27 Haziran 2014 Cuma

Kırık Dökük Birkaç Monolog 8

Bazen her zamankinden daha fazladır "dünya ağrısı".
İnsanlara ve hayata olan inancın, güvenin kan kaybeder. İnsanları anlamadığını düşünürsün.
Bazen her zamankinden fazladır o "ağrı".
İçinde bir boşluk, kaybolmayacak sanırsın. Gitmeyecek bir yere. Kaybolur sonra, alışırsın.
"İnsan her şeye alışır." Ağrının şiddeti azalır.
Kimse kimsenin hayatına "değemiyor" diye düşünürsün. Kimse kimsenin hayatına çivi çakacak kadar yakın olamıyor.
Alışacaksın.
Boşluk belirsiz hale gelecek.
"Ağrı" azalacak.

Not: "Dünya ağrısı" ifadesi Ayfer Tunç'a ait. Muhteşem son romanının ismi aynı zamanda.

Fısıldadıklarım 5

Önce babam gitti o mel'un hastalıktan, bir yıl sonra da "şair ceketli çocuk" Kazım Koyuncu. Her gidenle biraz daha azaldı dünya.
Yılların, rakamların bir önemi yok ama biri 43 yaşındaydı, biri 33.
Kalanlar tutmak zorunda kalıyor çeteleyi.
Gidenlere ne olduğu şimdilik muamma.

Kazım Koyuncu'nun müziğiyle ne zaman tanıştım, tam olarak hatırlamıyorum. Gülbeyaz dizisi dönemiydi sanırım. Belki on kere izlemişimdir bu diziyi. Gülbeyaz ve Kadir'in aşkı gibi sahici aşkları göremedik sonra ekranlarda. Dizide Kazım Koyuncu sık sık şarkı söylerdi. Kadir bunalınca sahile iner, biralar gazete kağıtlarına sarılır ve başlanırdı şarkıya: "Ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim."

Sonra sonra tam bir Karadeniz kültürü sevdalısı olunca Kazım Koyuncu hayranlığım daha da arttı. Üstelik sadece iyi müzikler yapan bir müzisyen değildi o. Kendi bölgesinin sorunlarıyla ilgilenen, çözüm yolları arayan, duyarlı, insancıl bir adam. Kendi deyimiyle önce "devrimci". Sanatçı kavramının altını tam anlamıyla dolduran bir genç müzisyen.

Ne çok üzüldüm hastalığını duyunca ve ne de çok ağladım o gidince. "İşte gidiyorum. Hiçbir şey almadan, bir şey vermeden..." demişti. Bir gidiş daha yalın nasıl anlatılabilir ki?

"Didou Nana" en sevdiğim parçası olsa da her zaman dinleyemem. İnsanı hüzünlere gark eden bir ezgisi var. "Dido" sevgili demekmiş ama ben bu parçayı hep gidenlerin arkasından söylenen bir ağıt gibi dinliyorum.
"Tsira, Asiye, Koyverdun Gittun Beni" türküleri ayrı güzeldir.

Tabii sadece hüzünlendirmez bizi Kazım Koyuncu müziği. "Ella Ella, Uy Aha, Fadime, Ncais Birapa" size bol miktarda adrenalin sağlayacak eğlenceli türkülerdir, ne anlattıklarını tam bilemeseniz de hissedersiniz. Bir de bir şey itiraf edeyim canım sıkılınca açarım bu coşkulu türküleri, eşlik ederim. Lazca bilmesem de iyi uydururum. Size de iyi gelecektir, bir deneyin.

Kazım Koyuncu'yu anmak için bir şarkıyla bitireyim. Belki biraz azalır can sıkıntımız:




19 Mayıs 2014 Pazartesi

Kırık Dökük Birkaç Monolog 7

Karanlık günler yaşıyoruz. Aslında uzun zamandır ruh durumumuz fırtınalı. Sakin suları unuttuk. Ama bu seferki karanlık dipsiz. Karanlığa battık hepimiz. Kömür karasına bulanmıştı ak mı ak alınlarıyla çalışan işçiler. Onların yaşamına bu düzenin muktedirleri, vicdanları ve yürekleri kararmış sahipleri son verdi. Kimse şehit olmadı anlayacağınız, onlar öl-dü-rül-dü-ler.

19. yüzyıl vahşi kapitalizminin ortasında yaşıyorduk 2014'ün Türkiye'sinde. Farkındaydık elbet her şeyin. Bizler ortalama bir yaşam standardına sahipken bir yerlerde birilerinin insanlık dışı şartlarda çalıştıklarını, tek dertlerinin evlerine ekmek götürmek olduğunu ve fena halde sömürüldüklerini duymuştuk ya da görmüştük. Ama bu olay bize günlük yaşamın hayhuyu içinde çok da dikkate almadığımız başka dünyaları ve insanları tekrar hatırlattı. Sanki bu dünyanın bütün pisliğini ortaya çıkarmak için can vermişti bu insanlar. Onlar ölmese alınacak önlemleri nasıl konuşurduk yoksa? İlla ki bedel ödeyen birileri olmalıydı. Bunu defalarca yaşadık "yalnız ve güzel ülkemiz"de. Her işimizi "Hallederiz abi"lerle, "Bir şey olmaz, salla"larla yapan bir milletiz biz çünkü.

Bazı insanların onlara insan vasfını kazandıran bütün değerlerden ne kadar uzaklaştığını da gördük bu süreçte. Muktedirlere yaranmaya çalışan, her devrin adamı olan kişilerin kendi çıkarları uğruna başkalarının haklarını nasıl gasp ettiklerini, lüks gökdelenlerinde caka satarken binlerce ailenin yıllarca sürecek travmalar yaşamasına neden olan para babalarının pişkinliğini, sırtlarından para kazandığı işçileri köle gibi gören paragöz iş sahiplerini, ölümleri meşrulaştırmak için dilin bütün imkânlarını kendi lehlerine kullanmaya çalışan siyasetçileri de gördük.

