4 Ağustos 2017 Cuma

Benelüks/ Paris Turu Gezi Notları 2: Paris

Benelüks turunun ikinci gününde akşam saatlerinde Paris’e ulaşıyoruz. İlk durağımız meşhur Eyfel (Eiffel) Kulesi’nin en iyi göründüğü yer olan Trocadéro Meydanı. Biz de orada bulunan birçok kişi gibi Paris’e ilk kez gelen meraklı turistler olarak kule manzaralı fotoğraflarımızı çekiyoruz. Meydanın girişindeki kiosklarda pancake satılıyor. Özellikle nutellalı olanları meşhurmuş, ondan alıyoruz bir tane. Ardından Champs-Elysées (Kolaylık olsun diye yazı boyunca Şanzelize diyeceğim) caddesinde bir yemek molası verip otele geçeceğiz. Henüz Paris hakkında izlenim edinemedik; ancak çok da yorgunuz. Esas keşif yarın olsun diyerek otele gidiyoruz. Otelimiz, şehir merkezine biraz uzak ve Saint Ouen denilen bir bölgede bulunuyor. Grubumuzdaki birçok kişi otel odalarının küçüklüğünden şikâyet ediyor. Paris çok sayıda turistin ziyaret ettiği bir şehir olduğu için buradaki bütün oteller çok küçükmüş. Odalarda yataklar sıkışık bir biçimde dizilmiş. Paris’e gidecek olanlar için bir ön bilgi olsun, otellerde pek konfor aramayın.

3. gün:
Turun ikinci ve üçüncü gününü Paris’te geçireceğiz. İlk gün grubumuzla birlikte ikinci günse kendi başımıza gezeceğiz. Toplamda 2,5 gün boyunca Paris’te kalıyoruz yani. Bu süre Paris’i hakkıyla yaşamak için oldukça az ama vaktiniz kısıtlıysa çok hızlı bir Paris turu da yapılabiliyor bu sürede, tecrübeyle sabit. Bir gün 23 bin adım atmışız, cep telefonunun adımsayarı öyle gösteriyor.

Paris’te kaldığımız ikinci güne meşhur Eyfel Kulesi’ne tırmanıp şehre yukarıdan bakarak başlıyoruz. Hava biraz yağmurlu ve kulenin girişinde sıra var. Yaklaşık bir saat kadar bekledikten sonra kulenin 2. katına çıkıyoruz. Gustave Eiffel tarafından 1889 yılında Paris Evrensel Sergisi için yapılan bu kule, 321 m yüksekliğinde. İkinci kata çıkmak için 700 basamaklık engeli aşmanız gerekiyor. Asansörle çıkmanızda fayda var. Yılda yaklaşık 6 milyon turist tarafından ziyaret edilen kulede asansör trafiği de sıkışık oluyor. Bu yüzden ya erken saatlerde gitmeli ya da merdivenleri çıkmayı göze almalısınız.
Eyfel Kulesi, fotoğraflardan görüldüğü gibi ihtişamlı bir yapı değil. Bu yüzden pek çok kişinin kuleyi görünce hayal kırıklığına uğrayıp “metal yığını” olarak nitelendirdiğini duymuşsunuzdur. Bence de çok fazla bir numarası yok; ama tepeden Paris manzarasını izlemek güzel. Paris, yukarıdan bakınca bir pastayı andırır biçimde tasarlanmış. Şehri oluşturan caddeler de bu pastanın dilimleri. Zamanında şehirde çok isyan çıktığı için güvenlik birimlerinin şehrin her noktasına hâkim olabilecekleri bir mimari plan yapılmış. Başka bir şehirde bu tarz caddeler var mıdır bilmiyorum ama bana ilginç ve güzel geldi.

Eyfel Kulesi’nden indikten sonra Seine Nehri üzerinde yaklaşık bir saat süren bir tekne turu yaptık. Bu gezi sırasında Paris’in birçok turistik noktası görülebiliyor. Nehir, şehri sol ve sağ yaka olmak üzere ikiye ayırıyor. Nehrin üzerinde ihtişamlı yapılarıyla dikkat çeken köprüler var. Bunlarda çeşitli mitolojik karakterler tasvir edilmiş genellikle. III. Alexandre Köprüsü, nehir üzerindeki en güzel köprülerden biri.




Tekne turunu yaparken bu şehrin ne kadar Londra’yı andırdığını düşünüyorum. Thames nehri Londra için ne demekse Seine de Paris için öyle. Her işi şehirde de kendine özgü mimari yapılar, değeri bilinmiş ve korunmuş tarihi eserler, yemyeşil parklar, uzun ve geniş bulvarlar, her yerden fışkıran bir turist kalabalığı var. Güneşli havanın aniden bozması ve yağmur yağmaya başlaması bile aynı sanki. Londra, ilk gerçek yurt dışı deneyimimi yaşadığım şehir olduğu için benim için özeldir. Sanırım ona olan sevgimden dolayı bu karşılaştırmayı yapıyor ve –şimdilik- Londra’yı galip sayıyorum.



Tekne turunu tamamlayıp Lüksemburg Bahçeleri, Louvre Müzesi, Montmartre (Ressamlar Tepesi) güzergâhını takip ediyoruz. Dünyanın en çok ziyaret edilen müzelerinden biri olan Louvre, aslında kale olarak yaptırılmış, sonradan müzeye dönüştürülmüş. Müzeyi oluşturan binalar, oldukça geniş bir alana yayılıyor. Louvre’un çıkışına yakın bir yerde Benlüx adlı bir mağaza var. Buradan vergisiz parfüm, kozmetik ürünleri, çanta vb. alabilirsiniz.



Fünikülerle çıktığımız Ressamlar Tepesi’nde yemek yiyoruz ve Fransızların meşhur soğan çorbasını deniyoruz. Burada çeşitli restoranlar ve cafe’ler var. Bunların etrafına oturup tezgâh açan ressamlar, dileyen turistlerin resimlerini çiziyor. Karakalem, suluboya ve adlarını bilmediğim çeşitli tekniklerde çizen birçok ressam var. Tepeden görünen Paris manzarası, restoranlar ve ressamlar; pitoresk bir tablo oluşturuyor gözümde. Zamanında birçok ünlü ressamın neden burada yaşamayı tercih ettikleri anlaşılıyor. Tepenin ön taraflarında Adaklar Kilisesi olarak da bilinen ve kireçtaşından yapıldığı için beyaz bir renge sahip olan Sacré-Coeur Kilisesi’ni görüp merdivenlerden aşağı iniyoruz. Bu tepeye çıkarken Pigalle semtinden geçiliyor. Ünlü kabare Moulin Rouge da burada. Ben filminden dolayı Moulin Rouge’u çok daha farklı hayal etmiştim ama çok da güzel bir bina gibi durmuyor. Paris’in “kırmızı noktası” olarak adlandırılan bu bölge, pek tekin bir yer değil gibi gözüküyor.



