi veriyor, sokakları gezdiriyor. Bizim saat sekiz sularında denk geldiğimiz bu etkinliği yirmi yıldır aynı kişi yapıyormuş. Bu şovu izlemek paralı ama bekçiyi uzaktan takip eden insanların birçoğu para vermiyormuş. Almanya’da her şehrin, kasabanın geleneklerini yansıtan gösteriler, etkinlikler var. Bu yolla hem kültürlerine ve tarihlerine sahip çıkıyorlar hem de turizmden bir hayli gelir elde etmiş oluyorlar. Çok küçük bir kasaba olmasına rağmen Rothenburg’da çok sayıda turist vardı. Özellikle Japonlar burayı çok seviyormuş. Sabah saat yedide sokaklarda gezip fotoğraf çekiyorlardı.

Almanya’da restoranların birçoğu erken saatte kapanıyor. Rothenburg’da saat sekizde yemek yemek için açık olan bir yeri zar zor bulabildik. Buradaki oteller de ilginçti. Genellikle lobide kimse bulunmuyor. Bizim kaldığımız Goldener Hirsch de kasabadaki diğer binalar gibi oldukça eski bir binadaydı. Binanın kapısını açmak için bir anahtar verdiler ve akşam otele geldiğimizde eve girer gibi olduk. Otel odası da tuhaftı. Yeterli alan olmadığı için lavaboyu tuvalete değil de odaya eklemişler. Telefon yerine de eski model bir cep telefonu koymuşlar. Bunu yanınızda taşıyıp acil bir durumda otele ulaşabiliyormuşsunuz. Lakin ben bunu görünce biri telefonunu otelde unutmuş zannettim. Otelin restoran kısmı da çok güzeldi ve üzüm bağlarının olduğu Tauber vadisine bakıyordu. Zaten bu bölgenin geneli oldukça yeşil ve toprakları verimli.

Oyuncakçıların vitrinleri birbirinden güzel.
Rothenburg’da çok sayıda oyuncak mağazası vardı. Ahşap oyuncaklar, pelüş bebekler, teddy denilen meşhur ayılar… Çok orijinal oyuncaklar gördüm. Hatta kendime bile bir tane aldım. İnsan bu mağazalarda kendini kaybedebilir. Vitrinleri de çok güzel süslenmiş ve gece ışıklandırılıyor. Birkaç tane de Noel süsleri satan dükkân var. Bunlardan birinin önünde bir araba duruyor. Japonlar bu mağazalardan alışveriş yapmaya geliyorlarmış. Rothenburg’da oyuncak müzesi ve Christmas Müzesi de varmış ama biz ziyaret edemedik.

Rothenburg kurabiyeleri
Rothenburg’un oyuncakçıları kadar kurabiyecileri de meşhur. Buraya özgü kurabiyeler yapıyorlar. Mağazalardan birinin içine bir ekran koymuşlardı. Kurabiyelerin nasıl yapıldığına dair bir video izleyebiliyorsunuz. Yağda kızartılan hamurların farklı soslara bulanmasıyla yapılan bu kurabiyelerin bazıları oldukça büyük. Biz gaza gelip bunlardan birkaç paket aldık ama pakette satılanlarla açıkta olanların tadı arasında bayağı fark vardı. İlla bir şey alınacaksa Hussen marka çikolataları tavsiye ederim. Almanya’nın başka yerlerinde de bulunabilecek bu çikolatalar oldukça lezzetli.

Rothnburg'da evcil hayvanlara ayrılmış tuvalet

Rothenburg kendinizi başka bir zamanda yaşıyormuş gibi hissedeceğiniz bir yer. Ben çok sevdim. Biraz araştırma yapınca Romantik Yol boyunca birçok güzel yer olduğunu gördüm. Araç kiralayarak Romantik Yol turu kesinlikle yapılmalı, ancak bunun için bir yol arkadaşı bulmak gerekiyor öncelikle J Rothenburg’dan ayrılmak istemiyorum ama önce Baden Baden’e, ardında da Fransa’ya geçeceğiz.
Karaorman bölgesinde yer alan Baden Baden şehri kaplıcaları ve kumarhanesi ile ünlü. Baden, Almancada banyo anlamına geliyormuş ve aynı isimli şehirden Avusturya ve İsviçre’de de bulunduğu için buraya Baden Baden demişler. Şehrin aristokrat bir havası var, sokaklardan ağır bir parfüm kokusu geliyor girer girmez. Vaktimizi Rothenburg’da geçirmeyi tercih ettiğimiz için burada çok vakit yok. O yüzden tıpkı Münih’teki gibi şehir hakkında bir izlenim edindik diyebiliyorum. Sonradan yaptığım araştırmalarda gördüm ki şehre “milyarderler şehri” deniyormuş ve Dostoyevski, Gogol, Turgenyev gibi yazarların yolu buradan geçmiş. Gezi yazılarını çok sevdiğim Mehmet Yaşin bu şehirle ilgili bir yazı yazmış. Meğer Dostoyevski Kumarbaz romanında bir hayli para kaybettiği bu kumarhaneyi anlatmış. Bu yazıyı daha önce okusaydım gider kesin kumarhaneyi bulurdum J Demek ki gezmeye gitmeden önceki araştırmalar artırılmalı, kulağıma küpe olsun bu.
Baden Baden'in mağazaları

Baden Baden ormanlık bölgede yer aldığı için yemyeşil bir yer ve çok sayıda ağacı barındırıyor. Biz ormanlık bölgeye girmeden pahalı butiklerin, alışveriş merkezlerinin ve çikolatacıların olduğu ana caddeyi gezdik. Güzel binalar ve zevkle döşenmiş restoranlar vardı. Lakin ben fazla zenginlik kokan şehirleri pek sevmiyorum bu yüzden bana pek hitap etmedi burası. Bir de aklımda Fransa vardı açıkçası. Baden Baden’den ayrılıp Strasbourg’a geçiş vakti geldi. 


29 Eylül 2015 Salı

Bavyera-Alsace-Alpler Gezi Notları I: Salzburg ve Hallstatt

Bayram tatilinde Bavyera, Alsace bölgeleri ile Alpleri içeren ve sekiz gün süren bir geziye katıldık. Rehber eşliğinde yirmi üç kişilik bir grupla gerçekleştirdiğimiz bu seyahatin başlangıcı için Münih’e uçtuk. Birkaç ülkeyi içeren gezide sırasıyla şu rotayı izledik:

Münih’te indikten sonra ilk durağımız Avusturya’da bulunan ve ünlü müzisyen Mozart’ın doğum yeri olan Salzburg. Adını buradaki tuz madenlerinden alan şehir Alp Dağlarının eteklerine kurulmuş. İlk bakışta ortasından nehir geçen pek çok şehirdeki gibi doğal güzellikleriyle sizi etkiliyor. Şehrin Altstadt adı verilen eski bölümü UNESCO tarafından koruma altına alınmış. Bu bölgenin sokaklarında gezerken binalar ve üzerlerindeki değişik tabelalar dikkatinizi çekecektir. Bütün dükkânların ve mağazaların tabelaları belli bir tarzda yapılmış demir levhalara yazılmış. Zara, Burger King gibi büyük markalar da buradaki düzene uymuşlar ve bildiğimiz amblemlerini farklı bir tarzda yeniden tasarlamışlar. Bu uygulama sokaklara ayrı bir güzellik katıyor. Başka şehirlerde de olsa keşke. Mağazaların ve evlerin yer aldığı binaların birçoğu oldukça eski. Binaların yapıldığı ve restore edildiği tarihler de yine üzerlerine yazılmış.



