28 Aralık 2010 Salı

Fısıldadıklarım 1





Klasik gitarın sesini çok severim. Lise yıllarımda gitar çalmaya heves etmiş ve kursa gitmiştim. O yıllarda -gerçi hâlâ öyledir- erkekler kızları tavlamak için gitar çalmaya özenirlerdi daha çok. Benim gitar çalmaya özenmem böyle bir nedene bağlanamaz ama ne yalan söyleyeyim kursta çok hoş bir çocuk vardı. Flamenko çalıyordu  ve onun gürültülü müziğinden biz çaldığımız şeyi duyamıyorduk. Ayrıca o kadar iyi çaldığı için sinir oluyorduk kendisine. Bu çocuk, sonra kurstaki başka bir kızı beğendi ve ben ona daha da sinir oldum ama geçelim. Konumuz bu değil.

Kursa Ayça diye bir arkadaşımla birlikte giderdik. Sonradan Ayça ile iletişimimiz koptu ama lise yıllarında gayet iyi geçinirdik. Kurstaki hoca, bize klasik gitar çalan herkesin bildiği bir şarkıyı çalışmamızı önermişti bir keresinde. Parça Asturias'tı. Uzun bir parçaydı ve zordu da. Ayça'yla gaza gelip az da olsa şarkıyı çaldığımızı zannettiğimizde hoca gelmiş ve "Yalnız bu parçada fa diyez var." demişti. Yani parçayı yanlış çalmıştık ve sinirlenerek en baştan çalışmak zorunda kalmıştık. Sonunda parçanın çeyreğinin çeyreğini falan çalmayı becerebildim. Birileri "Kursa gidiyormuşsun. Birşeyler çalsana." dediklerinde hep bu parçayı çalardım. Sonra Öss derdiydi falan gitarı bıraktım. Zaten çok sabır ve emek gerektiren bir işti. Bende o kadar sabır yoktu. Bugün nerede Asturias'ın çaldığını duysam biraz hayıflanırım kendi kendime. Keşke çalmaya devam etseydim derim. Sırf Asturias'ı çalmak için bile klasik gitar öğrenmeye değer. 

Çoğu insanın kitap okumak, sinemaya gitmek, fotoğraf çekmek gibi ilgi alanları vardır. Benim ilgi alanlarımdan biri ise kursa gitmek. ( Dikkat edilirse hobi demiyorum. Güzel Türkçe'mizi kullanıyorum.) Gitar kursundan sonra pek çok kursa gittim ve çoğunu da yarıda bıraktım. benim gibi sabırsız ve aceleci bir insan için bazı şeyleri öğrenmek çok zor çünkü. Her şeyi hemen öğreneyim istiyorum. Araba kullanmayı öğrenirken bile durum değişmedi. Direksiyonun başına ikinci geçişimde usta şoför olmak zorundaydım. İlk oturuşumda debriyajı, freni, gazı öğrendim işte ne var. Hemen şehir trafiğine çıkmalı, iyi araba kullanmalıydım ama beceremedikçe kendime kızıp duruyordum. Neyse birkaç hafta sonra öğrendim az da olsa.

İşte benim kişisel tarihim biraz da yarım bırakılmışlıkların tarihidir. En son bıraktığım kurs, flamenko kursuydu. Aslında flamenkoya devam etmek isterdim ama çok yoğun bir dönemime denk geldi. ( Bu bir bahane olabilir mi? Flamenko çok zor bir dans ya da beceremedim demiyorum da.) Hem ne güzel dans ayakkabılarımı almış ve ilk kez topuklu ayakkabı giymiştim. Ayakkabının çıkardığı sesi, ayakların ritmini duymak çok zevkliydi. Ayrıca evde flamenko çalışırken ayakkabının çıkardığı sesle komşuları da rahatsız edebiliyordum. Bu da güzeldi.

Bir de fotoğraf kursu var. Onu bitirebildim ama fotoğraf makinelerinin yapısını pek çözemedim. Makinenin ayarlarını yaparken az da olsa matematik bilgisine sahip olmak gerekiyordu. En azından örtücüyü ve diyaframı kavrayabilmek için. Ayrıca benim dijital bir makinem de yoktu. Eski bir Zenit'im vardı. Ayarlarda yaptığım hataları anlamak için dijitalde çekim yapmak benim hayrıma olurdu. Ama parasızlığın gözü çıksın : ) Ayrca bir kere güzel kareler yakalamıştım ama filmim yanmıştı. Neyse artık ekonomik durumumu düzelttiğime göre iyi bir makine alıp güzel fotoğraflar çekebilir ve uygun bir zamanda tekrar flamenkoya başlayabilirim diye düşünüyorum. 