Bu kadar yürüyüşten sonra ayaklarımıza kara sular indi ama gün bitmedi henüz. Akşam, Paris’in en ünlü eğlencelerinden biri olan Lido Şov’a gideceğiz. Paris’te iki ünlü revü şovu var. Biri Moulin Rouge’da yapılıyor, diğeri ise Şanzelize’deki Lido Şov’da. 23.00 ve 01.00 saatleri arasındaki bu şovun fiyatı 125 euro. (Sanırım farklı saat ve fiyat seçenekleri de mevcut.) Şova giderken kıyafetlerinize özen göstermeniz gerekiyor, sırt çantası ve terlikle içeri kabul etmiyorlarmış. Şovu, bizim için ayrılan kırmızı koltuklu masalarda izliyoruz. Yarım şişe şampanya verdiğimiz ücrete dâhil. Şovda dünyanın farklı yerlerinden seçilmiş dansçılar çeşitli koreografilerde dans ediyorlar. Kadın dansçıların birçoğunun göğüsleri açıkta; ama genel olarak çok da erotik bir şov değil. Şov, çeşitli dans ve gösteri türlerinin birleşiminden oluşuyor. Buz pateni, kılıç dansı, akrobasi, pandomim bunlardan birkaçı. Bir de canlı müzik yapan bir kadın şarkıcı vardı. Bunun dışında görsel efektlerle süslenen şovda sahnede çeşitli atraksiyonlar da yapıldı. Örneğin sahnenin orta kısmı aşağı- yukarı hareket ettirildi, sahneye koyulan fıskiyelerden sular fışkırdı, masaların ucundaki avizeler aşağı sarkıtıldı… Tüm bu unsurların harmanlanmasıyla oluşan Lido Şov, bana biraz karışık ve değişik geldi. İzlemeseydim de olurdu diye düşündüm. Bir de o kadar yorulmuştum ki ara sıra gözlerim kapandı. Bir kez daha merakıma yenilen ben, uykulu gözlerle otele döndüm.

4. gün:
Dün Paris’in turistik yerlerini –kimini yakından kimini uzaktan görerek- keşfetmiş olduk. Bugün de şehrin kafelerini ziyaret edip biraz bohem takılacağız. Paris’te olmak bunu gerektirir. Kafe kültürü, şehir yaşamının önemli bir parçası.

Otelden çıkıp metroya biniyoruz. Metroda nasıl bilet alacağımıza dair küçük bir kafa karışıklığı yaşıyoruz ama sistemi kolay çözüyoruz. Paris’e ilk kez gelenler genellikle Paris metrosunu kullanmak konusunda sıkıntı yaşayacaklarını düşünürler. Pek öyle değilmiş. Önemli olan önceden rotanızı ve ineceğiz durakların isimlerini belirlemek ve farklı renklerdeki metro hatlarını takip etmek. Bir kez aktarma yapıp Saint-Germain durağında iniyoruz.



Paris, 20 idari bölgeye ayrılmış. Kentin çevresinde ise banliyöler var. Bir zamanların edebiyat ve felsefe merkezi olan Saint-Germain Mahallesi, şehrin bohem havasının en çok hissedildiği yerlerden. Burada hemen metro durağının çıkışında Paris’in en eski ve en meşhur kafelerinden ikisi bulunuyor. Cafe de Flore ve Les Deux Magots. Şarkılara ilham olan, pek çok dizi ve film sahnesinde görülen Cafe de Flore, biraz kalabalık olduğu için Les Deux Magots’a oturmayı tercih ediyoruz. Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir başta olmak üzere birçok yazar ve düşünür, bu kafenin müdavimiymiş bir zamanlar. Varoluşçuluk akımı da burada yapılan sohbetler sırasında filizlenmiş. Bu kafeye oturma sebeplerimden biri de onların ruhunu yâd etmekti ama pek o havayı alamadım. Ağır bir havası vardı buranın. Paris’teki kafelerin masa ve sandalyeleri sokağı görebilecek şekilde yan yana istiflenmiş. O yüzden tanımadığınız kişilerle dip dibe oturuyorsunuz genellikle. Masalar da çok küçük. Parisliler, sokağı ve insanları izlemeyi sevdikleri için zamanla böyle bir kafe kültürü oluşmuş. Benim hoşuma gitti doğrusu. Ancak kendimize şöyle bir ziyafet çekelim derseniz tüm ısmarladıklarınız masaya sığmayabilir. Biz kahvaltı yapmadan otelden çıktığımız için burada bir şeyler yeriz demiştik ama saat 12’ye geldiğinden kahvaltı saati bitmiş, çikolatalı kruvasan kalmamıştı. Parisliler kruvasan ve kahveyle kahvaltı ediyorlar çoğunlukla. Biz de menüden anlayabildiğimiz kadarıyla tereyağlı ekmek ve yoğurt sipariş ettik.



Les Deux Magots’tan çıkıp Saint-Germain’in sokaklarında yürüdük. Burada da Şanzelize’deki gibi mağazalar ve şık butikler var. Biraz ilerleyip tıpkı Saint-Germain gibi şehrin sol yakasında yer alan ve çoğunlukla kalburüstü kesimin yaşadığı Saint Michel’e varıyoruz. Bu mahallede, Notre Dame Katedrali’ne yakın bir noktada Shakespeare and Company adlı çok meşhur bir kitapçı var. Burayı keşif listeme almıştım. Kitapçının yerini tam bulamayınca yolda adres soruyorum birkaç kişiye. İlgiyle dinleyip yolu tarif ediyorlar. Hatta yaşlı bir amca vardı, el-kol hareketleriyle ve Fransızca olarak yol tarifi yaptı bana. Fransızların İngilizce konuşmadığına dair yaygın bir kanaat vardır. Bazıları bu durumu İngilizce bilmemelerine bazıları da kendi dillerini üstün saydıkları için İngilizce konuşmaktan kaçınmalarına bağlar. Bana ikincisi daha mantıklı geliyor ve gözlemlediğim kadarıyla adres sorduğunuzda İngilizce konuşuyor ve yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bir kadın telefonunu çıkarıp sorduğum kafenin adresini navigasyondan buldu mesela.

Fransızların yardımseverliğini bir kenara bırakıp yoluma devam edecek olursam sora sora Shakespeare and Company’yi bulduk nihayet. Burada ikinci el de dâhil olmak üzere birçok İngilizce kitap satılıyor. İçindeki kitap rafları ahşaptan yapılmış ve sanırım yıllar geçtikçe bu eski tarzı korumaya özen göstermişler. Oldukça nostaljik bir havası var. Kendine özgü dokusu olan yerleri seviyorum. Kitapçıyı gezdikten sonra kafe kısmında oturup kahve içiyoruz. Yanında da güzel bir elmalı turta yiyoruz. Mekânın önü genellikle kalabalık oluyor. Kitap almayacak olanlar bile bu şirin yeri görünce içeri bakmadan edemiyor.