Salzburg kısa sürede gezilebilecek bir şehir. Eski şehri gezdikten sonra kısa bir Mozart turu yapılabilir. Mozart’ın doğduğu ve daha sonra yaşadığı evler buradaki önemli turistik noktalardan. Mozart’ın evi müzeye dönüştürülmüş, ziyaret edilebilir. Bir de Mozart’ın anıtının olduğu bir meydan var: Mozart Platz. Salzburg turizmini Mozart’a dayandırmış denebilir. Ocak ayında Mozart Haftası çerçevesinde şehirde çeşitli etkinlikler ve konserler yapılıyor. Bir de kırmızı paketleriyle dikkat çeken ve Mozartkugeln denilen Mozart çikolataları var. Şehrin birçok noktasında bu çikolataların satıldığı dükkânlar bulunuyor.

Biz gezimizin ikinci gününde sabah Hallstatt gezimizi yaptıktan sonra akşamüzeri tekrar Salzburg’a döndük. Kısa bir şehir turunun ardından Salzburg Kalesi’nde yapılan bir konsere gittik. Şehrin her noktasından görülebilen bu ihtişamlı kaleye fünikülerle birkaç dakikada çıkılıyor. Sekizde başlayan konserden önce kaleden şehre bakmak ve güneşin batışını izlemek keyifliydi. Işıklar altında şehir daha güzel görünüyor. Konser kalenin üst taraflarındaki bir salonda yapıldı ve küçük bir orkestra Mozart’ın eserlerini çaldı. Buraya kadar gelmişken Mozart’ın bestelerini doğduğu kentte dinlemek güzeldi.



Mirabel Bahçeleri

Salzburg’da başka ne yapılır derseniz Salzach nehrinin üstündeki köprülerden birine çıkabilir, eski şehirdeki pasajları gezebilir ve şinitzel yiyebilirsiniz. Patates ve sos olarak kullanılan marmelatla servis edilen Avusturya şinitzelleri meşhur. Yine şehrin merkezinde bulunan Mirabel Sarayı ve Bahçeleri, içindeki heykeller ve çiçeklerle görülmeyi hak ediyor. Şehrin biraz dışında kalan Hellbrunn ise özellikle çocukların ilgisini çekebilecek bir yer. 1612’de Salzburg prensi Markus Sittikus’un isteğiyle Rönesans mimarisine uygun tarzda inşa edilen bu saray, eğlenceyi seven prensin oyun alanı gibi bir yere dönüşmüş. Sarayı rehber eşliğinde gezebiliyorsunuz. Oyuncakların ve heykellerin yer aldığı bazı odalarda bilgi veren rehber, bir anda odalardaki muslukları açıp sizi ıslatıyor, dikkatli olmakta fayda var. Yani buranın asıl numarası su şovu ve suyun nereden geleceğini tahmin edemediğiniz için eğlenceli dakikalar geçirebiliyorsunuz. Tabii biraz sulu bir şakaya maruz kalıyorsunuz. Kıyafetlerinizi buna uygun seçin.


Hellbrunn'da su şovunu yapan rehber. Birazdan suları açacak.

Gezideki ikinci durağımız Hallstatt, fotoğraflarını görüp çok merak ettiğim bir yerdi. Salzburg’dan yola çıkıp Hallstatt’a doğru giderken cennet gibi bir yerle karşılaşacağımı tahmin ediyordum ama yolculukta gördüklerim de en az Hallstatt kadar güzeldi. Avusturya’nın göller bölgesinden geçiyorsunuz. Etraf yemyeşil ve her yerde güzel çiftlik evleri, düzlüklere yayılmış hayvanlar ve evlerin pencerelerinden sarkan bin bir renkli çiçekler var. Özellikle Wolfgangsee gölü çok güzeldi. Bu civarda mutlaka kamp ve doğa yürüyüşleri yapılmalı.
Otobüste giderken nereye bakacağımı şaşırdım açıkçası ve manzaraya doymak için sürekli yer değiştirdim. Burada insanlar doğanın şartlarına öyle bir ayak uydurmuş ki hayran olmamak mümkün değil. Doğaya zarar vermeden ona uyum sağlarsanız o da size daha cömert davranıyor galiba. Üstelik etrafta tek bir çöp bile görmediğimi söyleyebilirim. Başka bir ilgi çekici nokta da yol boyunca çok az insana rastlamamızdı. Sanırım bu bölgedeki evlerin birçoğu belli zamanlarda kullanılıyor. Sürekli burada yaşayanlarsa tarım ve hayvancılıkla ilgileniyor. Biz hâlâ bu konuda geri gitmeye devam edelim ancak tarım ve hayvancılığın ülke ekonomisine yaptığı katkı ortada. Nedense yolculuklarda en çok yaptığım şey gittiğim yerleri Türkiye’yle karşılaştırmak. Burada doğal kaynaklardan yararlanma bilgisinin hayatı ne kadar kolaylaştırdığını görünce bizdeki duruma hayıflanmadan edemiyor insan.

Tekrar Hallstatt’a dönersek burası UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan oldukça eski ve küçük bir kasaba. Kültür Mirası Müzesi ve tuz madeni ziyaret edilebilir ama vaktiniz sınırlıysa buradaki muhteşem doğa güzelliklerini seyretmekle yetinebilirsiniz. Dağların arasında kalmış Hallstatter gölü ve ahşap evlerin manzarası müthiş. Belli dönemlerde ve saatlerde araç trafiğine kapatılan kasabanın sokaklarını kısa sürede gezdikten sonra göl kenarındaki bir restorana oturup manzaranın keyfini çıkarabilir ve kendinizle baş başa kalabilirsiniz. Arada bir önünüzden kuğular ve kuşlar da geçecektir mutlaka. Gölde tekne turuna da katılabilirsiniz ama hava şartları her zaman müsait olmayabilir. Dağlık bir bölge olduğu için kalın kıyafetler giymekte fayda var. Manzaraya doyduktan sonra dükkânlara uğrayıp ahşaptan yapılan orijinal oyuncaklardan satın alınabilir. Girdiğimiz bir dükkândaki küçük bir atölyede oyuncakların nasıl yapıldığı gösteriliyordu.
Bloglardan okuduğum kadarıyla Hallstatt’a trenle ulaşmak biraz zormuş. Biz tur otobüsüyle gezdiğimiz için bölgeye kolayca ulaştık ve yaklaşık bir-bir buçuk saat süren Salzburg-Hallstatt yolu boyunca birkaç yerde durup fotoğraf molası verdik. Eğer yalnız seyahat etmeyi planlıyorsanız ulaşım detayını gözden kaçırmayın.