Bu arada kendimde blog içinde sürekli yeni bölümler açma eğilimi görüyorum. Bakalım sonumuz nereye varacak. Hayırlısı.

19 Aralık 2010 Pazar

Bu yol nereye gider, bu yol?

Yollar gidiyorum durmadan, yollar. Ve diyorum ki yol, bir hareket etme biçimi midir? Yoksa durma biçimi mi? 

Yolda yürürken biri bana yol sorsa ya da tesadüfen birinin "Bu yol nereye gider?" diye sorduğunu işitsem içimden "Yol, bir yere gitmez. O bir durma biçimidir." demek gelir. Tabii tutarım kendimi ve içimden bu cümleyi tekrarlarken hafiften gülümserim. Yılmaz Erdoğan'ın bir şiirinde geçer bu cümleler. Taa lisedeyken sevdiğim şiirleri yazdığım bir şiir defterim vardı (ki hâlâ durur). Şiirden anlamadığım günlerdi ama bazı akşamlar ablamla oturur, defterimizi açar ve şiirler okurduk. Bazen bu defterin kime ait olduğuna dair tartışırdık. Sonunda ikimizin defteri olduğuna karar verirdik. İkimizin de el yazısıyla yazılmış şiirler vardı çünkü defterde. Yılmaz Erdoğan'ın şiirlerini de okurduk. Özellikle "Yeni Bir Sayfada Sana Bakmak" şiirini. "Sana bakmak suya bakmaktır, sana bakmak Allah'a inanmaktır" mısralarını sesimize duygusal bir hava katarak okur, içlenir, liseli aşklarımızı düşünürdük. 

Aradan zaman geçti gerçek şiiri tanımaya başladım ve beğenilerim değişti; ama Yılmaz Erdoğan'ın bazı şiirlerinin hâlâ güzel olduğunu düşünürüm. En azından "Bu Yol Nereye Gider" diye sorarım kendime. 

Yol, duruma göre hareket etme ya da durma biçimi olabilir. Uzak ya da kısa mesafe fark etmez, nereye gidersek gidelim yer değiştirmiş, dolayısıyla da hareket etmiş oluruz. Özellikle yolumuz, bizi sevdiğimiz bir coğrafyaya taşıyorsa hareket etmenin ayrı bir değeri vardır. 

Sürekli olarak uzun, çok uzun yolculuklar yaptığımızda ise hareket ettiğimiz hissinden uzaklaşırız. Yol bir türlü bitmez çünkü. Otobüste cam kenarında oturmuş, başımızı cama yaslamışızdır meselâ. Sürekli geçtiğimiz yolları takip ederiz. Köyler, kasabalar, şehirler hatta ülkeler geçeriz. Ağaçları, ırmakları, camileri, tarlaları, bulutları, güneşi geride bırakırız. Dümdüz, hiç eğrilmeyen bir zaman çizgisinde, meçhule gider gibiyizdir. Yakınından geçtiğimiz ağaç bizim için bir şey ifade etmez. Ağacın çam mı, kestane mi, ayva mı olduğu önemli değildir. Öylesine bir silüetin yanından geçer gideriz işte. Her şey olduğu yerde durur. Hiçbir şey hareket etmez. Zaman durmuştur sanki, yekpare bir andır sadece o. Geçip gitmesi bile etkilemez bizi.  O yüzden yol, bir durma biçimidir. 

Otobüste cam kenarında yer kapamayan şanssız yolcu kitlesi için ise yol hiç ama hiç bitmez. O, tamamen bir durma biçimidir. 

17 Aralık 2010 Cuma

Sevdiğim Mısraların Bana Düşündürdükleri 2

Gitsem de her yerde biraz vardır
Hatırda zamansız bir plak
Bir otel kapısı, biraz istasyon
Vardır o seninle birlikte olmak
Buluşur çok uzaktan ellerimiz
Ve nasıl göz gözeyiz ansızın bir infilâk. ( Edip Cansever- İnfilâk ) 

diyebilmek isterdim ama sen gözlerini kaçırıyorsun, bir türlü göz göze gelemiyoruz. 