Kitapçıdan çıkınca Notre Dame Katedrali’nin yanından geçip Seine Nehri boyunca yürüyoruz. Dün tekneyle gördüğümüz yerlerden bir de yürüyerek geçelim bakalım. İlgimizi çeken bir yer olursa ara sokaklara giriyoruz ya da beğendiğimiz köprülere bakıyoruz. Yağmur yağmaya başlıyor ve Louvre Müzesi’ne doğru geliyoruz. Cam Piramit’i arkamızda bıraktıktan sonra biraz yürüyüp Jeanne D’arc heykeliyle selamlaşıyoruz. Opera Meydanı’na doğru gidip Opera Garnier binasını görüyoruz. Bu ihtişamlı opera binası, III. Napoléon tarafından mimar Charles Garnier’e yaptırılmış. Tekrar Louvre’un içinden geçip Tuileries Bahçeleri’ni (Jardin des Tuileries) takip ediyoruz. Paris’teki park ve bahçeler Londra’dakiler kadar güzel ve büyük değil. Ancak bahçenin içindeki ıhlamur ve kestane ağaçlarının altına oturup biraz soluklanabilirsiniz. Paris halkı yaz günlerinde burayı güneşlenmek için kullanıyor daha çok. Tuileries Bahçeleri’nin sonu Concorde Meydanı’na ulaşıyor. Fransız Devrimi sırasında aralarında Kral XVI. Louis ve devrimin liderlerinden Robespierre’in de bulunduğu 1119 kişi bu meydanda kurulan giyotinde idam edilmiş. Dolayısıyla Concorde’un Fransa tarihinde önemli bir yeri var. Bu arada bir dipnot olarak ekleyeyim Fransız Devrimi hakkında daha çok bilgi edinmek isterseniz İngiliz yazar Charles Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi romanını mutlaka okuyun derim.



Concorde’u geçince Paris’in simgelerinden Şanzelize’ye ulaşacaksınız. Bu rotayı çizerseniz Paris’in en önemli turistik merkezlerini görmüş oluyorsunuz. Biraz fazla yürünüyor; ama değer. Bahsettiğim bu güzergâh için metro kullanmaya gerek yok. Dilerseniz rotayı tam tersinden başlatabilirsiniz. Şanzelize’nin diğer ucu, Arc de Triomphe yani Zafer Takı’na bağlanıyor. Arc de Triomphe’un bulunduğu meydan place Charles de Gaulle olarak geçiyor. 12 bulvar bu meydana açılıyor. O yüzden dönüşlerde trafik sıkışıyor. Parisliler burada kaza yapmadan dönüş yapabilen herkesin usta bir şoför olduğuna inanıyormuş.

Akşamı Şanzelize’de tamamlayıp otele döneceğiz biz. Şanzelize’yi hayal ettiğim gibi bulamadığımı hissediyorum. Şarkılarda, filmlerde karşımıza çıkan, nice sanat eserine ilham kaynağı olmuş bu simgesel cadde, biraz lüks ve zenginlik kokuyor açıkçası. Burada pahalı butikler ve bazı mağazaların şubeleri var. Araba galerileri de var; ama bunlarda araba satılmıyor. Markaların tanıtımı için yapılmış, gösteri yerleri gibi düşünebilirsiniz. Bir de caddede daha çok kafe olacağını düşünmüştüm; ama kafe ve lokantaları bulmak için caddenin çevresindeki sokaklara girmeniz gerekiyor. Yine de iki akşam yemeğini de burada yedik. İlk akşam Vesuvio adlı bir İtalyan lokantasında pizza yerken, ikincisinde de 29 rue de Marignan sokağındaki L’Entrecote’ta et, patates ve creme brulee’nin tadına baktık. Her ikisinde de yemekler lezzetliydi ve hesap da makuldü. Şanzelize’de Ladurée adında meşhur bir makaroncu da bulunuyor. Buradan ne zaman geçsek önünde bir kuyruk vardı.

Yemeğimizi yedikten sonra metroya binip otele döndük. Paris maceramız burada bitti; ama tadı damağımda kaldı. Şehrin ruhunu yakalamak için mümkünse 5-6 gün kalınmalı bence burada. O güzelim kafelere oturup insanları izlemeli. Paris’te keşfedecek birçok turistik mekân, müze, kafe, semt ve cadde bulunuyor. Yakın bir gelecekte olur mu bilmem ama umarım tekrar görüşeceğiz Paris.


1 Ağustos 2017 Salı

Benelüks/ Paris Turu Gezi Notları 1: Belçika

Yaz tatilinde rotamız bu kez Benelüks ülkeleri ve Paris’i içeren bir tur oldu. Bilindiği gibi Benelüks tabiri Belçika, Hollanda (Netherlands) ve Lüksemburg kelimelerindeki ilk hecelerin birleştirilmesinden ibaret. Bu üç ülke arasında imzalanan anlaşmalar neticesinde ekonomik birliğe dayanan bir topluluk oluşturulmuş. Coğrafi yakınlık nedeniyle Paris’i de kapsayan Benelüks turları, çoğunlukla Belçika’nın Brüksel Başkent Bölgesi’nden başlıyor. Ben de turumuzu gün gün anlatarak devam edeceğim.

1. Gün: Brüksel
Gezilecek Yerler: Şubat 2014’te bir haftalık gezimde Belçika’nın Gent şehrinden trenle günübirlik olarak Brüksel’e gelmiştim. Bu ikinci gelişim. İlk ziyaretimden hatırladığım yaklaşık 1 saat süren tren yolculuğunun oldukça güzel manzaraları içerdiği ve bir hayli keyifli geçtiği idi. Brüksel’i gördükten sonra da görkemli binalarını, şehri saran çikolata ve waffle kokusunu sevdiğimi, bunların dışında Brüksel’in bana biraz sıkıcı geldiğini düşünmüştüm. Aslında bu şehre dair genel izlenim bu yönde. Diğer Avrupa şehirlerine gitmek için bir ara durak olarak görülüyor Brüksel.

Şehrin en güzel yeri Grand Place (diğer adı Grotte Markt) adı verilen meydan. Farklı mimari tarzlara sahip binaların uyum içinde bulunduğu bu meydan, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Geçmişte aristokrasinin ve çeşitli loncaların elinde bulunan binalar; yaldızlı işlemeleri, süsleri ve heykellerinin ihtişamıyla dikkat çekiyor. Binalar arasında Şehir Müzesi ve Bira Müzesi de var. Meydan, yaz-kış her mevsimde kalabalık. Meydana bakan restoranlara oturup Belçika’nın yerel lezzetlerinin tadına bakabilirsiniz.

Grand Place’a oldukça yakın bir yerde Brüksel’in simgesi olan Manneken Pis yani İşeyen Çocuk heykelini görebilirsiniz. Gerçi ben, buraya ilk kez gittiğimde bu heykelin bulunduğu sokağı bir türlü bulamadım. Sonradan anladım ki bulduğum hâlde burayı teğet geçmişim. Çok daha büyük ve görkemli bir şey göreceğimi umuyordum sanırım ki görünce “bu muymuş yahu” demekten kendimi alamadım. Üstelik birkaç kişiye de Manneken Pis’in yerini sorup rezil oldum. Sürekli etrafında dolaştığım için nasıl görmedin der gibi bakmışlardı. Neyse, bu ayrıntıları bırakıp sadede gelirsem tekrar; bu heykelin kısaca hikâyesine değinebilirim. 61 cm boyunda bronzdan yapılan bu heykelde, işeyen bir çocuk tasvir ediliyor. Aslında bu çocuğun hikâyesinde dair birçok rivayet var; ama en bilineni çocuğunu kaybeden bir ailenin, onu bulduğu bu noktada bir heykel yaptırdığı yönünde. Bence dünyanın en saçma turistik simgesi ama oldukça popüler. Turistlerin çoğu heykelin önünde fotoğraf çektiriyor. Wafflecılar da nemalanmış çocuktan. İşeyen Çocuk şeklinde çikolatalar yapıp dükkânların vitrinine koyulmuş. Hediyelik eşya satanların da gözdesi bu çocuk. Anahtarlıklar, biblolar vb. başta olmak üzere çeşitli Manneken Pis hediyelikleri yapılmış. İşin ilginç yanlarından biri de bu heykele zaman zaman çeşitli kıyafetler giydirilmesi. Manneken Pis’e ait 800 civarında giysi, müzede sergileniyor ve özel günlerde heykele giydiriliyormuş. Kışın gittiğimde üzerinde asker üniformasını andıran yeşil bir kıyafet vardı.