Armut ağacı evin her yerini saran dekoratif bir unsur gibi kullanılmış.


Burada anlattığım iki günden sonra Avusturya’dan çıkıp Münih’e doğru yola koyulduk. Avusturya daha çok Viyana dolayısıyla merak ettiğim bir ülkeydi ama Salzburg ve Hallstatt’ı gördükten sonra Avusturya’yı çok beğendim. Geçtiğimiz her bölgede hayran olunacak bir doğa güzelliği vardı. Bu güzelliği betimlemek biraz zor. Her ne kadar fotoğraflardan anlaşılsa da bu güzelliği yerinde yaşamak bir başka. Alpleri kış mevsiminde de ziyaret etmek gerek. Özellikle kar altındaki Hallstatt fotoğrafları gerçekten etkileyici. Zaten bu bölge kış sporlarının en önemli merkezlerinden.

Avusturya'yı bırakmak zor ama üçüncü gün istikamet: Almanya. 


Gezi notları boyunca faydalanacağım bilgileri veren eğlenceli rehberimiz Gülay Çamurdanoğlu'na özel teşekkürlerimle...

28 Haziran 2015 Pazar

Benim Kitaplarım




Benim için en verimli okuma dönemi yaz tatilleri oluyor ve bu yaz hiç okumadığım yazarları okumayı hedefliyorum. Bu çerçevede Kerem Işık ve üçüncü öykü kitabı Iskalı Karnaval'dan bahsedeceğim size.  Kitabın adı ve kapağı nedense bol çağrışımlı ve metafor yüklü öyküler okuyacağımı düşündürdü bana ama gayet kolay okunan ve akıp giden bir kitapla karşılaştım diyebilirim.

Kitapta sekiz öykü var. Öykü kitaplarını okurken genelde ya ismini beğendiğim öyküyü okurum ilk önce ya da rastgele açtığım sayfada çıkanı. Bu kez nedense sırayla gittim. Bunu yapmak iyi oldu çünkü ikinci öykü "Süper Kahraman Diyeti"ni ayrı tutarsak kitaptaki öyküler baştan sona bir bütünlük oluşturuyor. Kurgusal bütünlükten bahsetmiyorum ama tematik bir bütünlük var denebilir. Kitabın açılış öyküsü "Kalbi Büyüyen Adam", iki sayfadan oluşan kısacık bir öykü. Öykünün ne anlattığından pek bahsetmek istemiyorum ama kitabı bitirdiğinizde bir insanın kalbinin neden büyüdüğünü, odalara ve evlere sığamayacak hâle geldiğini anlıyorsunuz. İkinci öykü "Süper Kahraman Diyeti", bir fastfood zincirinde geçiyor. Diğerlerine nazaran okuru etkileme gücü zayıf olan bir öykü diye düşünüyorum. Belki esas kahramanımızın ruh hâli biraz daha ayrıntılı olarak anlatılabilirdi.

Kitaptaki diğer öyküler distopik kurgulara sahip. Günümüzde yaşanan siyasi ve sosyal olaylar ile yaşam biçimimiz çok fazla malzeme sunsa da edebiyatımızda distopik eserlere pek rastlanmıyor ne yazık ki. Ütopik eserler ya da başka roman türleri içinde yaratılan ütopik dünyalar (Peyami Safa'nın Yalnızız romanındaki Simeranya gibi) distopyalara göre daha fazla Türk edebiyatında. Kerem Işık'ın bir önceki kitabı Toplum Böceği'nde de bu tarz öyküler varmış sanırım ama okumadığım için yorum yapamayacağım.

Kerem Işık'ın anlattığı distopyalar klasik distopyalardan biraz farklı. Distopyalar genelde uzak gelecekte dünyayı ve insanları bekleyen tehlikeleri anlatırlar ama bu kitapta daha yakın geçmişi hatta bugünü okuyoruz. "Bana Veri Gerek Veri" 2 Temmuz 2043'te geçiyor olsa da ben kitaptaki bütün öyküleri yaşadığımız günlerle bağlantı kurarak okudum. Yazar kapitalist sistemin insanın yaşam biçimini ve insanlar arasındaki ilişkileri nasıl etkilediğini, sansür mekanizmasının nasıl yok edici boyutlara gelebileceğini, yabancıların durmadan müdahale ettiği aile yaşamının nasıl "özel" olmaktan çıktığını ve buna benzer birçok meseleyi hayal ve gözlem gücünün ürünü olan ayrıntılarla anlatmış. Son zamanlarda güncel konu deyince genelde Gezi olayları ya da kadın cinayetleri akla geliyor önce  ama burada turizm, sansür, medya ve sosyal medya gibi farklı başlıklar altında bireysel ve toplumsal yaşamımızı ilgilendiren olaylar ele alınmış.

Kitaptaki distopik öykülere biraz daha ayrıntılı bakacak olursam;
"HAYDA!", bilinmeyen bir gelecekte İzmir'de geçiyor. Bu gelecekte kentler sektörlere ayrılmış. Bir sektörde evli ve bir çocuklu aileler yaşarken başka bir sektör yaşlı çiftlere ait mesela. Bu sektörlerden birinde yaşayan yeni evli çift Tayfun ve Merve, devletin zorunlu kıldığı ve yeni evlilere uyguladığı bir danışmanlık sisteminin kobayları oluyorlar. Yazar burada George Orwell ve Ray Bradbury gibi yazarların eserlerii hatırlatan bir dünya yaratmış ki distopyaların en önemli özelliklerinden biri kendi içinde tutarlı ve inandırıcı bir distopya evreni kurmaktır. Kerem Işık'ın dünyasında Orwell'ın 1984'ünde olduğu gibi televizyon ve çeşitli ekranlardan yansıtılan reklamların ayrı bir yeri var. Çünkü bu dünyada pazarlama çok önemli. Tayfun ve Merve kulak-içi hoparlörlerden çeşitli reklamlara maruz kalıyorlar gün içinde. Yazarın kent yaşamını ve aile kavramını sorguladığı bu öyküde distopyanın içinden çıkmak isteyen kişi kadın karakterimiz Merve oluyor. Çünkü öyküde de vurgulandığı gibi baskıcı rejimlerin en büyük tahribatı kadınlar üzerinde yaratmıştır.