Aşka dair düşünmeyi bıraktım bir süredir. Aşksız da mutlu olunabiliyormuş. Nasıl olsa bir gün gerçekleşecek bir şey üzerinde bu kadar kafa yormaya gerek yokmuş.

Bir şeyin olmasını ne kadar bekliyorsak o kadar olmuyor. Beklemek ve düşünmemek lazım. Hayat sadece aşktan ibaret değil ya. Aşksız da mutlu olunabilir.

"Hayatında güzel şeyler oluyor. Biraz da şükretmeyi öğren." diyor ablam bana. Haklı da. Kariyerime dair güzel gelişmeler oldu hayatımda. Şükretmeliyim evet. Her zaman her istediğim olamaz. Bütün güzellikler aynı anda gelemez. Benim gibi her işinde aceleci olan biri için ne kadar zor olsa da sabretmek lazım. 

diyorum diyorum da niye gözlerini benden kaçırıyorsun çocuk? Biliyorum bunu işte kaçırıyorsun gözlerini. 

4 Aralık 2010 Cumartesi

Yaşadıklarımı Değerlendirme Kılavuzum 2

* Yaklaşık bir buçuk aydır hayatım yollarda geçiyor. Ben bir yıl boyunca bu yolculukların süreceğini düşünürken hayat karşıma bir fırsat çıkardı ve yaşadığım şehirde iş buldum. Bu yüzden mutluyum ve hayatta güzel şeylerin de olabileceğine inanmaya başlıyorum. 

Yolculuklar sırasında insan farklı olaylar ve insanlarla karşılaşıyor. Bu durum yazan insanlar için çok faydalı oluyor diye düşünüyorum; çünkü sürekli yer değiştirince insanın gözlem gücü artıyor ve her yeni karşılaştığı durum insanda merak ve ilgi uyandırıyor. Ben bu yolculuklarım sırasında çeşitli malzemeler biriktirdim ama yazmaya zamanım yok malesef. Daha Bursa maceraları hakkında da yazacaktım sözüm ona. 

* Geçen hafta gece yolculuğunda tam koltuğuma rahat rahat kurulmuş, başımın altına da otogardan aldığım yumuşacık yastığı yerleştirip uyku pozisyonu almıştım ki yanımdaki kızla çocuğun tanışmalarına ve samimiyeti ilerletip sohbete dalmalarına şahit oldum. Bu durum beni bir hayli sinirlendirdi. Hem rahatımı kaçırmışlardı bu insanlar, hem de yine karamsar düşüncelere sardırmama neden olmuşlardı. Mesela ben niye bir otobüs yolculuğu sırasında tesadüfen hayatımın aşkıyla tanışmıyordum da bu sinir bozucu bir ses tonu ve tavırları olan gıcık kız karşılaşıyordu? ( Belki de tamamen uyduruyorum. Bu iki insan birbirine aşık falan olmadı. Hatta belki bir daha hiç görüşmediler. Ama benim muhayyilem bunlara izin vermiyordu. İlla aşk meşk katacaktım bu yolculuk hikayesine de.) 

* ATP turun son maçında ekselansları Federer ile "popoya külot kaçırma sendromundan muzdarip" Rafael Nadal karşılaştı. Federer ile Nadal arasında Galatasaray ve Fenerbahçe arasındaki rekabeti anımsatan bir rekabet vardır. Dünyanın en iyi oyuncuları arasında olan Federer, Nadal'a yenilir sürekli. Ama bu son maçta çok iyi oynayan Federer, Nadal'ı yendi. Aslında ikisini de çok severim ama Federer'in yenmesine çok sevindim. Çünkü Federer'in korttaki mütevazı tavırları, maçtan sonra yaptığı konuşmalardaki alçakgönüllü tavrı çok hoşuma gidiyor. Nadal ise çok hırslı ve agresif. 

Neticede bu iki sporcu arasındaki rekabeti izlemek çok keyifli. Birbirlerine karşı son derece kibar ve saygılı olan Federer ile Nadal'ın gerçek hayatta da iyi anlaştıkları söyleniyor. Umarım bu rekabeti, Federer yaşlanıp tenise veda etmeden önce birkaç yıl daha izleyebiliriz.