Korku imparatorluğunda nefes almaya çalışan insancıklarız hepimiz. Günden güne biraz daha boğuluyoruz ve durumun da farkındayız. Ne ki bir araya gelemiyoruz, gelsek de korkuyoruz ya da susturuluyoruz. İşini kaybetme korkusuyla her şeyi sineye çekmek zorunda kalan insanların ülkesi çünkü burası. Hayatta kalmak için çalışmak gerek. Uzaktan ahkam kesmek kolay ama yalnız bırakılmış ve korkutulmuş emekçileri anlayabilmek zor.

Aslında uzun zamandır kara haberlere uyanıyoruz biz. Bugün bir şey olmadı, hayırdır inşallah dediğimiz bile oluyor ama bu seferki durum bambaşka. Artık iyice anladık ki bu düzen değişmeli.  Tanrı'nın adaleti varsa eğer -ki olmalı diye düşünüyorum- bir kez geldiğimiz bu dünyada en azından insanca yaşamalı. Düzenin birbirinin içine geçmiş tüm köhne yapıları değiştirilmeli. Babalarının mezarları başında "babam beni canım kızım diye severdi" diyerek ağlayan kız çocuklarına adil bir dünya bırakmalı.

Kaç gündür hepimize aldığımız nefes bile fazla geliyor. Göğüs kafesimizi sıkıştıran bir ağrıyla geziyoruz. Yaşadıklarımızı unutan olacağını sanmam. Elbette acımız hafifleyecek, başkalarının acılarını değil  kendi kişisel tarihimizdeki mutsuzlukları düşüneceğiz daha çok. Saçma sapan şeylere ağlayıp, küçük mutsuzluklardan anti-depresan mutsuzlukları yaratacağız.

Ama eminim ki şunu unutmayacağız:
Gerçekten de kahrolsun "bağzı şeyler". Bu sömürü düzeni, bu adaletsizlik, bu vicdansızlık.
Başkaları rahat yaşasın diye can verenler;
Sizi unutursak kalbimiz kurusun.

26 Nisan 2014 Cumartesi

Londra Günlükleri 3: Londra Deyince Aklıma Gelen 10 Şey


1. Londra metrosu: Biz Ankara'da açılacak bir metro hattını yıllarca bekleyeduralım Londra'daki metro ağını görünce "adamalar yapmış yahu" demekten kendinizi alamıyorsunuz. Londralıların "tube" dedikleri metro, 1863 yılında açılmış, dünyanın en eski yeraltı ulaşım sistemidir. Londra metrosu şehrin her yerine ulaştırır sizi. Ulaşımda zaman zaman aksamalar olsa da özellikle sabah saatlerinde tüm istasyonlarda aşırı bir yoğunluk vardır. Geniş bir ağa sahiptir ama bazı istasyonlar çok eskidir. Bir de bazıları yerin oldukça aşağısında olduğu için pek çok basamağı tırmanmak zorunda kalırsınız. Bir Bank istasyonu vardı mesela labirent gibi. Acayip dar koridorlardan ve merdivenlerden geçmiştik ki hiç tavsiye etmem.
Londra metrosunda birkaç dakikada bir duyulan bir anons var bir de Londra deyince aklıma gelen ilk cümlelerden biridir: "Mind the gap please!" 

Ahan da "tube"

Ah bu klasik turist pozları.
2. Kırmızı otobüsler ve telefon kulübeleri: Londra'da metro gibi bir ulaşım aracı varken diğer alternatifler pek düşünülmüyor ama Londra'ya gitmişken filmlerden de aşina olduğumuz kırmızı otobüslere binmemek olmaz. Üstelik otobüsler direkt olarak metro istasyonlarının girişlerinde duruyor, otobüsten inip metroyla devam edebiliyorsunuz yolunuza. Özellikle hava karardığında şehri şöyle bir gezmek için de otobüse binmenizi öneririm.
Herkesin yaptığı turistik hareketleri yapmam diyorsanız da o kırmızı telefon kulübelerinin önünde ya da içinde fotoğraf çektireceksiniz; çünkü o kadar nostaljik bir görüntüleri var ki kayıtsız kalamıyorsunuz. Bazı turistler bir kulübeye en çok kaç kişi sığabilir gibi ilginç denemelerde bulunuyorlar ki çok gereksiz :)


3. Pub kültürü: İngilizlerin bira sevdası malumunuz. Londra'nın her yeri buplarla dolu. İnsanlar içkilerini alıp pubların önünde ayakta içerken bir yandan da sohbet ediyorlar. Mekânların içi değil ama önleri çok kalabalıktı yaz aylarında. Günün yorgunluğuyla nasıl saatlerce ayakta durup sohbet ediyorlar diye düşünmüştüm. Biz olsak öyle saatlerce ayakta duramayız, hemen oturmak isteriz. 

4. Londra'nın simgeleri: Paris deyince akla hemen Eiffel Kulesi gelir mesela ama Londra'nın birkaç simgesi var: London Eye, (Avrupa'nın en yüksek dönme dolabı. Londra'nın en turistik mekânı, şehrin pek çok yerinden görülebiliyor. Lakin hiçbir numarası yok ve de pahalı. Herkes birbirine "London Eye'a binmeye gerek yok" diye tavsiye ediyor. Ben de binmenizi tavsiye etmiyorum. Ben yine de bindim, o ayrı :) Big Ben (Saat Kulesi) ve Tower Bridge (Kule Köprüsü) Ben üçü arasında bir seçim yapamıyorum, siz ne dersiniz?

5. Yağmur ve şemsiye: Londra deyince akla hemen yağmur, kapalı bir hava ve şemsiyeler gelir tabii ki. Hatta "Bu şehirde en yakın arkadaşınız şemsiye olmalıdır." gibi laflar ederler. Şahsen ben sıcağı sevmeyen biri olarak Londra'nın havasından pek şikayet etmedim ama günün her saatinde hava durumunun değişmesi biraz sinir bozucu olabiliyordu bazen. Mesela sabah yağmur yağarken 18.00'de güneşli ve ılık olabiliyordu hava.