Yukarıda bahsettiğim "Bana Veri Gerek Veri", mektup biçiminde yazılmış ve her şeyin değerinin rakamlarla ve verilerle ölçüldüğü bir dönemde geçiyor. Burada olduğu gibi kitaptaki bazı öykülerde bilim kurgu ve fantastik edebiyata yaklaşan bölümler var.
"Arzulanan Dünya", Spinoza'dan bir epigrafla başlıyor. Bu öykü de turizm sektörüne ve insanların tatil anlayışlarına yönelik bir eleştirel bakışı içeriyor. Bu öyküyü okurken aklıma Murat Uyurkulak'ın yıllar önce Milliyet Sanat'ta yazdığı ve tatil yapmayı sevmediğini anlattığı yazısı geldi nedense. Yazının adını hatırlamıyorum ama çok hoşuma gitmişti. Uyurkulak burada yaz gelince insanlarda tatile gitme baskısı oluştuğunu ve bundan dolayı içlerinden gelmese bile kendilerini çok iyi eğlenmeleri ya da gezmeleri gerektiği fikrine ikna ettiklerini yazıyordu. Bu öyküde bu durum var biraz. Turizm şirketinde çalışan, her gün binlerce insanı dünyanın öbür ucuna uçurduğu halde kendisi tatil yapamayan bir adamın hikâyesini okuyoruz "Arzulanan Dünya"da.

"O En Güzel Klişe", Klişe Üretim Merkezi'nde çalışan ve işi klişe üretmek olan Rıfat'ın hikâyesi. Kerem Işık, kitapta yine distopyaların bir özelliği olarak yeni kavramlar üretmiş. Bunlar Orwell'ı 1984'te ürettiği "çiftdüşün, yenisöylem, yokkişi, yüzsuçu" gibi yeni kavramları andırıyor ama Işık'ın kavramları genelde K.Ü.M, SANKİ, iMTK, MİT gibi kısaltmalardan oluşuyor. Bu kavramların anlamları da kitapta dipnot olarak verilmiş. Örneğin SANKİ, Sansür Kurulu İdaresi; MİT ise Milli İrade Tasnifleme demek. Kitapta daha birçok dipnot var. Anlatıcı bazı konular ve kavramlar hakkında bilgi vermek istediğinde dipnota geçiyor. Ben bu dipnotları biraz fazla buldum açıkçası. Bunlardan bazıları metinde verilmeliydi gibi geldi. Bir de bazı dipnotlarda bilgiyi veren anlatıcı mı yazarın kendisi mi o tam belli olmuyor.

Tekrar "O En Güzel Klişe"ye dönersek bu öykü, günümüzde insanların mutlu olmak için neleri feda ettiklerine, kişisel gelişim kitaplarından nasıl medet umduklarına değiniyor. Hayatını iyi bir kariyer yapmaya adayan insanların, son kertede ellerinde hiçbir şeyleri kalmayabileceğini gösteriyor. Mutlu olmak için bu kadar çabalamamalı insan belki de. Mutluluk dediğimiz şey en güzel klişe olabilir neticede.

"Kılçıksız Sanat" benim favori öykülerimden. Burada kitabını yayınlatmak için Kültür Bakanlığının Sansür Kurulu İdaresi'ne mülakata giden bir yazar var. Devlet her türlü düşünceyi ve özgürlüğü baskı altına aldığı gibi yayınlanacak kitaplara da müdahalede bulunuyor. Çünkü develete göre;
Kılçıksız sanattır halkın hak ettiği
Sıkı bir denetimle mümkündür SANKİ"
Sansür idaresinde çalışan memurlarla yazar Yunus Bey arasındaki diyaloglar öyle tuhaf bir noktaya geliyor ki çalışanlar kendi standartlarına uygun bir kitap yazılmasını teklif ediyorlar yazara. Yazarın ülkemizdeki editörlük kurumuna eleştiri getirdiği bu öykü, sanatın nasıl algılandığına dair bir yansıma olarak da okunabilir.

Kitaptaki en uzun öykü olan "Rıza'nın İmalatı" robotlara tutkun olan ve hayatını ROMAN adını verdiği projesine adayan Rıza'nın öyküsü. Yine bolca dipnotun yer aldığı bu öyküde Rıza, İç Mihrak Tespit Komisyonu'nda Sakıncalı İleti Tespit Memuru olarak çalışıyor. Ben bu öyküdeki kurum ve meslek isimlerini çok sevdim çünkü doğrudan günümüze gönderme yapılıyor. Rıza ve ekip arkadaşları, toplumsal huzuru sağlamak adına sosyal medyada politikacıların çeşitli konu ve kişiler hakkında yazdıkları "zararlı" iletileri silmekle görevliler. İşe alımlarda bile kişilerin sosyal medya iletilerine bakıldığı ya da kimilerinin muhalif sözleri nedeniyle yargılandığı günümüzde sosyal medyanın ne kadar etkili bir mecra olduğu ortada. Henüz bu öyküdeki gibi bir kurum yok ortada belki ama yakın gelecekte olmayacağı ne malum? "Rıza'nın İmalatı", yaptığı işten dolayı Rıza'nın hayatının kabusa dönüşmesiyle sonuçlanıyor. ROMAN kelimesinin en anlama geldiğini sürprizi kaçırmamak adına söylemeyeceğim ama ilginç bir sonu var öykünün.

Distopyalar yapıları itibarıyla karamsar ve karanlık bir atmosfere sahiptirler ama Iskalı Karnaval'da böyle bir hava yok pek. Mizahi ve ironik bir anlatımı var yazarın. Burada yazar klasik distopyalardaki gibi siyasi rejime yönelik ayrıntılara fazla girmediği ve daha çok kişisel öyküler anlattığı için böyle bir üslubu tercih etmiş olabilir.

Iskalı Karnaval'ı sevdim genel olarak. Yazarın önceki kitapları Aslında Cennet de Yok ve Toplum Böceği'ni de merak ettim. Kitabın bana göre eksik taraflarından biri altı çizilecek cümlelerin az olmasıydı. Burada aforizma tarzı cümlelerden bahsetmiyorum ama dil kullanımı biraz daha etkileyici olabilirdi. Bu öykülerin türüyle de alakalı bir durum tabii. Zaman zaman okuru kurgudan uzaklaştıran ve yabancılaştıran bir yanı da çünkü distopyaların.

Neticede öykü ve distopya sevenler okuyabilir Iskalı Karnaval'ı.


Kerem Işık, Iskalı Karnaval, YKY Yayınları, 2015, 111 sayfa

21 Haziran 2015 Pazar

Benim Kitaplarım


Şair ve yazar Onur Caymaz bugüne kadar on iki kitap yayımlamış. Ben son kitabı Herkes Yalnız vesilesiyle ilk defa okudum Caymaz’ı. Bu yüzden metin merkezli bir yorum yapacağım Herkes Yalnız hakkında.