* Bu aralar Ankara bol sanatlı günler yaşıyor. Hem tiyatro festivali var hem de Gezici Film festivali. Bu hafta Marx'ın Dönüşü adlı oyunu ve Çoğunluk filmini izledim festivallerde. Bunların üzerine daha ayrıntılı yazmak istiyorum ama zaman yok gerçekten. Yazmanın ne kadar ciddi bir mesai istediğini anladım şimdi. 

Ayrıca ben blog yazma konusunda bile kararsızım. Bazen bu yazdıklarım ne işe yarar diye düşünüyorum. Benim kişisel meselelerimle kim ilgilenir? Ya da bırak başkalarını kendini düşün sadece. Niye bloğa yazıyorsun, deftere falan yazsana? Ama yazmak; yemek, içmek gibi bir ihtiyaç oluyor bazen. İnsan kendi varoluşunu anlamlandırmaya çalışıyor bu yolla. Üstelik ben iyi yazmadığımı düşünerek yazıyorum çoğu zaman. Ama olsun bir gün iyi şeyler yazarım belki. İyi yazmanın sürekli yazmakla ulaşılacak bir yetenek olduğunu okudum pek çok yerde. Yılmadan, bıkmadan, yorulmadan yazmak lazım iyiye ulaşana kadar.

Blog yazmanın çeşitli tehlikeleri olduğunu da düşünüyorum aslında. Diyelim ki ben birine olan kırgınlığımı ya da kızgınlığımı belirteceğim ve bunu kötü sözler kullanarak yapacağım. Ya da ne bileyim birini ağır bir dille eleştireceğim. O insanın benim yazdıklarımı okuma ihtimali de çok yüksek. O zaman ne yapmalı? Düşündüklerimizi açık açık yazmamalı mı? Sanal ortamda hiçbir şey gizli kalmaz çünkü. Her şey eninde sonunda açığa çıkacaktır. 

Sövme Köşesi: Gülmeyi ayıp karşılayan ve çok gülen insanları eleştiren insan topluluğu! Gülmek bir erdemdir bence. Özellikle acıyla yoğrulmuş hayatların yaşandığı bir coğrafyada inadına gülebilmek, daha da büyük bir erdemdir. 

28 Kasım 2010 Pazar

İncilâ'nın Küçük Dünyasını Anlatır Karalamalardır : 2. Yaprak



Bizim İncilâ'nın kusurlarından biri de sık sık aşık olmasıdır. Eli yüzü düzgün, birtakım iyi niteliklere haiz her delikanlının, hayatının beyaz atlı prensi olabileceğine inanan İncilâ'nın karşısına çıkan çoğu erkeğin hayırsız, vefasız, kadir kıymet bilmez takımından oluşu kaderin garip bir cilvesidir. Ne olurdu İncilâ da evlendirme programlarında eş arayanların dile getirdiği tabirle "namazında niyazında, oturmasını kalkmasını bilen" birileriyle karşılaşsaydı. 

Heyhat, İncilâ'nın ilk aşklarından biri ayrıldığı her limanda yaralı bir kalp bırakan gemiciler gibi ülkenin muhtelif şehirlerinde ve o şehirlerin muhtelif semtlerinde gözü yaşlı, elinde çeyiz için hazırladığı masa örtüsü takımıyla kalakalmış kızlar bırakan bir çapkındır. Dillere destan olmuştur çocuğun çapkınlığı. Mahalleliler onun çapkınlık öykülerini anlatmaya bayılırlar. İncilâ gibi kırılgan bir kızın bu çapkın çocuğa kendini neden kaptırdığı bilinmez ama çocuk da aşık olunmayacak gibi değildir canım. Çok yakışıklıdır.  

İncila'nın ağabeyinin arkadaşı olan bu çocuk da beğenmiştir İncilâ'yı ama arkadaşının kız kardeşine yan gözle bakmak, delikanlılık anayasasında en ağır şekilde cezalandırılan suçlardan biri olduğu için kıza açılamamıştır. Yine de birbirine karşı meyli olan insanlar arasında kimsenin anlayamayacağı sözsüz bir iletişimin gerçekleştiği bilinir ki İncilâ ile bizim çapkın çocuğumuz böyle anlarda neler neler konuşmuşlardır birbirleriyle. 

İncilâ'nın çocuğu sevmeye başlamasından bir süre sonra çapkın delikanlının ağabeyle her zamankinden fazla sıkı fıkı olmaya başladığı görülür. İncilâ da pencerenin başında saatler geçirerek çocukla ilgili düşüncelere dalar, bir fırsatını yaratıp ağabeyine arkadaşıyla ilgili sorular sorar. İncilâ kendini kaptırmıştır artık iyice. Öyle hayaller kurar, kafasında öyle dünyalar yaratır ki yazma yeteneği olsa romantik sanatkârlara taş çıkartır. 