Manneken Pis’i bir kenara bırakırsak şehrin diğer bir simgesi olan Atomium’dan da bahsedebilirim. 1953’te burada düzenlenen Dünya Fuarı için yapılan ve sonradan yerinden kaldırılması planlanan bu yapı, zaman içinde Brüksel’in önemli bir turistik merkezi hâline gelmiş. Belçika’nın dokuz yönetim birimini temsil eden dokuz bölümden oluşan bu yapı, tasarlanırken bir atom parçasının 165 milyar kere büyütülmesi esas alınmış. Yapısı ve adı itibarıyla da atom kelimesiyle bağlantısını kurabilirsiniz. En üst kattaki bölümde çok pahalı bir restoran varmış. Onun dışındakiler çeşitli amaçlar için kullanılıyormuş.

Brüksel’de görülecek diğer yerlere gelince Kraliyet Sarayı, Saint-Hubert Galerileri, De Laeken Botanik Bahçesi, Notre Dam edu Sablon ve bahçesi sayılabilir. Bunun dışında AB’ye ait olan birçok binayla karşılaşmak da mümkün Brüksel’de. Özellikle Saint-Hubert’i gezmenizi öneririm. Belçika çikolatacılarının ve çeşitli dükkânların bulunduğu bu galerilerin üstü kapalı ve çok hoş bir biçimde tasarlanmış. 2014 kışında burayı gezerken ara sokaklara girdiğimde çok güzel binalar ve sokak sanatı örnekleriyle de karşılaşmıştım. Zamanınız varsa eğer mutlaka şehrin sokaklarına girin ve karşınıza çıkacak güzellikleri takip edin. Brüksel’de birçok müze de bulunuyor. İlginizi çeken birini tercih edebilirsiniz.






Yeme-İçme: Brüksel’de hem meydanda hem de meydana yakın sokaklarda birçok farklı ülkeye ait restoranlar bulunuyor. Biz Cafe Georgette adlı küçük bir cafe’den patates ve bira aldık. Akşam da Türk mahallesinde Belçika’da yaşayan kuzenlerimizle buluşup bir Türk lokantasından pide ısmarladık. 
Daha önceki gezimde buradan paket paket Belçika çikolatası taşımıştım.  Bu sefer burada bulunma amacım esasen Paris’e gitmek olduğu için, Brüksel’i biraz teğet geçtim sanırım. Çikolataların yüzüne bile bakmadım. Ama buraya ilk kez geliyorsanız çikolata almanız farzdır tabii ki. Ancak İsviçre çikolatalarını daha çok sevdiğimi söylemeliyim.
Kışın geldiğimde burada keşfettiğim lezzet duraklarından biri Le Cour Gourmande adlı bir tatlıcıydı. Özellikle kurabiyelerine bayılmıştım. Daha sonra gittiğim birçok Avrupa şehrinde bu tatlıcının şubelerine rastladım ver her seferinde kurabiyelerden aldım. Artık nereye gitsem bu şirin dükkânı arayacağım, belli.

İzlenim: Daha önce de söylediğim gibi Brüksel, özellikle gidip görülmesi gereken bir şehir değil; ama hakkını yemeyelim tümden. Şehrin mimari özellikleriyle dikkat çeken bir yanı da var. Amsterdam, Paris ya da Lüksemburg’a giderken uğrayabilirsiniz buraya. Başka bir şehirden gelecekseniz trenle seyahat etmeniz güzel olur. Tren yolculuğunda çok güzel yerler görmüştüm. Belçika oldukça yeşil bir ülke.
Brüksel, çok fazla göç aldığı için şehrin yerlileri artık göçmenler olmuş. Belçikalılar genellikle şehre yakın banliyölerde yaşayıp, iş için şehir merkezine gelmeyi tercih ediyormuş. Bu yüzden şehirde daha çok Afrika kökenli insanlarla karşılaşmanız mümkün. Turistik yerlerde çantanıza falan dikkat edin diye uyarmışlardı bizi ama ben tekin olmayan bir durum göremedim.

2. Gün: Brugge, Paris
Sabah, otelden ayrılıp romantik bir Orta Çağ kasabası olarak bilinen Brugge şehrine doğru yol alıyoruz. Daha önce Brugge’le ilgili izlenimlerimi yazmıştım. Bu vesileyle aynı şeyleri tekrar yazmamak adına ilk kez kendi yazıma referans vereceğim J http://uvercinka-sibel.blogspot.com.tr/2014/02/kanallar-ve-kuleleriyle-musemma-iki.html. Bu yazıda da belirttiğim gibi Brugge’e gidenler buraya genellikle bayılır; ama Brugge bende büyük bir etki bırakmadı. Yaz mevsimi belki izlenimlerimi değiştirir diye düşünmüştüm ama bu sefer de rüzgârlı ve serin bir hava vardı. Brugge, bize güneşli yüzünü göstermedi nedense.

Bir şehri ikinci kez görmek hoş oluyormuş. Meraklı turist gözleriyle değil de anın tadını çıkaran bir yerli gibi bakıyorum şehre. Önce grubumuzla birlikte kısa bir şehir turu yapıyoruz. Sonra sokaklara dalıp çıkarken birkaç mağazaya göz atıyoruz. Güzel ve orijinal kıyafetler satan mağazalar var Brugge’de.

Biraz soluklanmak için Mozarthuys isimli hem restoran hem de brasserie olarak hizmet veren bir yere oturup kahve içiyoruz. 2014’te geldiğimde burayı gözüme kestirmiştim zaten. Küçük bir meydanda bulunan nezih bir mekân.

Kanal kenarında biraz gezinti yaptıktan sonra Bira Duvarı adlı verilen bir yere gidip Belçika biralarını keşfediyoruz. Belçika’da 600’e yakın bira çeşidi ve her bir biranın da ayrı bardağı var. Bunları Bira Duvarı’nda görebilirsiniz. Ben kadınların sevdiği alkol oranı düşük bir vişneli birayı denedim. Mekânın dışında kanala bakan küçük bir yerde biranızı yudumlayabilir, çıkışta da bira mağazasına uğrayıp alışveriş yapabilirsiniz.


Biralarımızı aldıktan sonra bizim için artık Paris’e hareket etme vakti geliyor. Yolda organizasyon şirketinin ayarladığı şoförle tatsızlık yaşadığımız için bir saatlik bir kayıpla akşamüstü Paris’e ulaşabiliyoruz. Normalde bu tür aksilikler canımı sıkar; ama bu sefer aldırış etmeden bekliyorum. Gideceğim yer Paris olunca tüm olumsuzlukları bir yana bırakıyorum.


Paris izlenimlerim için diğer yazıma beklerim J

12 Ocak 2017 Perşembe

Belleğin Parçalanan Akışında Yolculuk



Mehmet Eroğlu’nun büyük bir kurgu ustalığıyla yazdığı romanı Belleğin Kış Uykusu’nda “geçmişi olmayan, anısız bir güne uyanan” M’nin yaptığı sıradışı bir tren yolculuğu anlatılır. Kim olduğunu, nerede yaşadığını, hatta adını bile hatırlamayan M, evinde bulduğu bir zarftaki bileti alır ve birkaç yolcusu olan, son durağı belirsiz bir trene biner. Bir sirki andıran bu tren gerçek bir mekândan çok fantastik bir mekândır.