Herkes Yalnız farklı uzunluktaki on altı öyküden oluşuyor. Bunları tematik olarak güncel ve siyasi olayları ele alan ve daha kişisel hikâyeleri içeren öyküler olmak üzere iki başlıkta değerlendirebiliriz. Ben sevdiğim öykülerden başlamak istiyorum:

Polis 1, Polis 2, Polis 3: Bu üç farklı öykü Kadir adlı bir polisin Gezi olayları sırasında yaşadıklarını anlatıyor. Öyküler sırasıyla Ali İsmail Korkmaz’a, Berkin Elvan’a ve Ethem Sarısülük’e ithaf edilmiş. Yakın bir tarihte yaşanmış olayları kurgusal dünyaya taşımak oldukça riskli bir iş ve zaman zaman karşılaştığımız gibi yazarın niyetini sorgulamamıza da sebep olabiliyor. Bunu Gezi'yi anlatan, aceleye getirilmiş ve özensizce yazılmış bazı kitaplarda gördük. Hatta kimi yazarlar güncel olanı yakalayamayacağız kaygısına da düşmüştü o dönemde. Ancak buradaki Polis öyküleri bu kaygıyı yansıtma telaşından ziyade toplumda çeşitli travmalara yol açmış olayları neden-sonuç ilişkisi içinde anlatma derdinde. Olaylar, eylemler sırasında eylemcilere vurduğu için vicdan azabı çeken, insanların gözündeki kötü polis imajını düzeltmek isteyen bir polisin gözünden anlatılıyor. Kadir isimli polisin iç monologları inandırıcı. Anlatıcı eğer polis olmasaydı öykü bu kadar iyi olmazdı. Üç öykünün başkişisi de aynı polis. Ben 3. öyküye gelmeden sonunu tahmin etmiştim ama şunu düşünmeden de edemedim: Gezi’yi yaşayan polislerden biri gerçekten böyle hissetmiş midir? Kadir gibi “Böyle iş mi olur Aga, dövüyoz, öldürüyoz milleti” (s. 83) diyerek özeleştiri yapmış mıdır? Umarım böyle polisler de vardır. 

Kitapta birkaç tane küçürek öykü var. Bunlardan biri olan Somalı, madenden çıkınca “Çizmelerimi çıkarayım mı, kirlenmesin sedye” diyen madenciyi; Babasız ise madende can veren babasını bir daha göremeyecek olan bir kız çocuğunu anlatıyor. Saka, Bir Karşılaşmanın Su Yeşili ve Ölenin Ardından yine bu tarzda yazılmış kısa öyküler.

Kitabın ilk ve son öyküleri öyküden çok novella tadında. Hatta son öykü Herkes Yalnız çok karakterli ve olaylı bir kurguya sahip olduğu için bir roman taslağı gibi de duruyor. Caymaz, sanki daha uzun yazmaya üşenmiş de öyküde karar kılmış. Herkes Yalnız, her şeyi biriktiren ve çöplüğe dönüşen bir evde yaşayan bir adamın hikâyesini polisiye tadında bir kurguyla anlatırken yine farklı konulara temas eden katmanlı bir anlatıya dönüşüyor. Böylece öyküden dağa çıkan bir üniversite öğrencisi, polis muhabiri olarak çalışan kızlar ve eylemden sonra ortadan kaybolan kızını arayan bir baba geçiyor. Öyküyü genel olarak sevsem de kısa öyküde daha başarılı olduğunu düşünüyorum yazarın. Kitaptaki ilk öykü Alice İle Nuri uzun bir zaman diliminde yazılmış ve gerçeküstü unsurlar içeren bir öykü. Alice Harikalar Diyarında eserine gönderme yapılarak yıllardır yalnızlığı içinde boğulup giden terzi Nuri’nin hikâyesi anlatılmış. Burada üst-kurmaca tekniğini kullanan yazar araya girerek hikâye kurgusunun zaman içinde nasıl değiştiğini anlatıyor okuruna. (Bu hikâyenin üzerinden şu geçti,… geçti şeklinde)

Çığlık ve Aşk: Hiçbir Şey benim en sevdiğim öyküler oldu. Çığlık, Ferit Edgü’nün aynı adlı öyküsünü hatırlatıyor. Bu öyküdeki gibi seslere ve işitme duyusuna ait unsurlar dikkat çekiyor kitapta. Plazada çalışan bir kadının yalnızlığına odaklanan Çığlık, Hakan Bıçakçı’nın Doğa Tarihi’ni hatırlattı bu yönüyle. Aşk: Hiçbir Şey ise benim de çok sevdiğim bir yönetmen olan Kieslowski’ye ithaf edilmiş. Burada anlatılan aşk da Kieslowski filmlerini andırıyor zaten.
Kitapta insanın yalnızlığına vurgu yapılmış sıkça. Kitaba ismini veren “herkes yalnız” cümlesi bir leit-motif gibi karşımıza çıkıyor sürekli. Yazarın İnsanın hangi çağda, hangi zamanda yaşarsa yaşasın yalnızlığa mahkûm olduğunu dillendirmesi okuru hüzünlendiriyor. Bay Alkol’ü Takdimim ve Yemek Kartı da bireysel yalnızlıklara odaklanan öyküler.

Kitapta bana çok hitap etmeyen öyküler şunlardı: 
Duvarın Önünde Resmim Aldılar, Kars’ta geçen ve Mesih olduğunu iddia eden bir adamın masal tadındaki hikâyesi. Caymaz, öykülerde hikâye anlatmanın önemine ve niye hikâye yazdığına da değiniyor sık sık. Yazma sürecini okurla paylaşıyor. Bu öyküde bunun örneklerini görebiliyoruz. Bizim Homeros ise Truva Savaşını tekrar yazmak isteyen bir adamı merkeze almış.

Kitabı neden sevdim sorusunun cevapları kısaca şöyle:
Yakın tarihte yaşanmış gerçek olaylar dramatik hâle getirilmeden sağlam bir kurgu içinde anlatılmış.
Yazar eleştirel tavrını ince bir mizahla süsleyerek öykülere yedirmiş. Örneğin Alice İle Nuri’de okuruna seslenerek “sen iki süslü cümleye, birkaç küfre tav olmuyorsun, farkındayım” diyor, güncel edebiyata dair tespitlerini sunuyor.
Günümüzdeki öykü yazarlarının birçoğunun aksine dil duyarlılığı bir hayli gelişmiş Onur Caymaz’ın. Şair oluşundan kaynaklanan bir hassasiyet olsa gerek bu. Her cümlenin, her imgenin üzerinde düşünmüş. “Yalnızların yalınkılıç uykusu”, “her şeyi deneyen, karşılıklı, kullanışlı sessizlik”, “kuşsuz, yağmur lekeli devlet pencereleri” Caymaz’ın özgün imajlarından birkaçı.
Tema çeşitliliği ve metinlerarası ilişkiler açısından zengin bir kitap.