İncilâ küçük dünya tarihinde malesef çok az karşılıklı aşk yaşamıştır. Bu çocukla birbirlerini tanımak için fazla fırsat yakalayamamışlardır. Nedeni bilinmez. Yarım kalmış bir öyküdür işte bu. Çocukla İncilâ arasındaki en yakın temas, ev ziyaretinde çay ikramı yapılırken iki kolun birbirine değmesi suretiyle gerçekleşir. Bir keresinde de İncilâ ağabeyinin arkadaşlarıyla birlikte gezintiye çıkmış ve en arkada hiç konuşmadan yürüyen İncilâ ile çocuğun omuzları dar sokaklara girerken birbirine değmiştir. ( Bilinçli bir hareket midir bu, yoksa yolların çok dar olmasından kaynaklanan bir tesadüf mü bilinmez.) 

Çapkın erkeklerin ikiye ayrıldığı rivayet edilir. Birinci gruba girenler, gerçek aşkı bulamadıkları için tensel hazzı farklı kadınların bedenlerinde tatmaya çalışan ve sürekli arayış içinde olan erkeklerdir. İyimser bir bakış açısıyla bu erkeklerin gerçekten aşık olduklarında bu arayışı bırakıp sadece bir kadına bağlı olacakları düşünülebilir. İkinci gruptakiler ise mizaçlarının en temel özelliği olarak her kadına bir cinsel obje gözüyle bakarlar. Bu erkekler kesinlikle iflah olmaz. Aşka falan da inanmazlar.

Bizim saf İncilâ, aşık olduğu çocuğun birinci gruptan olduğuna inanmak istemiştir. Çocuk, gerçek aşkı onda bulacak, günah çıkartır gibi önceki kaçamakları için af dileyecek ve bundan sonra sadece ve sadece İncilâ'ya bağlı kalacaktır. Zaman zaman İncilâ'nın yüreği hiçbir çapkının iflah olamayacağı düşüncesiyle çalkalansa da İncilâ için aşk varsa her zaman umut da vardır. Bu çocuğun kurtuluşu onun elinden olacaktır.

İncilâ hayâl dünyasını büyütedursun, bu iki gencin yüreğine aşk tohumları atıldıktan fakat  iki taraf da herhangi bir adım atmadığı için tohumlar kurumaya yüz tuttuktan sonra çocuk, her Türk evladının yaşı geldiği zaman yapması gereken şeyi yapar ve askere gider.

Bizim çapkın askerden döndükten sonra ....

Buradan sonra yazının kötülüğünden dolayı karalamalar okunmuyor. 

24 Kasım 2010 Çarşamba

Yaşadıklarımı Değerlendirme Kılavuzum

Yekta Kopan'ın "Fil Uçuşu" isimli bloğunda Günden Kalanlar başlığı altında günlük niteliğinde yazdığı yazılardan oluşan bir bölüm var. Yekta Kopan'ı ve yazdıklarını çok sevdiğim için bu bölümü zevkle okuyorum. Aslında eskiden günlük yazmayı sevmezdim ama son yıllarda edebiyatçıların ve bazı ünlü isimlerin günlüklerini ya da özel mektuplarını okumaktan büyük keyif alıyorum. Bu keyif, beni de bloğum içinde günlük yazmaya niyetlendirdi. Ayrıca Yekta Kopan'ın yazdıklarından da etkilendim. Kim bilir belki ilerde ben de büyük adam olurum ve benden sonra benimle ilgili bir şeyler merak edenler bu yazdıklarımı okurlar ve beni daha yakından tanırlar :) 

Bu işin esprisi tabi ki. Bazen insan konuşacak ve anlatacak o kadar çok şey biriktiriyor ki bunları yakınlarıyla paylaşmaya zamanı kalmıyor. Ya da herkesle her şey paylaşılamıyor. Yazmak en iyisi. Böylece yükler hafifler bir nebze de olsa. 

Eee başlayalım o zaman. 