6. Parklar: Londra'nın parklarıyla ilgili yazmıştım daha önce o yüzden sözü uzatmayacağım. Lakin o parkların güzelliği hiç gözümün önünden gitmiyor. "Ah nerde o parklar?" diye Leyla modunda geziyorum hâlâ. "Londra'nın parkları anlatılmaz, yaşanır." diyerek nokta koyuyorum burada.

7. Kozmopolit kültür: Dünyanın her yerinden insanın yaşadığı, çalıştığı ya da turist olarak bulunduğu bir şehir Londra. Londra'da geçirdiğim ilk gün karşılaştığım insanlar beni çok şaşırtmıştı. Adeta bir mikrokozmos olan bu şehirde hiç gidemeyeceğiniz ülkelerin insanlarıyla tanışabilir, sohbet edebilirsiniz. Sırf bunun için bile gidilebilir yani.

8. Tersten akan trafik: Bilindiği gibi İngiltere'de trafik soldan akıyor. Başta karşıdan karşıya geçerken bile bu durumu idrak etmekte zorlanıyorsunuz. Sonra tabii ki her şeye alışıldığı gibi buna da alışılıyor. İngilizler trafiğin soldan akmasıyla övünüyorlar ama bunun nedenini tam olarak bilmediklerini söylüyorlar genelde. İnternetten de kolayca öğrenebilecekleri halde bu konu hakkında bir fikirlerinin olmayışına şaşırdığımı itiraf etmeliyim. (Aslında soldan akan trafiğin müsebbibi Napolyon'dur.)

9. İngiliz aksanı: Amerikan İngilizcesine göre çok daha havalıdır ama çok zor anlaşılır. Zira Londra'dayken hiçbir Londralıyla doğru düzgün anlaşamamış olmam da bunu kanıtlıyor. Bir de İngilizler kendi dillerini o kadar önemsiyorlar ki sizin söylediklerinizi anlamıyorlarsa hemen muhabbeti kesiyorlar. İlla onlar gibi konuşacaksınız. Bu durum da insanda bir gerginliğe neden oluyor doğrusu. (Bu noktada bir kişisel anektod aktarayım efenim. Gittiğim İngilizce kursunda çok yakışıklı bi İngiliz vardı. Çocuk bana "how's it going?" diye soruyordu sürekli. Ben de İngiliz aksanıyla konuşamıyorum diye gerilip kem küm ediyordum. Neticede bir türlü diyalog kuramadık yani. İngiliz asaleti karşısındaki yenilgim ve çocukla muhabbet edemeyişim içimde uktedir hâlâ :)

10. "I'm sorry": İngiltere sokaklarında ve metrosunda en çok duyabileceğiniz cümle. İnsanlar sürekli birbirinden özür diliyor. Bizde adam sana çarpar mesela, özür dilemeyi bırak, "Ne diyon bacım?" diye üste çıkıp kavgaya bile girişir. İngilizler hakikaten kibar insanlar, daracık metronun içinde size değmeseler bile sizi rahatsız etmişler gibi özür dileyiveriyorlar. Bu kadar kibarlık da bir yere kadar, biz Türküz neticede :)

20 Nisan 2014 Pazar

Kırık Dökük Birkaç Monolog 6



Son yılların en şahane Türk filmlerinden biri olan Kaybedenler Kulübü'ndeki en güzel repliklerden biri şudur: "Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?"
Son yıllarda ne kadar çok duyuyoruz buna benzer cümleleri.
Herkes bir şeylerden ya da birilerinden şikayet ediyor. En çok da "yalnızlık" kelimesi dillendiriliyor ağızlarda.
Kimi dostunu vefasızlıkla suçluyor, kimi eski şarkıları dinleyip "Ah nerde o eski aşklar? Şimdiki insanlar hissetmiyor ki oturup adamakıllı şarkı yapsınlar." diye geçmişe güzellemeler sunuyor.
Herkes aynı dertlerden muzdarip ama kimse birbirinin ilacı, merhemi, yara bandı olmuyor. Olamıyor. 
Adını andığım filmdeki adamların dediği gibi herkes yalnızlıktan şikayet edip yalnız kalıyor.
Kimse ilk adımı atan kişi olmak istemiyor; serde gurur var, pişmanlık var çünkü. Hatta bir nebze de olsa duygusuzluk, hissizlik.
Kimsenin eli telefona gitmiyor ama herkes her an tetikte. Bir çağrı ya da bir mesaj bekleniyor. Hiç olmadı sosyal medya iletilerinde imâlı bir söz. 
Uzun bekleme anlarından sonra gelen mesajların beklenenden değil bir bankadan, telefon operatöründen ya da bilmem kaç yıldızlı bir otelden gelmesine içerleniyor. Küfürler savruluyor.
Kadınlar kendilerini anlayan olgun erkekler bulamamaktan yakınıyor. En entelektüel görünen erkeklerin bile belli bir aşamayı geçmeden sağlıklı ilişkiler kurma ehliyetine sahip olamadıklarını tecrübe ediyor.
"30'uma kadar evlenmeliyim." düsturu kendilerine toplum tarafından dayatılmış olan kadınlar evlenilecek adam bulamadıklarından yakınıyor. Tehlike çanları çalarken ilk adımı atmaya çalışıyorlar ama nafile. Henüz büyüyememiş erkekler kendilerini naza çekiyor. Üstelik bu adamlar dünyanın en önemli insanı pozlarını takınıp, ıssız adam triplerini yaşıyor.
Erkeklerse... Bence ne istediklerini tam olarak bilemiyorlar.

Bunca şeyden sonra düşünüyorum hâlâ ?: "Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?"


