9 Kasım 2013 Cumartesi

Bir Haymatlosun Güncesi 3


Dün okuduğum  roman Nabokov'dan bir alıntıyla başlıyordu: "Az insan tanıyor ve kimseyi de sevmiyordum." 

Az insan tanımıyorum belki ama sevdiğim insan sayısı çok az gerçekten. Eskiden de böyle miydi emin değilim. O yüzden insanlarla ilgili hissettiklerimin büyümekle alakası var mı bilmiyorum.
Galiba hissizleşmeye başladım. Geçenlerde fark ettim bunu ve ürktüm biraz. Bizi biz yapan duygulardan uzaklaşırsak ne kalır geriye? Ama gerçek bu: His-siz-le-şi-yo-rum.
İnsanları iki dakika içinde onlarca yalan söylerken yakalayınca hissizleşiyorum. Sözleri başka gözleri başka olanları görünce hissizleşiyorum. Dinliyormuş gibi yapıp cep telefonuna göz atanları görünce hissizleşiyorum. Ortak bir geçmişin anısına sahip çıkamayacak kadar duyarsızlaşmış eski dostları hatırlayınca hissizleşiyorum.
Tutunacak bir şey arıyorum. Daha doğrusu birini. Bir aşık da olabilir bu kişi, bir dost da. Tutamak arıyorum işte. Bu yüzden belki de bana en yakın gelen roman kahramanıdır Aylak Adam.
İyi şeyler düşün ki iyi şeyler bulsun seni diyor evrenin iyimser pembe gözlüklüleri. Onlar böyle dedikçe çok fazla düşünme, üstüne düştükçe bulamazsın aradığını, vazgeç, bekle, o seni bulsun diyor içimdeki gerçekçi şeytanlar. Kime, neye inanacağımı şaşırıyorum. 
Bir yerlerden tutunmak istiyorum ben aslında his-set-mek...

1 Kasım 2013 Cuma

Londra Günlükleri 2: Londra'nın Parkları

Londra'ya hayran olmanız için pek çok sebep var ama bana göre Londra'da olmanın en güzel tarafı geniş alanlara yayılmış yemyeşil parklarında vakit geçirmek. Gezi olaylarında ve Odtü yolu meselesinde insanların neden bu kadar tepki verdiklerini anlamamakta direnenlerin yabancı ülkelere gidip yeşil alanların nasıl korunduğunu kendi gözleriyle de görmeleri gerekiyor sanırım.
Londra'da arkadaşlarınızla keyifli vakit geçirebileceğiz, hafta sonlarında ailenizle piknik yapabileceğiniz, oturup kitap okuyabileceğiniz, bisiklet sürebileceğiniz ya da hiçbir şey yapmadan sadece gökyüzünü seyredebileceğiniz yüzlerce park var. Üstelik bunların çoğu şehrin merkezinde. Buna rağmen parka girdiğinizde birden kendinizi başka bir aleme girmiş ve şehir hayatının karmaşasından uzaklaşmış gibi hissedebiliyorsunuz. Üstelik şehrin yalnızca iki ayaklı canlılara ait olmadığını da görüyorsunuz. Parklarda sincaplar, pelikanlar, kazlar, ördekler hatta geyikler var. Nedense İngilizlerin aklına bu devasa alanları tahrip edip yerlerine alışveriş merkezi yapmak gibi fikirler gelmemiş. 

Londra'daki parkların bir kısmı "Royal Parks" yani Kraliyet Parkları olarak geçiyor. Turistlerin en çok ziyaret ettiği parklar da bunlar. Büyük parkların dışında şehrin hemen hemen her yerinde irili-ufaklı parklara rastlamak mümkün. İşte size Londra'nın en meşhur parkları hakkında birkaç kısa izlenim: 

Hyde Park:  Filmlerden de aşina olduğunuz bu park,Londra'nın en popüler parkı. Hyde Park'ın ortasında Serpentine adı verilen yapay bir göl var. Londra'daki parkların çoğu birbirine benziyor. Bunların yapay/ doğal göl+ hayvanlar+ bahçeler bileşenlerinden oluştukları söylenebilir. Bu parka nedendir bilinmez genellikle Ortadoğulu turistler ilgi gösteriyor. Benim listemde en son sırada yer alıyor bu park. 

Londra'nın bütün parkları çok temiz. Ateş yakmanın, dolayısıyla mangal yapmanın yasak olduğu parkların içinde çok sayıda büfe ve restorana da rastlamıyorsunuz. Bu yüzden parklara tedarikli gitmek gerek. Yanınıza mutlaka yiyecek bir şeyler alın.
Serpentin'in kıyısına oturdum, gülümsedim :)

St. James's Park: Burası Londra'nın en turistik bölgelerinin tam ortasında yer alıyor. Parkın ortasındaki köprüde durup baktığınızda bir yanda London Eye görünüyor, diğer yanda Buckingham Palace. Bu parktan çıktıktan sonra Buckingham Palace'ın bulunduğu meydanda bir yürüyüş yapabilirsiniz. Hafta sonları meydan turist kaynıyor. Parkın Buckingham Palace'ı gören kapısından çıkıp biraz ilerlerseniz yolun karşısında ufak bir park olan Green Park'a da uğrayabilirsiniz. Park'ın bitiminde de metro istasyonu var.