* Sonunda Taylan Biraderlerin filmi Vavien'i izleyebildim. Etkileyici ve farklı bir filmdi. Filmde Binnur Kaya'nın canlandırdığı kadının -ismini hatırlayamıyorum şimdi- bir cümlesi vardı ki beni sarstı. Kendisini sevmeyen hatta öldürme teşebbüsünde bulunan kocasına "Benim her yerlerimde sen varsın." diyordu.  İşte bu cümle, bir yumruk gibi oturdu yüreğime. Ağırlığını hâlâ hissediyorum. 

Ah biz kadınlar! Ne zaman akıllanacağız acaba? 

* Çağımızı en güzel anlatan kelime nekrofilya bence. Bu kelimeyle -aslında kavram olarak da kullanılıyor- ilk kez Alev Alatlı'nın Viva La Muerte! romanında karşılaşmıştım. Kelimenin mânâsı, "ölüsevicilik". Bir ara bu kavramla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum ama şimdilik bayramda meydana gelen trafik kazalarına değinmekle yetineceğim. Her bayramda olduğu gibi birçok kişi hayatını kaybetti. Bazıları bu durumu kaderle açıklıyor. Tabii ki insanoğlunun bir kaderi var ama hangi ülkede bir haftada sadece trafik kazaları yüzünden yüz altmış kişi ölüyor? 

Televizyonlar; ölümler, cinayetler ve katliamlarla ilgili haberleri tüm ayrıntılarıyla göstermeye bayılıyorlar. Çünkü artık dünyada ölüsevicilik diye bir şey var. Kan, vahşet ve şiddet; reyting getiriyor. İşte bu anlayışın bir sonucu olarak haberlerde trafik kazalarını ayrıntılı olarak gösteriyorlar. Cnn ya da başka bir haber kanalında bu tarz haberlere hiç rastlamadığım halde bizde ölüm sahneleri tüm çıplaklığıyla yansıtılıyor. 

Dediğim gibi bu ölüsevicilik meselesine bayağı bir kafayı taktım ama şimdilik uzatmıyorum. Artık bayramların gelmesinden de korkuyoruz zaten. Kaç kişi ölecek diye bekler hale geldik. 

* Bu aralar tembelliğe övgüler düzüyorum. Kendimi çok tembel hissettiğim bir dönemdeyim. Pek bir şey yapasım yok. İçimde yarım kalmışlıkların acısı da var. Yarım bırakılmış beş kitap beni bekliyor ve yapılmayan ödevler. Çok beklersiniz daha. Tembellik gibisi var mı ya? 

 Bu bölüm içinde Çemkirmelerim ya da Sövmelerim başlığını taşıyan bir bölüm daha olmalı. Postmodernizmdeki alt kurmacalar gibi. Çünkü ben sinirli bir insanım ve gün içinde sayıp sövdüğüm pek çok şeyle karşılaşıyorum. ( Aile bireylerimin dediği gibi biraz kabayım galiba ve genlerimde erkeklik genlerinden de var:)  

Mesela sinirlendiğim bir şey:  Sadece hal hatır sormak için aradığım insanların defalarca çaldırmama rağmen telefonlarını açmamaları ya da mesajlarıma bilmem kaç gün sonra dönmeleri. 

Abartıyor muyum yoksa haklı mıyım? 


20 Kasım 2010 Cumartesi

Öylesine



Kalbim, buruşturulup atılmış kağıt parçaları gibi. Öylesine unutulmuş duruyor atıldığı yerde. 

27 Ekim 2010 Çarşamba

Yaşamın Bıkkınlık Veren Unsurları

* Hayatta mucize diye bir şeyin olmadığını bildiğim halde bir mucize olmasını beklemekten,
* Ankara trafiğinin, İstanbul trafiğini aratmayacak hâle gelmesinden
* Okula gittiğim sabahlarda bir saat boyunca demir yolu geçidindeki trafikte sıkışıp kalmaktan ve Anadolu Ekspresi, hızlı tren gibi bilumum tren çeşitlerinin geçişine bakıp usanmaktan,
* Okan, eski yaratıcılığını ve özgünlüğü kaybetti diye düşünmeme rağmen yine de programlarını sabahlara kadar izlemekten,
* Sabah uyanmayı bir eziyet olarak görmekten ve başımı yastıktan zor kaldırmaktan,
* İnternet denen bulaşıcı hastalığa yakalanmaktan ve her gün daha az saatimi internet başında geçireceğime dair söz vermeme rağmen kendimi bilgisayar başında bulmaktan,
* İyi yazılar yazamamaktan,
* Eflatun Bey'le yakınlık kurmaya çalışmanın çok gereksiz bir çaba olduğunu anlamama rağmen iletişim kurmak için bir iki boş lakırdı bulmaya çalışmaktan,
* Boş heveslere kapılmaktan, olmayacak hayaller kurmaktan ve bu sebeple her seferinde kendime kızıp, güven takviyesi yapmaktan,
* İkinci Yeni şiiriyle kafayı bozup yine de bu şiiri tam olarak anlayamamaktan,
* Ergenler gibi sivilce çıkarmaktan ve kırmızı bir yüzle gezmekten,
* Birilerinin evlendiğini ya da nişanlandığını duyduktan sonra "benim niye bir sevgilim yok hâlâ" diye hayıflanmaktan ve yüzümde oluşan memnuniyetsizlik ifadesinden,
* Flamenkoya yeteneğimin olmadığını keşfetmekten,,