Yazıyla ilgisiz not: Kaybedenler Kulübü'nün şahane oyuncusu Nejat İşler lise yıllarından beri hayranı olduğum biri. Ne olur tamamen iyileşsin artık da biz ondan hep böyle şahane replikler duyalım.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Fısıldadıklarım 4




Neler olmuştu bugüne kadar? Duyan, gören, hatırlayan var mı?
Bizler işimize gücümüze giderken, vaktimizin çoğunu ortalama bir hayat standardını tutturmak için iş yerlerinde tüketirken, hayattan az da olsa mutlu anlar çalmak için tatil parası biriktirirken, bir yerlerde bizden habersiz milyon dolarlar sıfırlanmıştı.
Geçen yıl bu zamanlar on binlerce insan büyük büyük şehirlerde kendilerine ayrılmış küçücük metrekareleri yalnızca göğe bakmak, derin bir nefes almak, toprağa dokunmak için savunmak zorunda kalırken, birilerinin inadı yüzünden gençliklerini yaşayamayan, hatta henüz genç bile olamayan çocuklar ölmüştü.
Bu ülkede çocuklar öldürülürken birileri annelerin evlat acısını görmezden gelmiş, gözünü nefret bürümüş insanlar cennete giden küçük bir çocuğun kalbini yaralamışlardı.
Türlü türlü ihmalkârlık nedeniyle dünyanın başka yerlerinde olmayacak şeyler olmuş, her seferinde "aslında böyle olmalıydı", "şöyle yapılmalıydı" diyerek gereklilik kipinin bolca kullanıldığı cümleler kurulmuştu.
Her çağda, her ülkede örneklerine fazlasıyla rastlanan otorite düşkünleri, gözlerinden şimşekler çaka çaka nefret kusmuşlardı televizyonda, sosyal medyada.
Köşe yazarları doğruyu ve tarafsız olanı yansıtıp yansıtmama konusunda kararsız kalmışlardı. Kararlarını önceden vermiş olanlar küçük kızlarının alımlı bir genç kız olduğuna tanık olamamışlardı.
Toplumu oluşturan insanlar bir arada yaşama isteklerini kaybetmiş, "biz", "siz" ayrımı yapılırken tahammülsüzlük sınırları, aradaki çizgileri yok edemeyecek kadar genişlemişti.
En önemlisi de bu ülkenin gençleri umutlarını yitirmişti. "Bu ülkeden bir şey olmaz Hocam, gideceğiz okul bitince." cümleleri sıkça tekrarlanır olmuştu. Sosyal medyada dünyadaki en iyi yaşam standartlarına sahip ülkelerden biri olan Uruguay'a taşınma geyikleri yapılmaya başlanmıştı.
Sokak ortasında kadınlar dövülmüştü , bıçaklanmıştı, öldürülmüştü. Onları korumakla görevli bir kadın gözlerini kapamıştı bunca yaşanana, üç maymunu oynamıştı.
Ömürlerini bilim yapmaya adamış genç insanlar, kendi haklarını savunuyorlar diye okullarından atılmış, henüz daha yolun başındayken bu ülkede bilim yapılabileceğine dair inançlarını kaybetmişti.


Neler olacak bundan sonra? Duymak, görmek, hatırlamak isteyenler olacak mı?
Umut ışığını gösterecek mi bunca karanlıktan sonra?
Bir yanımız gitmeli diyor, öbür yanımız kalmalı. Gelecek olan baharı beklemeli.
"Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar/ Işıklı maviliklere süreceğiz." diyen büyük bir şairle aynı topraklarda doğmuş olanlara umutsuzluk yakışmaz çünkü.
Beklemeli, umudu.
Baharı.
Çok yakında gelir -mi- belki!

15 Şubat 2014 Cumartesi

Kanalları ve Kuleleriyle Müsemma İki Belçika Şehri: Gent ve Brugge

Belçika'ya turistik amaçlı gitmemiştim aslında ama oralara kadar gitmişken kısa bir Belçika turu yapayım istedim.  Şubat ayında bir hayli soğuk olduğu için kış mevsiminde burayı ziyaret etmenizi pek önermem ama bir gün yolunuz Belçika'ya düşerse size bahsedeceğim dört şehri mutlaka görmelisiniz. Önce Gent ve Brugge'ü tanıtacağım size, diğer yazımda ise Brüksel ve Antwepen'i.
Gent: Ben bir hafta boyunca Gent'te (Ghent, Gand diye de yazılıyor.) yaşayan kuzenimin evinde kaldığım için seyahat sırasında en çok kanalları ve mimari yapılarıyla öne çıkan bu küçük Avrupa kentini gezme imkânı buldum. Gent, Belçika'nın üçüncü büyük kenti. Bilmeyenler için söyleyeyim Flaman, Fransız ve Almanların yaşadığı bir ülke olan Belçika, federal bir ülke yapısına sahip. Ülke; Flaman, Valon (Fransız) ve Başkent Brüksel Bölgesi olarak üç bölgeye ayrılmış durumda. Üniversite şehri olarak da ön plana çıkan Gent, Flaman bölgesinde bulunuyor.

Şehrin gezilmesi gereken yerlerine şöyle bir göz atarsak öncelikli olarak kanal boyunda yer alan Graslei ve Korenlei  rıhtımlarını ve tarihi yürüyüş yolunu gezmek gerek. Şehrin merkezi olan bu nokta, Ortaçağ mimarisinin ürünü olan görkemli binalar, restoranlar ve barlarla dolu. Aynı yerde yer alan Aziz Michael Köprüsü'nün ihtişamlı bir güzelliği var. Önünde fotoğraf çekmemek olmaz.  Bu yürüyüş yolunu hem gündüz hem de gece ziyaret etmenizi öneririm. Şehir çok güzel ışıklandırılmış, hatta bununla ilgili bir ödül bile almış. 2004'te Uluslararası şehir-insan-ışık ödülüne layık görülen kentte ışık festivali de yapılıyor. Gent'e yazın giderseniz kanalda tekne turu mutlaka yapılmalı. Kışın kanal etrafında pek hareketlilik olmasa da yazın kanal bölgesi bir hayli kalabalık oluyor ve burada çeşitli etkinlikler, festivaller yapılıyormuş. Gent tam bir festival şehri zaten. Yılın her mevsiminde yapılan bu etkinliklere ayrıca göz atılabilir.