Yolculuğun başından sonuna kadar M’ye eşlik eden iki kişi vardır: Palyaço ve Bay G. Garip tavırları, kılık-kıyafetleri ve konuşmalarıyla M’yi tedirgin eden bu iki kişi ona geçmişi hatırlaması ve kendi kişiliğini bulmasında yardımcı olurlar. Yakışıklı, sağlıklı ve kadınların hayran olduğu bir adam olan Bay G, sürekli olarak mutluluktan, neşeden ve eğlenceden söz eder. Yaşamın acılarından nasibini almayan Bay G yaşamın acılardan arınmış yüzünü tanımıştır yalnızca. Bay G, M’nin hayatı boyunca olmak isteyip de olamadığı kişidir ve onun düşlerini gerçekleştirmiştir. M’nin birlikte olmak istediği kadınlarla olmuş, gezmek istediği yerleri gezmiştir. Palyaço ise bilgeliği temsil eden biri olarak yolculuk boyunca hep büyük laflar eder. Trendeki bir oyunsa eğer oyunu yöneten de Palyaço’dur. Palyaço kimi zaman sinsiliğiyle şeytanı hatırlatır.

Tren M’nin hayatını simgelerken trenin vagonları M’nin belleğinin bölümleri olarak düşünülebilir. M’nin hayatına yön vermiş olan insanlar Palyaço’nun istediği zaman vagonda ortaya çıkarlar. Trenin diğer yolcuları M’nin hayatında iyi veya kötü iz bırakmış kişilerdir. M’nin bilinçaltında yer etmiş olan bu kişiler yolculuğu boyunca soluk birer gölge gibi M’nin  karşısına çıkarlar ve belleğindeki boşlukları doldurmasına yardımcı olurlar. Yolculuk karanlık bir atmosferde geçer ve M’nin belleğindeki boşluklar aydınlandıkça güneş açmaya başlar. Belleğin yolculuğunda geçmiş ve gelecek birbirine karışırken M geçmişini keşfettikçe gençleşir. M’nin hayatına giren insanlar birer yolcu olarak trendeki yerlerini aldıkça parçalar tamamlanmaya ve gerçek kimlikler ortaya çıkmaya başlar. M’nin ilk cinsel fantezilerini süsleyen oyuncu Sevgi Seval, ilk aşkı Lerzan, konservatuvardaki sevgilisi Gönül gerçeküstü boyuttan ayrılıp gerçek birer karakter kazanan ilk kişilerdir. Sır perdesi yavaş yavaş açıldıkça bulmacanın diğer parçaları da tamamlanır ve M’nin annesi, kardeşi Ahmet, karısı Suzan, ikiz çocukları, hayatının aşkı Nesrin ortaya çıkarlar.

M’nin kişiliğinin oluşmasında önemli bir rolü olan annesi romanın ilginç karakterlerinden biridir. M ile annesinin saplantılı bir ilişkileri olmuştur. Bir nevi Oedipus kompleksine kapılan M, babasının kaybının annesinin kalbinde açtığı derin boşluğu tamamlamaya çalışmış ve annesi istediği için keman çalmaya başlamıştır. Keman M için zamanla babasını simgeleyen bir nesne haline gelir ve M büyük bir müzisyen olma fikrinden uzaklaşır. Annesi M’nin bilinçaltının karanlık yanıdır ve M ona ait hatıraları biraz da utançla hatırlar. Romanda çok ayrıntılı bir biçimde işlenmeyen anne-oğul ilişkisi M’nin hayatının kırılma noktasını oluşturur.

Kitapta kadın karakterlerin ve cinsellik temasının ön plana çıktığını görmekteyiz. M’nin hayatına giren kadınlar ve onlarla yaşadıkları olay örgüsünün temelini oluştururken Palyaço, Bay G ve M kadınlar, aşk, sevgi ve cinsellik konusunda uzun konuşmalar yaparlar. Başta Sevgi Seval olmak üzere  kadın karakterlere romanda fazlaca yer veren yazar, M’nin hayatında daha önemli yeri olan erkek karakterleri -örneğin kardeşi Ahmet’i- ihmal etmiştir. Eroğlu’nun diğer kitaplarında da sıkça rastladığımız cinsellikle ilgili görüşlerinde aşkın kaynağını yalnızca cinsel dürtülerde arayan Schoupenhauer’ın etkisi vardır.

Yolculuğun sonuna yaklaşılırken M’ye hayatının kırılma anına geri dönme şansı verilir. M belleğini uykudan uyandırıp bütün hayatını hatırladığında “ayaklarının dibinde kırık bir keman duran, kendini asmış çıplak bir kadın; yağmurlu bir günde boş iki çukura bakan bir adam; morgdaki işkence görmüş cesetler; boş gözlerle karnına bastırdığı ellerini süzen yorgun bir kadın; onlarca çocuğun sıkıştırıldığı sınıf, boş bir banka defteri, ilaç ve ter kokan loş hastane koridorları, çikin bir köpek, aydınlık bir bahçede birbiriyle alt alta üst üste oynaşan iki erkek çocuk, plaklar…” dan (s.195-196)  oluşan bir tabloyla karşılaşır. Palyaço M’ye yazgısını değiştirmeyi ve acısız bir hayatı teklif eder. Şeytanla pazarlığa oturan Faust gibidir M. Palyaço ise Faust’a haz ve zevk içinde yaşayabileceği bir âlemi vadeden Şeytan Mefistofeles. M, acının olmadığı ideal ülkede yani cennette yaşamayı reddeder; çünkü “Acının bulunmadığı yerde Tanrı, Tanrı’nın bulunmadığı yerde de zaman yoktu[r].” (s.233) Acının olmadığı bir yerde kalırsa bütün insanî değerlerinden uzaklaşacağını ve hayatına anlam kattığını o güne dek fark edemediği hatıralarını kaybederse daha da mutsuz olacağını düşünen M, yolculuğunun sonunda “acının değerli, acısız hayat dileğininse boş ve anlamsız bir hayat olduğunu” (s.246) fark eder. M’nin yolculuğunun kıssadan çıkarılacak hissesi budur. Hayatta herkesin öğreneceği şeyler vardır ve M için bu yolculuk hayatının dersi olur. Hayatın anlamını kavrama dersi.

Romanlarının birçoğunda varoluşçu felsefenin izlerini gördüğümüz Mehmet Eroğlu bu romanında da varoluş problemi üzerinde durur ve insanın varoluş nedenlerini sorgular. Palyaço, Bay G ve M’nin uzun diyalogları hayata, insana ve varoluşa dair çeşitli soruları ve tespitleri içerir. Anlatıcı bu soruları hem kendine hem okura sorar gibidir. Bu yönüyle okuru etken kılan, düşünmeye ve sorgulamaya iten bir romandır Belleğin Kış Uykusu. Ancak anlatıcının sorduğu sorulan cevaplanması kolay sorular değildir: Mutluluk nedir? Hayattaki en önemli erdem nedir? Geçmişi silerek ya da unutarak geleceği yaşamak mümkün müdür? Hayat dediğimiz şey nedir? Hayatımızı yaşanmaya değer kılan şeyler nelerdir? Bizi en çok insan yapan şeyler nelerdir? Acı nedir? Tanrı’ya niçin inanırız? İnsan neden sevme ihtiyacı hisseder? İnsan acısız bir hayat için anılarından vazgeçer mi?