Kitabın sevmediğim yönlerine gelirsek;
Yazar kimi zaman aynı anda birçok olaya birden değinince öykünün odak noktası belirsiz bir hâl almış. Örneğin Polis öyküsü, bir kişinin iç çatışması üzerine kuruluyken öyküde muhafazakâr çevrelerin Alevilere karşı nasıl düşmanlık beslediğine değinilmesi gereksiz görünüyor. Yani olay halkaları fazla geniş değil ama öykü kişilerini siyasi sorunlara dair fazlaca konuşturmak istiyor gibi yazar. Bu da onun güncele olan ilgisinden kaynaklanıyor olabilir.
Kitaptaki şiirsel dil bazı öykülerde beni kurgudan uzaklaştıracak derecede yoğundu. Yukarıda övdüğüm bu şiirsel dil kullanımını burada olumsuz yönüyle ifade etmemim sebebi Caymaz’ın kimi zaman şairaneliğe yenik düşmesi. Öykü, şiire yakın bir tür, bunda herkes hemfikir. Caymaz’ın bir röportajında dediği gibi türler arasında keskin ayrımlar pek kalmadı günümüzde ama ben yine de öykünün, öykü, şiirin de şiir gibi yazılması gerektiğini düşünüyorum. Anlatma esasına bağlı metinler (öykü-roman) ile coşku ve heyecanı dile getiren metin (şiir) arasında türlerin doğasından kaynaklanan farklar olmalı. Arada geçişler olacak tabii ama bazen kitapta imgeler o kadar yoğun kullanılmış ki kurgudan uzaklaşıp imgelerin dünyasına savruldum. Aşağıdaki cümleler pekâlâ bir şiirin nüvesini oluşturabilir mesela:
İnsan nasıl anlar kırgınlığını, nereden?, Dönmek yeniden doğduğun yere,
gurbetten sılaya dönmek,
kanatlı masal. (105)
Yazar, araya girip kurgu yaratma süreciyle ilgili fazlaca detay veriyor birkaç yerde. Örneğin Alice ile Nuri’de “bu hikâyeden Sait Faik’in Leyla Erbil ile çektirdiği fotoğraf geçti” (37) diyerek hikâye zamanından reel zamana geçiyor ve hastanede başucunda beklediği Leyla Erbil’in son günlerini anlatıyor. Bu kısmı biraz gereksiz buldum ben. Ayrıntılar bazen fazlaydı ve amaca yönelik kullanılmamıştı. 

Son olarak şunu ekleyeyim: kitapla ilgili bir yazı bulamadım internette, yazarla yapılmış birkaç röportajı okudum sadece. Tanpınar’ın deyişiyle "sükût suikastı" yapılmış galiba bu kitapla ilgili. Neyse ben görüşlerimi paylaştım, arzu eden okur J

Onur Caymaz, Herkes Yalnız, Kırmızı Kedi Yayınları, 2015, 163 sayfa.  

17 Haziran 2015 Çarşamba

Beş Yazar, Beş Mekân




Sait Faik Abasıyanık ve Burgazada:
Adapazarı’nda doğan Sait Faik’in çocukluğunu ve ilk gençliğini geçirdiği Adapazarı ve Bursa’da geçen öyküleri olsa da onun asıl mekânı İstanbul’dur. “Semaver”, Karanfiller ve Domates Suyu”, “Hişt Hişt”, “Dülgerbalığının Ölümü”, “Alemdağ’da Var Bir Yılan” gibi en bilinen öykülerinde şehrin farklı yüzlerini yansıtan Sait Faik için çok sevdiği İstanbul, zaman içinde ta çocukluğundan beri yakasını bırakmayan yalnızlık duygusunu artıran, kalabalığı ve gürültüsüyle huzursuzluk veren bir yere dönüşür.  Sait Faik İstanbul’un merkezini terk etmese de 1938’den itibaren vaktinin çoğunu birçok öyküsünü kaleme alacağı, İstanbul’un en küçük adası olan Burgazada’da geçirmeye başlar. Babası burada bir köşk satın almıştır. Yazarın adaya kaçışı yalnızca doğa ve deniz sevgisinden kaynaklanmaz. O, toplumsal hayatın uzlaşamadığı gerçeklerinden kaçarak münzevi bir yaşam tarzını seçtiği için de kendi ütopyasını yaşayabileceği en uygun yer olan adaya sığınır. 1952’de yayımlanan Son Kuşlar kitabındaki öyküler başta olmak üzere pek çok öyküsünde ada yaşamını farklı yönleriyle resmetmiştir. Yazma tutkusunu Haritada Bir Nokta isimli öyküsünde geçen meşhur “Yazmasam deli olacaktım” cümlesiyle açıklayan Sait Faik, “namuslu insanlar arasında ölümü beklemek” için de adayı tercih etmiştir. Sait Faik’e 1948’de siroz teşhisi konmuş ve yazarın bu tarihten sonra yazdığı öykülerde ölüm teması ön plana çıkmıştır. Yazarın eşyalarını, hatıralarını saklayan ve 1959’da müzeye dönüştürülen Burgazada’daki evi, öyküleri yazıldıkları mekâna giderek yaşamak isteyenleri beklemektedir bugün.

Yaşar Kemal ve Çukurova:
 “Çukurova’sını yazmayan hiçbir yazar büyük romancı olamaz” diyen Yaşar Kemal ait olduğu coğrafyanın acılarını, dertlerini, sevinçlerini yansıtmayı başaran yazarların evrenselliğe ulaşabileceklerinin farkındadır. Küçük yaştan itibaren folklor derlemeleri yapan, Torosların ağıtlarını dinleyen, sert bir coğrafyada hayatta kalma mücadelesi veren insanların yaşamlarına tanık olan Yaşar Kemal, gözlemlerini hamurunda var olan yaratma gücü ve tasvir yeteneğiyle birleştirerek anlatır. Zengin halk kültürünün ve edebiyatının verilerinden faydalanmayı ihmal etmeyen yazar, her biri efsaneleşmiş roman kahramanları yaratmış, anlatılarını modern bir tragedyaya dönüştürmüştür. Yaşar Kemal deyince ilk akla gelen roman olan İnce Memed, Çukurova’da ağaların başını çektiği sömürü düzenine karşı ilk başkaldırıdır. Dağın Öte Yüzü üçlemesinin ilk kitabı olan Ortadirek’te pamuk toplamak için köylerinden Çukurova’ya inen insanların hikâyesini anlatan yazar, doğa karşısında insanın durumunu da yansıtır. Onun romanlarında doğayla mücadele edemeyen insan kendine düşsel bir evren yaratmıştır. Yaşar Kemal, öykü kitabı Sarı Sıcak’ta, Teneke’de, Akçasazın Ağaları serisinde, Kimsecik üçlemesinde hep çok sevdiği Çukurova’yı anlatır. O, mitoslar yaratarak ele aldığı insan gerçeğini, insanın yaşadığı mekânla bütünleştirir ve denilebilir ki Anadolu insanını ve coğrafyasını onun gibi güzel anlatan romancı az bulunur.