Aziz Michael Köprüsü
Gent'in Unesco Dünya Mirası Listesi'nde de yer alan üç görkemli kulesi var. Bu üç kule (St. Nicolas, Beffroi, St. Bavon) şehrin her yerinden görülebiliyor. İsteyenler bu kulelere çıkıp Gent'e tepeden bakabilir. Aziz Michael Köprüsü'ne çıktığınızda da bu üç kuleyi aynı anda görebiliyorsunuz, işte başka bir fotoğraf noktası daha.
Gent'e yukarıdan bakmak istiyorsanız Gravensteen Kalesi'ne (Kontlar Şatosu da deniyor.) çıkabilirsiniz. Giriş 10 euro idi ama görevli beni genç görmüş olacak ki bana "young adult" bileti verdi. Bu biletin fiyatı ise 6 euro. Yukarıya çıkmak için asansör yok ama merdiven sayısı da fazla değildi. Ben direkt kalenin en tepesine çıkıp manzarayı seyrettim, içerideki işkence müzesi ilgimi çekmedi ama bir ara gözüm kaydı, acayip işkence aletleri gördüm. Gent'te birkaç müze de var ama ben kısa süreli ziyaretlerde müze gezmeyi pek sevmiyorum.

Gent'in gece görünüşü
Gent çok büyük bir şehir olmadığı için bir gün içinde rahatlıkla gezilebilir. Yukarıda kısaca bahsettiğim yerleri gezdikten sonra şehrin sokaklarında rastgele gezmeye ve kaybolmaya başlayabilirsiniz artık. Zira ben klasik turistik mekânları gezdikten sonra ara sokaklara dalıp kaybolmayı ve ilginç şeylerle karşılaşmayı çok seviyorum. Bu biraz yorucu bir uğraş aslında,  ama risk almaya değer. Gent ara sokaklarında gezdiğinizde güzel binalarla, restoranlarla ve sokak sanatıyla karşılaşabileceğiniz bir şehir. Ben binaların süslemelerine bayıldım mesela.
Gent'in en güzel sokaklarından biri Patershol Sokağı. Burada Flaman yemekleri yapan restoranlar var. Bunların çoğu akşam saatlerinde açılıyor. Gözlemlediğim kadarıyla Flamanların çoğu akşam yemeklerini dışarıda yemeyi tercih ediyor. Gündüz saatlerinde boş ya da kapalı olan pek çok mekân akşamları tıklık tıklım dolu. Belçika'da çok sayıda bar da var. Meşhur Belçika biralarını buralarda tadabilirsiniz. Kafelerin müdavlerinin yaş ortalaması oldukça yüksek. Bunun bir nedeni Avrupa'daki genç nüfusun azlığı ise bir diğer nedeni de gençlerin  marketlerden aldıkları yiyecekleri  kanal boyuna oturup yemeyi tercih etmeleri olsa gerek. Örneğin kahve içmek için oturduğum kafede benim dışımda genç biri yoktu. Müşterilerin hepsi Haneke'nin Aşk (Amour) filmindeki çifti andırıyordu.
Belçika'da çok sayıda Türk yaşadığı için Gent'te de pek çok Türk lokantası var. Oudburg Caddesi 42 numarada yer alan Ankara restoranı oldukça popüler bir mekân ve Flamanların da sıkça uğradıkları bir yer. Ancak ben gittiği her ülkede Türk lokantası arayan turist kafasını bir türlü anlayamadığım için Türk restoranlarına uğramadım.


 Brugge: Belçika'ya gitmeden önce okuduğum blog yazılarında oldukça övülen bu kenti çok merak etmiştim. Unesco'nun Dünya Mirası Listesi'nde yer alan bu şehir görülmeli elbette ama Gent'e çok benzediği için bana pek ilginç gelmedi. Brugge'e oldukça soğuk bir günde gitmemin ve ziyaretimi biraz kısa kesmemin de etkisi vardır bunda ama pek çok  gezginin aksine Brugge ile karşılaştırdığımda Gent'i daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Brugge küçük bir kanallar şehri olduğu için aşıklar şehri olarak da tanımlanıyor. Bu şehrin romantik havasının büyüsüne kapılmak için ilkbahar ve sonbaharda tekrar gitmeli belki de.

Küçük bir şehir olan Brugge'ün  (Fransızca Bruges) gezilmesi gereken noktaları ise şöyle: Kentin tam merkezi çeşitli binaların, kiliselerin ve restoranların olduğu açık ve geniş bir alan. Buraya The Markt, Burg, Belfry and Market Halls gibi isimler veriliyor. Burada pek çok fayton var. Brugge'de yapılacak en iyi şeylerden biri bir fayton turuna katılmak. Bunun dışında kanal turları yine çok meşhur. Brugge'de de Ortaçağ'dan kalma eski binalar var. II. Dünya Savaşı sırasında da zarar görmemiş bu binalar. Bu şehrin sokaklarında yürürken kendinizi 2000'li yıllarda hissetmeyeceğiniz kesin. Benim Brugge'deki favorim Bruges Art Route adı verilen, yel değirmenlerinin sıralandığı yeşil bir yol. Burası -henüz görmesem de- Hollanda'yı hatırlattı bana.
Belki Unesco nedeniyledir Brugge biraz pahalı bir kent. O yüzden buradaki restoranları pek tavsiye etmiyorum. Bizim oturduğumuz bir mekânda kahve 2 euro, su 6 euroydu mesela. Avrupa'da su kahveden pahalı oluyor genellikle.
Sağır sultan bile duymuştur ama Belçika; çikolatası, birası, patatesi, midyesi ve waffle'ı ile meşhur. Brugge'de her yer çikolata dükkânıyla dolu. O kadar çok çeşit var ki insan hangisini alacağını şaşırıyor. Diğer yazımda çikolata ve waffledan biraz daha ayrıntılı bahsedeceğim ama çikolata alacaksanız Brugge'den almayın derim. Ben Brugge'den aldığım çikolataların çok daha ucuzuna Brüksel'de rastlayınca biraz üzülmüştüm çünkü. Brugge'de merak ettiğim mekânların başında çikolata ve patates müzeleleri geliyordu ama vakit darlığı nedeniyle burada da müzeleleri gezemedim.