ve burada yazdığım şeyleri düşünmekten bık-tım.

Sevdiğim Mısraların Bana Düşündürdükleri 1

Hangi cebini karıştırsan yalnızlık. ( Turgut Uyar - Sonnet)

Hangi taşı kaldırsak altından "yalnızlık" çıkıyor. Bütün şiirler, yalnızlık üstüne. Bütün güzel romanlar ve filmler yalnız insanların öykülerini anlatıyor. Velhâsılıkelâm dünya yalnızlık üstüne kurulmuş.
Bir hocamın dediği gibi bazı kelimeler ve kavramlar üstüne ciltler dolusu ansiklopediler yazılabilir. Yalnızlıkla ilgili de öyle. Yalnızlığa dair pek çok şey yazılmış bugüne kadar. Bundan sonra da yazılmaya devam edecek.
Bugünkü yalnızlığımızı modernizme bağlamak yanlış olmaz sanırım. İnsan belki de her çağda yalnızdı ama hiçbir çağda dünya; bu kadar kötülükle, acımasızlıkla, kıyımla, yalnızlıkla karşılaşmamıştı. Sonunda insanoğlu dünyaya hakim olma isteğinin sonucunda kendi kendine yarattığı bu yalnızlığın içinde yok olacak. O zamana kadar "elde var yalnızlık!"

26 Ağustos 2010 Perşembe

Tam Karşıya Geçerken Bıraktığın O El, Benim

Evet, tam da bunu yaptın sen. Yolun ortasında durmuş, karşıya geçmeyi beklerken birdenbire elimi bırakıverdin. Oysa bilirdin ne çok korkardım karşıdan karşıya geçerken.
Önceleri bir anlam veremedim. Hep "Neden?" diye sordum kendime. Neden? Elimi bırakmanı istemedim. Yalnız kalmaktan korktum, aşksız kalmaktan çok. Bağırdım, çağırdım, bir türlü kabullenemedim. Sonra yolun ortasında yapayalnız kalmışken, birden bire ileriye koşmaya başladım ardıma bakmadan. Çok güçlü hissettim kendimi. Bu gücün kaynağını da fark edemedim pek. Geriye baktığımda arkamda bıraktığım bir hayalet yoktu artık. İleriye bakmaya ve her şeyin daha güzel olacağına inanmaya başladım. Seninle olmayacaktı çünkü, biliyordum. Yolun ortasında durmuşken sen sağına bakıyordun, ben soluma bakıyordum. Aslında hep ayrı yönlere bakmıştık seninle. Buna rağmen bizi onca zaman bir arada tutan neydi, bilmiyorum? Artık düşünmek de istemiyorum. Çok düşündüm, çok tarttım her şeyi. Neyin doğru olduğuna karar verdim. Hiçbir zaman da pişman olmadım. Pişmanlıkların beni ileriye götürmeyeceğini biliyordum.
Karşıya geçtim ve biraz ilerledim. Sokaklar, caddeler, bulvarlar geçtim tek başıma. Şimdi yine bir yol ayrımına geldim. Karşıya geçerken elimi tutacak birini bekliyorum. Çünkü ben karşıya geçmekten çok korkuyorum. 