Londra'da güneşin yüzünü gösterdiği zamanlarda parklar dolup taşıyor. Öğle arasında iş yerlerinden çıkanlar parklarda bir şeyler atıştırıyorlar. Ücretli şezlonglara uzanıp sohbet edenler, şampanyalarını içenler, hatta güneşlenenler oldukça keyifli görünüyor. 

Regent's Park: Burası benim Londra'daki favori parkım. Özellikle parkın içinde yer alan Queen Mary bahçeleri beni benden aldı diyebilirim. Botaniğe pek ilgim yoktur ama parkın içindeki bahçelerin önünde dakikalarca durup çiçekleri seyrettim. Doğa güzellikleri karşısında hayran kalıp uzun uzun tasvirler yapan romantik sanatkârlara hak verdiğimi söyleyebilirim. Parkın içinde  ayrıca büyük bir kriket alanı, yapay göl ve antik tiyatro bulunuyor. Parkın çok sayıdaki çıkışlarından biri sizi Primrose Hill'e götürecektir. Londra'ya tepeden bakabileceğiniz bu yere hava kararınca gitmenizi tavsiye ederim.






Kew Gardens: Bana göre yeryüzündeki cennet olan bu park anlatılmakla bitmez, dünya gözüyle görmek gerek. Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Kraliyet Botanik Bahçelerine giriş ücretli. Bahçelerin içinde bitki yetiştirilen özel alanlar, Kew Palace, çocuk oyun alanı, ağaçların üzerine yapılmış yürüyüş yolu vb. pek çok alan var. Bütün bir gününüzü burada geçirebilirsiniz. Parkın içinde, gölün bulunduğu alandaki sessizlik beni büyülemişti. Bugüne kadar burada yaşadığım huşû duygusunu hiçbir yerde yaşamadığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Kew Gardens'taki bitki masası

Hampstead Heath: Burayı park olarak değil de Hampstead Çayırı olarak adlandırmak daha doğru. Londra'nın elit kesiminin yaşadığı kuzeydeki  Hampstead'de yer alan bu çayırda irili ufaklı pek çok yapay ve doğal göl bulunuyor. Üstelik bu göllerde yüzme imkânı da var. Bu göllerden biri sadece erkeklere ayrılmış. Bir hayli geniş bir alana yayılan bu çayırların yüksek tepelerine çıkıp Londra'ya tepeden bakabilirsiniz. Biraz ıssız bir bölge olduğu için mutlaka tedarikli gidin. Benim gibi parkın içinde kaybolmayın :) 

Richmond Park: Richmond, Londra'nın güneyinde yer alan bir sayfiye yeri. Londra'nın merkezi kadar popüler olmasa da benim Londra'daki favori mekânlarımdan olduğunu söyleyebilirim. Richmond, Thames Nehri kenarında bulunuyor. Burada nehir kenarındaki kafe ve barlarda oturduktan sonra yukarıya doğru çıkmaya başlayabilirsiniz. Nehir kenarından parka ulaşana kadar yine bahçeler var. Sonra Çamlıca Tepesi'ni andıran bir tepeden müthiş Thames manzarasını izleyebilirsiniz. Tepeden sonra biraz yürüyünce parka ulaşıyorsunuz. Parkın büyüklüğünü tahmin edemiyorum çünkü hepsini gezemedim. Aslında burası bir parktan çok daha fazlası bence. İngiliz filmlerinde gördüğümüz uzun, yeşil ve çitle çevrilmiş alanların fazlaca yer aldığı bu parkın en mühim evsahipleri farklı türlerdeki geyikler. Çok yaklaşmadan ve ürkütmeden geyiklere bakabilirsiniz. Richmond gibi büyüleyici bir yeri tekrar görmek için bile tekrar Londra'ya gidilebilir bence.

Richmond'ın geyikleri arka fonda.

Biz hâlâ yoldu, yeşil alandı, iki ağaçtı, alışveriş merkeziydi tartışaduralım gelişmiş ülkeler hakikaten bu konuları çoktan aşmış ve neden bu sıfatı aldıklarını kanıtlamışlar. Yaşam alanlarımızın kısıtlandığı, doğadan koparıldığımız, betonlar cumhuriyetinde gökyüzünü göremez hâle geldiğimiz bu ülkede insanca yaşayan Londralıları kıskanmıyor değilim bazen.  Çünkü  şairin dediği gibi "Gökyüzünü başımızın üstünde görmek bize yasak."