Yazar, özellikle “acı” kavramı üzerinde durur, hatta acıyı kutsallaştırır. Hayatımızı değerli kılan şeylerin başında yaşadığımız acıların geldiğini söyler Çünkü acılarımız bizi değiştirir, olgunlaştırır, mutluluğun kıymetini anlamamızı sağlar. Acısız bir dünyada sanat, aşk, vicdan ve adalet yoktur. Sanatın kaynağında acı vardır. Yazar sevgiyi de yüceltir ve hayattaki en önemli şeyin sevgi olduğunu vurgular.

Yazar, bu soruların cevaplarını aradığı bölümlerde aforizmalara ağırlık veren bir dil anlayışı geliştirmiştir. “Yoksulluğa karşı takınılan vurdumduymaz kayıtsızlık, insanlığa yöneltilmiş bir soykırımdan farksızdır.” (s.230) “Mutluluk dediğimiz bir aldanıştır; yine de sürekli olmasını isteriz bu aldanışın.” (s. 36) “Hayat mutsuz kişilerin anlamını çözmeye çalıştıkları bir bilmecedir.” (s.271) gibi kitabî sözlerle konuşur roman kişileri. Konuşmalarında Nietzsche, Filozof Solon, Oscar Wilde ve Kierkegaard’tan alıntılar yaparlar. Yazarın büyük bir roman yazmak kadar büyük sözler etmek hevesine de kapıldığı için yer verdiği uzun diyaloglar neticesinde zaman zaman romanın kurgusal bütünlüğünden uzaklaşılmış, roman evreni gerçekliğinden ve doğallığından koparılmıştır. Romanın en büyük teknik zaafı burada ortaya çıkar.

Eroğlu’nun romancılığının başka bir özelliği de edebiyatın varoluş nedenini bir sorunsal olarak eserine taşımasıdır. Yazar edebiyatın amacını ve yazarın yazma edimine verdiği anlamı sorgular. Palyaço’ya göre “Edebiyat, hayattan ve insandan söz etmek demektir. Daha doğrusu, hayat edinirken yazgısını değiştirmeye çalışan insandan”. (s. 37) M’nin annesi ise edebiyatı şöyla tanımlar: “Edebiyat bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varamadığımız hayatlar hediye eder.” (s. 270)

Romanın en başarılı yanı fantastik ve gerçekçi unsurların bir araya getirilmesiyle oluşan usta işi kurgusudur. Romanın kurgusunda hiçbir boşluk yoktur. İlk başta anlam veremediğimiz patlama sesleri, marş söyleyen askerler, öğrencisini arayan bir müzik öğretmeni, işkence çığlıkları, keman çalan çocuk, çocuğunu emziren bir anne vb. unsurlar belleğin kapısı aralandıkça yerine oturur ve giz perdesi aralanır. Mekânın ve karakterlerin tuhaflığı, olayların anlamsızlığı okurda merak uyandırır. Yazarın sorduğu sorular hayatımızın anlamını sorgulamamıza neden olur. Eğer M’ye verildiği gibi bize de bir şans verilirse hayatımızı değiştirip değiştiremeyeceğimizi, anılarımızdan vazgeçip vazgeçemeyeceğimizi düşünürüz. Mehmet Eroğlu, hepimizin belleğinden geçen düşünceleri kurgusal dünyaya aktarmış, okurun etkisinden uzun süre kurtulamayacağı özgün ve yaratıcı bir romana imza atmıştır.

*Yazıda geçen tüm alıntılar şu kitaptan alınmıştır: Mehmet Eroğlu, Belleğin Kış Uykusu, Agora Kitaplığı, İstanbul 2006.



Deliler Teknesi Dergisi'nin Mart-Nisan 2013 tarihli 38. sayısında yayımlanmıştır.

Yalnızlık Kalesinde Bir Kader Sürgünü: Giovanni Drogo

İtalyan yazar Dino Buzzati’nin 1940’ta yayımlanan Tatar Çölü romanı, varoluşun anlamını sorgulayan ve okuru kendi yazgısı üzerinde düşünmeye iten bir romandır. Roman, Teğmen Giovanni Drogo’nun ilk görev yeri olan Bastiani Kalesi’ne gidişiyle başlar. Drogo; bir yanında Kuzey Krallığı’na ait topraklardaki uçsuz bucaksız bir çöl, diğer yanında sarp kayalıklar ve dağlar bulunan bu kalede dört ay kalmayı planlar. Ancak insanlardan ve yaşamın tüm nimetlerinden soyutlanmış olan kalede ömrünün otuz yılından fazlasını geçirir. Drogo; çölün gizemli cazibesi, alışkanlıklarının mutluluk veren rahatlığı ve zamana hükmedebileceğine dair inancıyla kendini olayların akışına bırakmış;  tatlı bir uyuşukluk ve mesleğinin gerektirdiği görev bilinciyle yıllarını harcamıştır.


Buzzati’nin romanı ile modernist edebiyatın öncülerinden Kafka’nın, varoluş problemine ait  felsefî düşüncelerini romanın kurgusal zeminine aktaran Albert Camus ve Jean Paul Sartre’ın eserleri arasında paralellik kurulmuştur. Bunun başlıca sebebi adı geçen yazarların eserlerinde “varoluşun anlamı” izleğinden yola çıkmalarıdır. Öyleyse Tatar Çölü ile Kafka, Camus ve Sartre’ın eserleri arasındaki benzerlikleri bularak yapılacak bir değerlendirme okura farklı bakış açıları kazandıracaktır. 

Kafka, eserlerinde 20. yüzyıl insanının yaşadığı tüm bunalımları, Kafkaesk adı verilen kendine özgü bir yapı ve anlatım tarzı içinde anlatmış; mizahî dili ve ironiye ağırlık veren üslûbuyla bireyin özgürlüğünü kısıtlayan hatta yok eden bürokrasiyi, aile kurumundan başlamak üzere tüm devlet mekanizmalarını eleştirmiştir. Kafka, dış dünyanın somut gerçekliğini bir yana bırakarak metaforlar aracılığıyla yeni bir gerçeklik düzlemi yaratır. Böylece böceğe dönüşen insanlar, ulaşılmak istenen bir hedef olarak belirlenen ama hiç ulaşılamayan mahkeme salonları ile şatolar yaratır. Buzzati de romanında varlığa ait problemleri sorgularken Kafka gibi çeşitli simgelerden yola çıkar. Buzzati’nin Tatar Çölü’nde yer verdiği simgeler; çöl, kale ve şehirdir. Drogo’nun yıllarca yaşadığı kale, onun içinden bir türlü çıkamadığı labirentidir. Aslında sadece Drogo değil; kaledeki tüm askerler, bir gün kaleden ayrılacaklarını düşünerek orada ömür tüketmişlerdir. Kale; yakınından yöresinden kimselerin geçmediği, geçmiş zamanlardaki stratejik önemini yitirmiş, eski bir sınır ucu kalesidir. Kale; insanın alışmak zorunda kaldığı, tekdüze, hiçbir sürprize ve gelişmeye yer vermeyen, hep aynı akışta ilerleyen hayatı temsil eder. Uçsuz bucaksız, üzeri daima kalın bir sis perdesiyle örtülmüş olan Tatar Çölü ise umut ve güzel düşlerle dolu bir geleceği simgeler. Askerler, bir gün kuzeyden büyük bir askerî birliğin geleceğini ve savaş çıkacağını ümit ederler. Bu ümit, onları kaledeki yaşama bağlayan tek şeydir. Drogo, kaleye ilk geldiği günlerde saraylar, kiliseler ve romantik caddelerle dolu şehri özlemiş; sık sık şehir hayatı ile kaledeki hayatı karşılaştırmıştır. Şehir; yüce, ideal ve özlenen bir hayatı temsil eder. Ancak Drogo, kaledeki yaşama alıştıktan sonra şehir hayatına, hatta şehirdeki annesi ve sevgilisine bile yabancılaşır.