Brugge'de dolaşırken dantel dükkanlarına da bir göz atın. Burası dantel (rahibe işi deniyor) ve goblen işlemeli ürünleriyle de bir hayli meşhur çünkü. Ben gittiğim şehirlerden magnet ve kitap ayracı alırım mutlaka. Brugge'de de dantelden yapılmış kitap ayraçları buldum.
Bence bir yeri güzelleştiren şeylerin başında yeşil ve mavilin uyumu gelir ki bu özellik hem Gent'te hem de Brugge'de var. Bu iki şehir mimari yapıları, kuleleri, her biri ayrı bir renge boyanmış masal evleriyle de öne çıkıyor. Üstelik oldukça temiz, sessiz ve huzurlu bir ortama sahipler. Ahh tabii ki bir de o muhteşem çikolata kokusu. Ayrıntılar 2. yazımda :)

25 Ocak 2014 Cumartesi

Teoman'a Güzelleme

Teoman benim gençlik idolümdü, hâlâ da en sevdiğim müzisyendir. Lise ve üniversite yıllarımda konserlerine gider, tüm röportajlarını okur, fotoğraflarını odamın duvarına asardım. Bu fotoğrafların bazıları halen dolabımın üzerini süslüyor, kaldırıp atmaya kıyamıyorum. Teoman müziğe ara verip geri döndükten sonra eskisi gibi başarılı olamayacağını düşünürken geçen haftaki Ankara konserinde bir kez daha anladım ki Teoman bir efsane ve bundan sonra tek bir şarkı bile yazmasa dahi hep öyle kalacak. Bu konserden sonra Teoman'ı ne kadar özlediğimi fark ettim ve birkaç sene önce yazdığım bir yazıyı buldum bilgisayarda. Teoman 2011'in yazında müziği bıraktığını duyurunca ben de o günü yas günü ilan etmiş ve bir hayli üzülmüştüm. Şimdi o yazıyı bloguma eklemek istedim. Hem belki Teoman da okur bir gün :) 


Türk rock müziğinin en önemli temsilcilerinden Teoman’ın internet sitesinde yayımladığı bir yazıyla müziği bıraktığını açıklaması son birkaç gündür gündemi oldukça meşgul etti, hatta toplumsal bir mesele haline geldi. Medyada, sosyal paylaşım sitelerinde, sözlüklerde bu konu tartışıldı. Her konuda bir fikri olan toplumsal karar mercileri çeşitli yorumlarda bulundu. Teoman’ın müziği, yaşam tarzı, fikirleri, hatta kadın, alkol ve seks düşkünlüğü üzerine söylenmeyen kalmadı. Teoman’ın müziği bırakma nedenleri sorgulanırken referandumda evet dediği için hayranlarının tepkisini çektiği, reklam yapmak istediği, yakında intihar edeceği yolunda çeşitli komplo teorileri bile üretildi. Bu yorumlardan anlaşıldığına göre Teoman, seveni de sevmeyeni de çok olan bir sanatçı. Ancak inkâr edilemeyecek bir gerçek var ki Teoman; kimi zaman bir şair kimi zaman bir hikaye anlatıcısı kimliğiyle yazdığı şarkı sözleri, her zaman ses getiren albümleri ve konserleri, aykırı duruşu ve yaşam tarzı ile 90’ların ikinci yarısından günümüze kadar gelen döneme damga vurmuş önemli bir müzisyen. Ayrıca ardılları olan genç müzisyen ve gruplara Türkiye’de gerçek anlamda rock müziğin yapılabileceğini gösteren, ilham verici ve öncü bir müzisyen.

Teoman ilk veda mektubunda müziği bırakmasını yaşadığı mutsuzluk ve hayal kırıklığıyla açıklamış ve yeni bir hayat kurma özlemi içinde olduğunu yazmıştı. Ancak kendi ifadesiyle edebiyat şehvetiyle yazdığını söylediği bu mektuptan sonra o kadar çok şey söylendi ki Teoman bütün samimiyetiyle ikinci bir mektup yazma gereği duydu. Bu mektupta Teoman, kendisine biçilen rolleri giymekten sıkıldığı ve artık sadece kendi hayatını yaşamak istediği için müziği bıraktığını söylüyor. Yani neticede Teoman sadece özgür olmak istiyor. Sanat, insanın kendisini ifade etme ve somut dünyadaki varlığını anlamlandırma yoludur. Sanatsal üretim için mutlak bir özgürlüğe ihtiyaç vardır. Kendisine ait özgürlük alanı sınırlandırıldığı ya da yok edildiği zaman, sanatçı yarattıklarını dilediği gibi ortaya koyamaz. Bu yüzden de küser, kırılır, hayal kırıklığına uğrar ya da ürünlerini geniş kitlelerle paylaşmama yolunu seçer. Teoman’ın yaptığı da bu.