Orhan Pamuk ve İstanbul:
Orhan Pamuk’un Çukurova’sı da İstanbul’dur. Yazar romanlarında kimi zaman farklı şehirlere uğrasa da en çok İstanbul’u anlattığında kendisi olur. İstanbul: Hatıralar ve Şehir isimli kitabında çocukluğunu ve büyüme sürecini ele alırken kendi kişisel tarihiyle İstanbul’un tarihini birleştirir. Onun romanlarında kimi zaman Cumhuriyet’in ilk yıllarında apartmanlarda yaşayan kalabalık ailelerin sırlarına ortak olur, Osmanlıda kahvelerde toplanan sanatkârların sohbetlerini dinler; kimi zamansa kentsel dönüşüm sonucunda İstanbul’un son yıllarda nasıl değiştiğini gözlemleriz.  Pamuk’un dünyasında bir âşık karlı İstanbul sokaklarında sevdiğini arar, bir nakkaş öldürülür, bir bozacı gecenin ayazında boza satmaya çalışır. Benim Adım Kırmızı, Kara Kitap, Kafamda Bir Tuhaflık romanlarında başkarakterlerden biri İstanbul’dur.  
Üst-kurmaca tekniğini kullanarak okurlarını da kurmacasına ortak eden Pamuk; sırlarla, gizemlerle, daha önce duyulmamış insan öyküleriyle dolu olay örgüleriyle İstanbul’un farklı dönemlerinin panoramasını sunar. Uzun yıllar hüküm sürmüş bir imparatorluğun başkenti olan İstanbul’un zaman içindeki değişim ve dönüşüm serüveni Orhan Pamuk’un romanlarından takip edilebilir. Yaşadığı çağa tanıklık etmek isteyen bir romancı tavrıyla hareket eden yazar, derin sosyolojik okumalara imkân verecek malzemeler sunar. Unutulmuş olan kültürel değerleri hatırlatır, kaybolan meslekleri tanıtır, gazete sayfalarında kalmış tarihi canlandırır. Pamuk, içindeki bitmez tükenmez anlatma iştahıyla daha çok İstanbul anlatısı sunacakmış gibi gözükür okuruna.

Barış Bıçakçı ve Ankara:
Ankara başkent olmasına rağmen İstanbul’un karşısında hep geri planda kalmıştır. Son yıllarda Ankara’da geçen roman, öykü, sinema filmi ve hatta dizilerin varlığında dikkat çekici bir artış olmuştur.  Ankara’yı öykü ve romanlarına konu edinen yazarların başında Ankara’da yaşayan Barış Bıçakçı gelmektedir.  Onun eserlerinde Kızılay, Kurtuluş, Susuz Göleti, Yüksel Caddesi gibi mekânlara rastlamak mümkün. Yazarın Sinek Isırıklarının Müellifi isimli kitabında Ankara-İstanbul karşılaştırması yapan Cemil şöyle der: “İstanbul’da gün boyu dolaşırken dünyanın hâline üzüldüm. Ankara’da insan sadece Ankara’nın hâline üzülüyor.” Barış Bıçakçı bu ve benzeri ifadelerinden anlaşılabileceği gibi yalnızca Ankaralı olanların anlayabilecekleri bazı meselelerden ve ruh durumlarından bahseder eserlerinde. Ancak Bıçakçı’nın mekânı ele alışı yukarıda bahsettiğimiz yazarlardan farklıdır. O, kendine has minimalist bir edebiyat anlayışı yaratırken mekânı, karakterlerin ruh durumunu yansıtmak için kullanır. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’de Ankara’nın muhtelif yerlerinde bulunan kişilerin birbirlerinin içine geçen öykülerini okuruz. Bu romanda Tunalı’da, Tunus Caddesi’nde, Güven Park’ta, Ulus’ta yürüyen, taksiye binen, bankta oturan, kavga eden, gülen, düşünen insanları görürüz. Her birinin yaşamı yazarın özgün bakış açısıyla ve yalın diliyle sunulur okura. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de Ender ve Çetin’in bir şehirde gelişen dostluğuna tanık olurken, Sinek Isırıklarının Müellifi’nde toplu konutlardaki site yaşamının farklı manzaralarıyla karşılaşırız.

Osman Şahin- Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Toroslar:
Yaşar Kemal’in paltosundan çıkmış yazarlardan olan Osman Şahin’in öykülerinde hiç durmadan geri döndüğü iki ana vatanı vardır: Doğu coğrafyası ile Toroslar. Osman Şahin, Mersin’de doğmuş, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli illerinde öğretmenlik yapmıştır. Toplumcu gerçekçi edebiyat görüşünü benimseyen yazar, tanık olduğu olayları eserlerine aktarırken kan davaları, ölüm korkusu, şiddet, açlık, topraksızlık, cahillik, ağa baskısı, törelerin acımasızlığı gibi temaları işler. Doğu ve Güneydoğu’da geçen öykülerinde feodal yaşamın sorunlarını anlatırken öykü kişilerini ait oldukları mekânın içinde gerçekçi bir bakış açısıyla yansıtır, onları kendi ağız özelliklerine uygun şekilde konuşturur. Genellikle dış mekânda geçen öykülerinde Yaşar Kemal gibi uzun doğa tasvirleri yapar. Bu öyküler sayesinde okur adını hiç duymadığı yerleri öğrenir. Osman Şahin, Toroslarda geçen öykülerinde ise yörük olan atalarının izini sürer. Yörük kültürünün yok oluşuna ağıt yaktığı bu öykülerde doğa güzellemeleri sunar, insanın doğada nasıl var olabildiğini gösterir. Osman Şahin; bizleri Torosların dağları, buzul gölleri, derin geçitleri, dar boğazları, ağaçları ve bin bir renkli çiçekleri arasında büyülü bir yolculuğa çıkarır. Birçoğu film senaryosu hâline getirilse de okur tarafından çok bilinmeyen öykülerin yazarı olan Osman Şahin, belli bir coğrafyanın ve doğanın kurgu içinde nasıl başarılı bir şekilde kullanılabileceğini gösteren bir yazardır.

Bu yazı, Deliler Teknesi dergisinin 51. sayısında (Mayıs-Haziran 2015) yayımlanmıştır. 


25 Nisan 2015 Cumartesi

Benim Kitaplarım



Hakkı İnanç’ın Ateş Etme Silahsızım kitabı 2014’ün sonlarında yayımlanmış. Sıkça ismini duyduğum yazarın öykülerini okumamıştım daha önce. 14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi’nde yer alan 2014’ün en iyi öykü kitapları listesinde Ateş Etme Silahsızım’a rastlayınca merakım arttı. Bir yazarı ilk kez okumak sonu nereye varacağı belli olmayan bir yolculuğa çıkmak gibi, tedirgin ediyor insanı. Ne yalan söyleyeyim Ateş Etme Silahsızım’ı bu kadar beğeneceğimi tahmin etmemiştim ilk başta.