8 Ağustos 2010 Pazar

Proust ve Kayıp Zamanlara Dair

Yaz mevsimi kitap okumak için idealdir ve ben her yaz başlangıcında çok okuyacağıma dair söz veririm kendime. Bu yaz da aynı sözü vermiş, yolumda kararlı adımlarla ilerlerken Proust'un "Kayıp Zamanın İzinde" serisinin ilk kitabı Swannlar'ın  Tarafı'na başladığım için tökezledim.  Serinin ilk cildi, uzun cümleler ve çok ayrıntılı tasvirlerden oluştuğu için okurken biraz zorlandım; ancak bitirdiğime değdi.
Proust'un yedi kitaptan oluşan üç bin sayfalık bu romanı, dünya edebiyatının en iyi örneklerinden sayılır. Yazarın hayat hikayesinden izler de taşıdığı için ayrı bir önem taşır. Ayrıca James Joyce'un Ulysses'i ile birlikte okunması en zor olan kitaplar arasındadır.
Swannlar'ın Tarafı, anlatıcının bir parça madleni ıhlamura batırması ile geçmişe dönmesini anlatır. Proust'a göre insan, geçmişi hatırlamak için boşuna çaba sarf etmemelidir. Bir gün hiç ummadığımız bir zamanda ve yerde geçmiş bize kendisini hatırlatacaktır. Nitekim romanın kahramanı da bir gün eve geldiğinde annesinin ikram ettiği çayı içerken çocukluğunu hatırlar. Çocukluğunun o güzel günlerinde Paris yakınlarındaki Combray kentinde yazlarını geçirirken halası ona aynı çaydan içirmiştir. Böylece o çayın ve çaya batırdığı bisküvinin hatırası kahramana çocukluğunun Combray günlerini, anneannesi, halası ve annesi başta olmak üzere aile büyükleriyle ilişkilerini, Combray'de Swannlar'ın ve Guermantes'lerin tarafı olarak bilinen yollarda yaptığı yürüyüşleri ve Swann isimli komşularını anımsatır. Romanın ilk bölümü kahramanın çocukluk izlenimlerine, ikinci bölümü ise kahramanın yetişkinlik dönemlerinde onun için önemli bir kişi olacak Swann'ın yaşadığı bir ilişkinin anlatılmasına ayrılmıştır.
Swann'ın Bir Aşkı adını taşıyan bölümde Paris burjuvaları ve aristokratlarının yaşadıkları çerçevesinde görkemli bir Paris atmosferi sunulur. Paris sosyetesinin önemli simâlarından biri olan M. Swann, Odette adlı bir kadına tutulur. Ancak Odette, Swann'a pek fazla yüz vermediği gibi başka erkeklerle ve hatta kadınlarla birlikte olarak onu aldatır. Buna rağmen Swann, her geçen gün Odette'e daha çok bağlanır. Odette, düşük bir kadındır, üstelik çok güzel, zeki veya yetenekli de değildir. Ancak Swann'dan kaçtıkça ve ona yalanlar söyledikçe Swann'ın gözünde daha da büyür. Proust'un "Gönül vermişsen bir köpreğin kıçına/ Sanırsın ki kıç değil, benzer gülistana" mısralarında da belittiği gibi aşkın her türlü kötülüğü, hatayı ve yalanı affedebilen eşsiz çekiciliğine kapılır Swann. Swann bir ara Odette'in yalanalrına katlanamaz duruma gelir ve gözünde büyüttüğü kadının aslında ne kadar da değersiz olduğunu fark eder. Biz Swann'ın Odette'i terk ettiğini düşünürken anlatıcı, geleceğe gider ve kitabın sonunda Swann'ın Odette'le evlendiğini ve bir kızları olduğunu öğreniriz. Yazar, serinin diğer kitaplarında Swann'ın maceralarını anlatmaya devam edeceğini okuyucuya sezdirir.
Kitabın anlattıkları kadar anlatım tekniği de önemlidir. Yazarın geçmişe dönerek zaman, hafıza ve anı üçgeninde kurduğu yapı, klasik roman kurgusundan farklıdır. Bu yüzden romanı dikkaetli okumak gerekir. Bizim önem vermediğimiz küçük bir ayrıntı romanın ilerleyen sayfalarında önemli bir unsur olarak karşımıza çıkabilir.
Romanın bizde bıraktığı tat, biraz acıdır. Çünkü geçmişe dönemeyeceğimizi ve çocukluğumuzun o masum günlerini bir daha hiç yaşayamayacağımızı biliriz. Yine de bir gün, bir yerde bize geçmişi hatırlatacak bir şeylerle karşılaşma umuduyla yaşarız.