Teoman’ın özgürlük alanının kısıtlandığını hissetmesinin bir başka nedeni de yıllar içinde büyük kitlelere ulaşıp hatırı sayılır bir ün elde etmesi ve popüler bir kimlik kazanmasıdır. Teoman artık özel hayatıyla da sürekli gündeme gelen bir rock stara ya da pop figürüne dönüşmüştür. Oysa gerçekte Teoman’ın müziği de yaşam tarzı da popüler kültürün kitlelere dayattığı kalıpların dışındadır, kendine özgüdür. Onu yakından takip edenlerin bildikleri gibi sadece müzik yapmak isteyen, şan- şöhret peşinde koşmayan, ukala ve soğuk görünüşünün aksine bir hayli duygusal ve kırılgan olduğu anlaşılan Teoman; gerçek ile yalanın, var olan ile algının birbirine karıştığı bir dünyada olmadığı biri gibi görünen ve anlaşılamayan bir sanatçı kimliği kazanır. Teoman’ın ulaşmak istediği nokta ile popüler kültürün onu ulaştırdığı nokta birbirine zıttır. Özellikle son birkaç yıldır Teoman’ın içkiye ve kadınlara düşkün bir popüler kültür figürü olarak algılandığını ve bunun sanatıyla ilgili algının önüne geçtiğini görmek mümkün. Sistemle uzlaşması mümkün olmayan bir müzik türünü icra eden Teoman,  sanatından çok kişiliği ve yaşam tarzıyla değerlendirmeye başlanmış; popüler kültür unsurlarını eleştirmesine rağmen zamanla onun bir parçası olmaktan kurtulamamıştır. Onun bir pop figürü olarak algılandığını gösteren önemli bir örnek de müziği bırakacağını açıklamasından sonra internetteki sözlük yazarlarının Teoman’ı popüler kültürün en simgesel ismi Serdar Ortaç’la aynı kefeye koymaları ve onu da müziği bırakmaya çağırmalarıdır.

Teoman’ın şarkılarının ve kişiliğinin hayatımda önemli bir yeri var. Ama bu bir “Teoman’a Güzelleme” yazısı değil. Teoman her ne kadar müziği kişisel sebeplerden dolayı bıraktığını söylese de bana göre bunun ardında son zamanlarda ülkemizde, hatta tüm dünyada yazan, çizen, okuyan, düşünen, eleştiren birçok insanın içinde bulunduğu karamsar, yorgun, kırgın ve umutsuz bir ruh halinin etkisi var. Özgürlüğü elinden alınmış insanlar olarak istemediğimiz hayatlar yaşıyor, çeşitli rollere bürünüyor ve olduğumuzdan farklı görünüyoruz. Ece Temelkuran “Herkesin Keyfi Yerinde” (01.08.2011, Habertürk) adlı köşe yazısında “Bu ülke bizden en çok neyimizi alıyor diye düşünüyordum. Sanırım olabileceğimiz, yapabileceğimiz şeyleri çalıyor.” derken çok haklı. Teoman; iyi bir müzisyen olmak istedi, yanlış anlaşılan bir popüler kültür figürü değil. Kaliteli şarkılar yapmak istedi, birkaç günde tüketilerek unutulacak şarkılar değil. Bu yüzden bence onu ve tabii tüm sanatçıları özgür bırakmalı; olmak istedikleri kişileri olmalarına ve yapmak istediklerini yapmalarına izin vermeliyiz. 

5 Ocak 2014 Pazar

Hem Neşeli Hem Hüzünlü Memleket: Arnavutluk


Durres'ta kahve keyfi yaparken
Sana dün bir tepeden baktım ey aziz Berat!



Geçtiğimiz kasım ayında Tiran'daki Bedir Üniversitesi'nde düzenlenen "Balkanlarda Türkçe" temalı bir konferansa katıldım.  Tiran'a gitme amacım tamamen bilimseldi anlayacağınız ama gitmişken şöyle kısa bir Arnavutluk turu da yaptım. İzlenimlerimi paylaşmaya başkent Tiran'ı anlatarak başlayayım o zaman:
Tiran: Arnavutluk'un (Orada Albania deniyor.) başkenti çok turistik bir şehir değil. Merkezdeki birkaç mekân dışında görülebilecek fazla yer yok. Tiran'ın merkezindeki İskender Bey (Arnavutların deyişiyle Skenderbeg) Meydanı, bu bölgenin en civcivli yeri. Osmanlıya karşı ayaklanan ve Arnavut birliğini sağlayan İskender Bey, Arnavutlar için önemli bir lider konumunda hâlâ. Ülke sınırları içinde İskender Bey adına yapılan pek çok heykelle karşılaşmak mümkün.

Meydanda Osmanlı döneminden kalma Saat Kulesi ve Ethem Bey Camisi var. Meydan akşam saatlerinde güzel bir şekilde aydınlatılıyor. Burayı akşam görmenizi tavsiye ederim.Ulusal Müze ve Opera Binası da aynı meydanda bulunuyor. Meydanın tam ortasında ise İskender Bey'in heykeli var. Meydanın civarındaki sokaklarda ve Murat Toptani caddesinde yürürseniz irili ufaklı kahve ve restoranlarla karşılaşabilirsiniz. 

Saat Kulesi

Saat Kulesi ve Ethem Bey Camisi'nin gece görünüşü
Tiran'ın merkezindeki bir diğer mekân da Enver Hoca Piramidi. Enver Hoca 40 yılı aşkın bir süre Arnavutluk'u yöneten liderin adı. Aslında piramidin bulunduğu yeri Hoca, kendi mezarı için ayırmış ama  burası şimdilerde kültür merkezi olarak kullanılıyor.  Piramidin karşısında ise Barış Çanı yer alıyor.
Arnavutluk yoksul bir ülke. Yoksulluğun izlerini başkent sokaklarında yürürken görebiliyorsunuz Binaların çoğu bakımsız ve eski. Binaların bazıları çeşitli desenlerle boyanıp güzelleştirilmeye çalışılmış. Bunun dışında sokakların biraz kirli olduğunu da eklemek gerek. Şehirde seyyar satıcılar ve dilenciler de çok fazla. Hemen hemen her sokakta bir satıcıyla karşılaşmak mümkün. Buna rağmen tehlikeli bir şehir görüntüsü vermedi bana Tiran. Kendimi güvende hissettim. Ayrıca insanları da çok yardımsever. 
Enver Hoca Piramidi


Arnavut kaldırımlı taş sokaktaki dükkanlar

Kruja Antik Kenti: Burası Tiran'a 47 km uzaklıkta bulunan eski bir kent. Bizanslılar tarafından inşa edilmiş Kruja Kalesi'ne ulaşmak için Arnavut kaldırımlı taş bir yolda yürümeniz gerekiyor. Buraya topukluyla falan gideyim demeyim; zira gerçek bir Arnavut kaldırımı üzerinde yürüyorsunuz. Kaleye giden yolda pek çok dükkan sıralanmış. Antika ürünler, el işleri, Arnavutluk'a özgü hediyelik eşyalar satıyorlar.Kalenin içindeki müzeye girdiğinizde Arnavutların tarihi ve bu tarihe yön veren kişiler hakkında bilgi edinebilirsiniz. Kalenin en üst katından kuşbakışı Kruja manzarası ise akşam güneş batarken çok etkileyici. 