Kafka’nın devlet mekanizmalarına yönelik eleştirisi, Tatar Çölü’nde Buzzati tarafından askerlik mesleğine ve bu mesleğin hiyerarşik düzenine karşı geliştirilmiştir. Askerler; uzun yıllardır önemini yitirmiş bir bölgeyi korumak için sabah akşam nöbet tutarlar, yüce bir sorumluluk duygusu ve görev bilinciyle mesleklerinin tüm yükümlülüklerini aksatmadan yerine getirirler. Kaledeki düzen yönetmeliğe göre sağlanır, askerler yönetmeliğe uymak zorundadır. Yönetmelik; hiçbir işlevi olmayan, saçma sapan kurallara uymayı gerektirir. Hatta yönetmelik gereği bir asker, en yakın arkadaşı olan bir başka askeri parolayı bilmiyor diye gözünü kırpmadan vurabilir. Ortada ne bir düşman ordusu ne de herhangi bir tehlike varken, askerlerin yönetmeliğe uyma çabası gülünç hatta saçma bir hâl alır. Buzzati, alaycı üslûbuyla yönetmelik ve askerlerle dalga geçer. Askerî düzeni aksatmadan işletmeye çalışan bu askerler, bir süre sonra ne yaptıklarının farkında olmayan otomatlar hâline gelirler. Askerler özgür iradeleriyle hareket eden bir “özne” değil, içinde bulundukları hiyerarşik düzenin tüm kurallarını yerine getirmeye çalışan silik birer “nesne”dir. Buzzati, sıradan hayatlarını bir kahramanlık destanına çevirmeye çalışan askerleri gülünç bir duruma sokar. Drogo ve bütün askerlerin hayatı birer yanılsamadan ibarettir aslında. Askerler, çöle ve oradaki düşmanlara dair birtakım efsaneler uydururlar ve gerçek olmadıklarını bildikleri hâlde efsanelere sığınma ihtiyacı duyarlar.  Çünkü onlar, sıradan bir yazgıya sahip olmayacaklardır. Tarih; birer cesaret, güç ve onur timsali olan bu askerlerin hikayelerine de kahramanlık destanlarında yer vermelidir.



“Saçma” kavramını geliştiren Camus’ye göre insan, eninde sonunda ölümle sonuçlanacak olan hayatın saçmalığını kabul etmeli ve buna göre yaşamalıdır. Drogo, kaleye geldikten kısa bir süre sonra yönetmeliğe, nöbet değişimlerine, çölün üzerindeki sis tabakasına, sevimsiz bulduğu odası ve eşyalarına, onu bir türlü uyutmayan sarnıcın sesine, satranç partilerine ve at yarışlarına alışır; yazgısını değiştirme çabasını anlamsız ve saçma bulur. Gizli bir güç onun kaderini bu kaleye bağlamıştır sanki. Drogo, henüz romanın başında huzursuzdur ve uzun yıllardır beklediği şey -subay olmak- gerçekleştiğinde yaşamında büyük bir değişikliğin olacağını hissetmektedir. Alışkanlıklarının esiri olmuş, edilgen ve iradesiz Drogo, kaderine boyun eğer ve yaşamını değiştirmek için hiçbir çaba göstermez. Zaten önceden belirlenmiş bir yazgıya karşı savaşmak saçmadır.

Buzzati’nin kahramanı Drogo’nun alışkanlıkların tatlı uyuşukluğu içinde zamanla hiçbir şeyi yadırgamadan hayatına devam etmesi ile Camus’nün Yabancı romanının kahramanı Meursault’nun annesinin ölümüne ve durup dururken bir insanı öldürüp katil olması gerçeğine kolayca alışması arasında benzerlik vardır. Meursault, “İnsan eninde sonunda her şeye alışır.” ( Camus, 2008:77) fikrini savunur. İnsanın her şeye alışmasını sağlayan zamandır. Buzzati, zaman kavramı üzerinde özellikle durur ve zamanı genellikle bir nehre ya da yola benzeterek tasvir eder. Yaşam defterinde sayfalar arka arkaya çevrilirken zaman denilen yolun hiç bitmeyeceği sanılır; ama yolculuk nihayet “ufukta ölçüsüz, hareketsiz ve kurşun rengi bir denizin çizgisi belirene kadar” ( Buzatti, 2011:50) devam edecektir. İnsanın bu akışta hiçbir rolü olmaması varoluşu anlamsızlaştırır.

Drogo; Yabancı’nın Meursault’su, Kafka’nın Gregor Samsa ve Josef K’sı, Sartre’ın Roquentin’i gibi yalnız bir insandır. Drogo, kalede geçirdiği ilk akşamda dünyada ne kadar yalnız olduğunu hissetmiştir. Ardından geçen yıllarda bu yalnızlık duygusu giderek artar. Hatta Drogo, dünyada kendisine en yakın kişi olan annesinin bile zaman geçtikçe kendisinden uzaklaştığını hisseder. Ömrünün son dönemlerinde dünyadaki tüm insanların tek başına olduklarını düşünür: “İşte tam da o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne kadar büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.” ( Buzzati, 2011: 193)

Drogo’nun annesi ve sevgilisi ile kurduğu ilişki de Meursault’nun ilişkilerine benzer. Meursault annesini sevmesine rağmen yaşamın saçmalığını bildiği için onun ölümünü oldukça olağan karşılar hatta bu gerçeklik karşısında kayıtsız bir tavır takınır. Drogo da geçen zamanla birlikte annesiyle arasında oluşan soğukluğa alışır ve annesine karşı bile içten olamayacağını düşünür. Meursault kendisini seven Marie’ye karşı nasıl kayıtsızsa Drogo da Maria’yla evlenmekten vazgeçmiş ve kaleye geri dönmüştür. Ancak Meursault ile Drogo arasında belirgin bir fark vardır: Meursault, kişiliğine bir yön vermeye çalışan toplumsal kalıpların hiçbirine girmemiş, kendi bildiğini okumuştur. Oysa Drogo karşı çıkmadan yazgısına boyun eğmiştir.