On yedi öyküden oluşan bu kitabı sevmemin başlıca iki nedeni var. Birincisi yazarın dil kullanımı, ikincisiyse kitaptaki konu ve tema çeşitliliği. Yeni öykücüleri okurken iki farklı eğilim dikkatimi çekiyor: bazı yazarlar sokak diline ağırlık verip dil konusunda özensiz olabiliyorlar, bazıları ise çok fazla metafor kullanıp anlatılmak isteneni geri planda bırakıyorlar. Bahsettiğim çok genel bir yargı tabii ama okuduklarım bana bunu düşündürdü. Hakkı İnanç’ın öykülerini okuyunca yazarın tahkiyeyi ihmal etmeden çağrışımlardan yararlandığını ve okura da okuduklarını yorumlama imkânı verdiğini görüyoruz. Üstelik bunu yaparken dil hassasiyetini koruyor. Yazar, Türkçeyi çok iyi kullanmış; çamaşır suyuyla vicdanını çitilemek, masal yutmak, cücecik zaman, dikiz aynasından bakan hipopotam gibi güzel ve özgün ifadeler bulmuş. Olması gereken bu aslında ama bunu ihmal ettikleri hâlde “iyi yazar” olarak piyasaya sunulanlar var edebiyat ortamında. Bazı öykülerde şiirsel ifadeler dikkat çekerken “Kayık” öyküsünde ise karakterlerin dünyasını daha iyi yansıtabilmek için argo ifadelere başvurulmuş. Kitaptaki argo kullanımı gayet tadındayken birkaç yerde şiirsellik biraz fazla kaçmış. Örneğin “Pinokyo” öyküsündeki “Çocuklar okuyor bunları, mutluluğa şart koşmamalı gamı!” ifadeleri çok hoşuma gitmedi.

Kitaptaki konu ve tema çeşitliliğine gelirsek tekrar sevgilisini gerçekte nasılsa öyle değil de hayalindeki gibi yaşatmak isteyen bir erkeğin, yalnızlığını bir çekirgeyle konuşarak gidermeye çalışan bir kadının, en büyük hayali Şirinler’i görmek olan bir çocuğun öykülerini okuyoruz. İnanç’ın öykülerinde kadınlar, çocuklar ve hayvanlar ayrı bir yerde duruyor. Kitabı bu açıdan da sevdim ben. Daha çok yalnız, kırılgan ve hüzünlü kadınları anlatmış yazar. Birçok yazarın cinsiyetçi bir söylemle erkek hikâyeleri yazdığı bir dönemde kadınların dünyasına daha çok bakan öyküler okumak hoşuma gitti. Kitapta en çok beğendiğim öyküler de “Halının Altı”, “Çekirge”, “Kül ve Kırıntı” gibi kadınların ön planda oldukları öyküler.

Ben tam Hakkı İnanç’ın öykülerini okurken Necip Tosun’un facebook sayfasında şöyle bir ileti gördüm: (İletisini aldığım için affetsin beni sayın Necip Tosun)
“Bir öykü hangi durumu, olayı anlatırsa anlatsın içinde hayata, yaşanmışlıklara ilişkin bir acıyı, bir keşfi aktarmıyorsa o öykünün varoluşu gerçekleşmemiş eksik bir öykü demektir. Bir acıyı, bir dramı, bir duyguyu temsil etmeyen öykünün yazılma gerekçesi de yoktur. Bizi yakalayan öykülere baktığımızda, insanın içinde bir duygu uyandırdığını, bir acı aktardığını görürüz. Bu, bir küçücük cümle, bir fotoğraf, bir diyalog olabilir. Bizde tam da burası kalır, kalıcılığını bu görüntü, diyalog ve cümle aracılığıyla sürdürür. Böylece belleğimizde yer eder.”

Bu cümleler benim bir öyküyü neden sevdiğimi de açıklıyor, o yüzden buraya almak istedim. İyi bir öykü burada da ifade edildiği gibi yaşanmışlıkları yansıtabilmeli ve ne anlatıyorsa anlatsın duygulara hitap etmeli. Okuduğunuz metin, güçlü bir etki uyandırıp bir süre zihninizi işgal ediyorsa iyi bir metindir. Ateş Etme Silahsızım’ı okuduktan sonra “Şingilaylo” öyküsünde babasının elini bırakmayan çocuğu, “Kül ve Kırıntı”daki oğlunu unutamayan anneyi düşünüyorum hâlâ.

Öykü kitaplarını okurken çok sevdiğim öykülerin başına yıldız koyarım. Bu kitaptaki yıldızlı öykülerim şunlar: "Şirinler’i Gören Çocuk, Halının Altı, Çekirge, Şingilaylo, Kayık, Kül ve Kırıntı, Ne Kadar Uzaksın Yakından". Çok sevemediğim bir öykü ise "Kaçak Av". Bu öykü diğerlerinden biraz farklı, anlatıma değil çağrışıma dayandığı için her okur kendine göre bir anlam çıkarabilir. Birkaç kez okumak gerek belki ama ben bu kadar yoğun öyküleri pek sevmiyorum galiba. Kitabın sonunda küçürek öykü var bir de: "Kertenkeleler Suçsuz". Bu öykü türüne pek ısındığım söylenemese de “Bir kızla buluşacaktım ben. Kertenkeleler suçsuz. Burnumda manolya…” gibi güzel cümleleri içeren bu öyküyü sevdim. Yine de bu tarz bir öykü kitaptaki diğer öykülerin yanında biraz ayrıksı duruyor gibi. “Pinokyo” ve “Dıkşın Dıkşın” öykülerinde de masal havası var.

Kitabı bitirince şöyle bir baktım da ne çok yerin altını çizmişim. Tadımlık birkaç cümle yazayım:
“Çocukların kahkahalarını bastırıyorum gözaltlarıma ya, yine de gülmüyor gözlerim. Hiçbir emelime erişemedim hayatta. Çok istersen olur, demişlerdi...” (s. 42)
“İnsanın durduğu yer mühimdir Leyla. Sen bir kuyumcunun önünü seçmişsin”. (s. 52)
“Ne bileyim, belki de böyle hayal etmiştim. Hayaller hemen gerçekleşmiyor ya, geçmişte o hayali kuran insan, gün gelip de hayaline kavuştuğunda artık başka biri oluyor. Başka bir hayali büyütüyor içinde. Senin anlayacağın, gerçekleşmiş hayaller pek mutlu etmiyor insanı.” (s. 70)


“Anlaşmak için ille de konuşmak gerekmez diyor”  “Çekirge” öyküsünde Hakkı İnanç. Ben bu kitaptaki öykü kişileriyle ve yazarla konuşmadan da anlaşabildiğimi düşünüyorum. Bu yüzden İnanç’ı takip edeceğim yazarlar listesine alıyor ve kitabı tavsiye ederek yazımı nihayete erdiriyorum J