Durres: Ülkenin Tiran'dan sonraki ikinci büyük kenti olan Durres, Adriyatik Denizi kıyısında bulunuyor. İtalya'ya da oldukça yakın. Bize söylenene göre burası yazları çok turist çeken bir yermiş. Kentte çok fazla tarihi mekân var ama biz gezme imkânı bulamadık . Sadece kenti yukarıdan gören bir kahvede kahvemizi içerken, az da olsa deniz manzarası görebildik. 
Berat: Berat Tiran'dan 130 km uzakta olmasına rağmen yolculuk yolların kötülüğü nedeniyle uzun sürüyor. Yol boyunca dışarıya bakarken dikkatimi çeken iki şey var. İlki yol kenarlarına belli aralıklarla yapılmış, köstebek yuvasını andıran beton yapılar. Bunker adı verilen bu yapıları ülkesini Rusya'dan gelebilecek olası tehlikelerden korumak için Enver Hoca yaptırmış. İkinci ayrıntı ise evlerin çeşitli yerlerine asılmış oyuncak bebekler (genellikle ayı). Bunun ne anlama geldiğinden emin değilim ama bir çeşit uğur olabilir.
Berat, Arnavutluk'un Safranbolu'su olarak tanımlanıyor. Osmanlı mimarisinin özelliklerinin görüldüğü yapıların çoğu korunmuş. Şehrin en yüksek noktasında bulunan Berat Kalesi'nde yürürken kendinizi Türkiye'deymiş gibi hissediyorsunuz. 

Şimdi de birkaç kısa not: 
Kültür: Balkan kültürüne aşina olduğum için Arnavutluk'un beklediğim gibi bir ülke olduğunu söyleyebilirim. Balkanlıların kendilerine özgü neşeleri ve hayata bağlılığı Arnavutlarda da var ama aynı zamanda savaşlar ve baskıcı rejimler altında ezildikleri için kederli ve hüzünlü de bu yörenin insanları. Bu coğrafyada yaşanan acılar insanların yüzüne de yansımış. Bu yüzden Balkanlarda olmak hem sonsuz bir coşku duymak hem de hüzünlenmek demektir benim için.
Son yıllarda İtalyan kültürünün büyük bir ağırlığı varmış Arnavutluk'ta. Ülkedeki işsizlik nedeniyle İtalya'ya çalışmaya gitmiş Arnavutların büyük bir kısmı. İtalyan mutfağı da oldukça popüler hale gelmiş.. Macchiato da en çok içilen kahvelerden. 
Osmanlı ismini duymaktan pek hoşlanmıyor Arnavutlar. Türk kelimesini kullanınca daha ılımlı bakıyorlar. Türk okullarının açılmasıyla birlikte Türkçe öğrenenlerin sayısı artmış. Ülkede gençlerin çoğu İngilizce ve İtalyanca biliyor. Eğitime çok önem veren Arnavutlar yabancı dil öğrenme konusunda da bir haylı hevesliler. Buna yine uzun yıllar dışarıya kapalı bir toplum olarak yaşamaları neden olmuş. Tiran'ın merkezinde binlerce küçük üniversite var. 
Dil: Arnavutça-Türkçede ortak kullanılan çok sayıda sözcük var. Özellikle evlerimizde kullandığımız perde, bıçak, çakmak gibi nesne isimlerinde görülüyor benzerlik. Arnavut televizyonlarında gösterilen Türk dizileri de oldukça popüler. Türk edebiyatının pek çok eseri de Arnavutçaya çevrilmiş. Hakan BIçakçı, Murat Uyurkulak gibi genç yazarların eserleri bile Arnavutça okunabiliyor.
Din: Enver Hoca döneminde -1967'de- resmi olarak ilk ateist devlet olmuş Arnavutluk. Bugün ise Müslüman ve Hristiyan halk çoğunluğu oluşturuyor. Osmanlı döneminde ise burada Bektaşilik yaygınmış. Bektaşiliğin izlerini görmek mümkün hâlâ. Kruja'nın yüksek bir yerinde Sarı Saltuk türbesi var. Türbenin girişinde ise Sarı Saltuk'un ayakizleri olduğuna inanılıyor.
Ulaşım: Tiran'da ulaşımı taksiyle sağlayabilirsiniz, fiyatlar uygun. Ancak taksiler de oldukça eski ve taksicilerin çoğu güzergahlar hakkında pek bilgi sahibi değil. Kaldığım otelden merkezdeki üniversiteye gitmek için bindiğim takside taksici adresi bulmak için bayağı uğraştı. Oysa mesafe oldukça yakındı.
Yemek: Son olarak yemece-içmeceden bahsetmeden olmaz. Ben de kendi çapımda bir gurme sayılırım henüz Vedat Milor mertebesine eremesem de. Diğer Balkan mutfaklarında da olduğu gibi ağırlıklı olarak hamurişi ve etle besleniyor Arnavutlar. Börek (byrek) ve pasta satan pastiçerilerin (pastane) sayısı çok fazla. Arnavut ciğeri ve elbasan tava bizde de sık sık tüketilen iki meşhur yemeği Arnavutların. Maalesef ciğer yiyemedim ama her gittiğim yerde elbasan tavaya maruz kaldım. Elbasan, Arnavutluk'taki bir şehrin adı. Elbasan tava bildiğiniz gibi daha çok kuzu etiyle yapılan bir yemek. 

Bir başka Balkan gezisinde görüşmek üzere. Şimdilik lamtumirë...
Arka fonda Kruja Kalesi