Jean Paul Sartre’ın Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin de Drogo gibi hayatını yemek yemek, uyumak, kitap okumak gibi belli rutinler çerçevesinde devam ettiren, yalnız ve güçsüz biridir. Ancak Roquentin, her şeyi olduğu gibi kabullenen Drogo’nun aksine durmadan varlığını sorgular, hatta kendi varoluşundan belirsiz bir tedirginlik ve utanç duyar. Dünyanın saçmalığını yüreğinde bulantı hissedecek derecede açık seçik görebilen Roquentin, bulantıdan kurtulamayınca tarih kitabı yazmak için yaptığı araştırmayı yarıda bırakır ve Paris’e yerleşir. Drogo ise hayat için çabalamanın saçma olduğunu anlayınca ideal bir hayatın merkezi olan şehre dönmemiş, kalede kalmıştır. Otuz yılın ardından kalede herkesin beklediği mucize gerçekleşmiş ve düşman askerleri çöl sınırından harekete geçmiştir. Ancak Drogo çok hastadır ve savaşta hiçbir işe yaramayacağı için kaleden uzaklaştırılmıştır. Drogo’nun bütün ömrünü bir mucize için kalede heba etmesi hiçbir işe yaramamıştır. Drogo sonunda en büyük düşman olan ölümle karşı karşıya kalır.

Kuşkusuz ki Tatar Çölü, Bulantı gibi felsefî bir roman değildir. Sartre, felsefî görüşlerini temellendirmek için kendi sözcüsü ilan edebileceği bir roman karakteri yaratmış; onun iç hesaplaşmalarını, çelişkilerini dile getirirken aynı zamanda kendi düşüncelerini de aktarmıştır. Oysa Buzzati, Kafkaesk romanın kimi unsurlarını kullanmasına rağmen geleneksel roman anlayışının dışına çıkmamıştır.

Tatar Çölü romanının gizemli ve karanlık bir atmosferi vardır ve bu, okuyucuyu tedirgin eder. Okuyucu tıpkı Drogo gibi yaşam savaşında başarısız olacağını, kendi kalesine hapsolup kalacağını ve mucize getireceğini beklediği bir çöle bakmanın yararsızlığını fark eder. Kendi yaşam defterinin yaprakları da hızla çevrilmekte ve sona yaklaşılmaktadır. O zaman yaşamın anlamı nedir? Tatar Çölü, okuyucuyu kendisi ve yaşamıyla yüzleşmeye çağıran ve düşündüren  bir romandır. Her iyi okuyucunun böyle anlamlı bir okuma deneyiminden geçmesi gerekir.

Kaynaklar
Dino Buzzati, Tatar Çölü, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
Albert Camus, Yabancı, İstanbul, Can Yayınları, 2008.
Franz Kafka, Dava, İstanbul, Can Yayınları, 2005.


* Ayraç Dergisi'nin Eylül 2011 tarihli 23. sayısında yayımlanmıştır.

İçinden taşra, çocukluk ve hüzün geçen öyküler


2000'lerin başından itibaren ortaya çıkan genç öykücülerle birlikte Türk öykücülüğünde yeni bir dönemin başladığı söylenebilir. Öykünün çoğu zaman romanın gölgesinde kalan bir tür olduğu düşünülse de son zamanlarda edebiyat dergilerinin sayısının artmasıyla ve blogların yeni bir yazı alanı olarak kullanılmasıyla birlikte genç öykücüler seslerini daha kolay duyurmaya başladılar. Genç öykücüler kuşağının son temsilcilerinden biri de Mahir Ünsal Eriş. Yazarın geçtiğimiz yıl yayımlanan ve büyük bir ilgiyle karşılanan ilk kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, bazı okurlar tarafından henüz keşfedilmişken yazarın ikinci öykü kitabı Olduğu Kadar Güzeldik kısa bir süre önce raflardaki yerini aldı.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'de daha çok Çanakkale, Bandırma ve Erdek civarında geçen, yazarın çocukluk ve ilkgençlik dönemlerindeki gözlemlerinden yola çıkarak yazdığı on dört öykü var. Bu öykülerin birkaçında yazar, Ankara'ya uğrasa da öykülerin asıl mekânı taşra. Yazar bize bu öykülerde en yakın arkadaşları ölünce canı sıkılan, ölümü tatil gibi bir şey sanan, Allah'tan korkup Atatürk'ü seven, konsomatris posterine bakıp ablasını özleyen erkek çocuklarını; olmadık zamanlarda giden kadınları, kanserden ölecek olursa diye kendisinden çok çocukları için üzülen anneleri, biten aşkların ardından acı çeken genç kızları anlatıyor. Herkesin kendisine yakın hissedeceği, her zaman ve her yerde karşılaşabileceğimiz insan portreleri çiziyor. Bu öykülerde sesi bangır bangır çıkan bir gündelik hayat var.



Türk edebiyatında taşra, farklı dönemlerde farklı bakış açılarıyla anlatılmış ve tasvir edilmiş bir mekândır. Taşra, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Cumhuriyet aydınlanmasının etkilerinin hissedildiği, yeni gelişmeye başlayan ve aydınların tanımaya çalıştığı uzak bir coğrafyaydı. Taşra bazı yazarlar tarafından huzur, sakinlik ve dinginlik verdiği için sığınılan veya kaçılan bir yer olarak tasvir edildi.  1950'lerden sonra ise varoluşçu edebiyatın etkisiyle taşra; tekdüzeliği, geri kalmışlığı ve yabaniliği ile orada olmaktan sıkıntı duyulan bir mekân olarak görüldü. Pek çok yazar Nurdan Gürbilek'in deyimiyle "taşra sıkıntısı"nı duyumsadı ve bunu eserlerine yansıttı.[1] Edebiyattaki bu taşra algısı Türk sinemasında da benzer eğilimlerle varlığını sürdürdü. 2000'li yıllarda Nuri Bilge Ceylan (Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak, Bir Zamanlar Anadolu'da), Semih Kaplanoğlu  (Yusuf Üçlemesi: Yumurta, Süt ve Bal) ve Reha Erdem (Beş Vakit) başta olmak üzere yönetmenler  "taşra sıkıntısı" ile ilgili filmler çektiler ve çekmeye devam ediyorlar. Her ne kadar bugün merkez-taşra ayrımı eskisi kadar belirgin olmasa da Mahir Ünsal Eriş de öykülerinde bugün yaşadığı "merkez"den kendi taşrasına bakıyor; ancak onun taşrası sıkıntı duyulan bir yer değil. Kimi zaman hüzünle kimi zaman da neşeyle hatırlanan bir çocukluk diyarı. Belki de bu neşenin sebebi yazarın taşrasının uçsuz bucaksız bozkırlara değil, denize bakmasıdır. Buraya hüzün; yaz sonunda kalabalık azalınca, tatilciler evlerine dönünce, sahiller boşalınca çöker.

Her iki kitapta da öykülerin çoğu yazlık sinemaları, çay bahçeleri ve evlerden yükselen kederli müzikleriyle hatırlanan 1980'lerde geçiyor. 80'lerin siyasi ve toplumsal atmosferinin etkileri öykülerin hepsinde kendini hissettirse de birkaç öyküde belirgin olarak ortaya çıkıyor. İlk kitaptaki "Vakitlice Gelmeyen Çiş" öyküsünde bir yanlışlık sonucu karakola alınıp dövülen Ali'nin, ikinci kitaptaki "Kanatlarımız Olsa Be Metin" ve "Stoper"de ise bir zamanlar devrim olacağına inanan eski devrimcilerin öyküsünü okuyoruz. Mahir Ünsal Eriş, bize sadece bir daha geri gelmeyecek çocukluk yıllarını değil, daha adil bir dünya düzeni hayal eden; ancak ideallerini gerçekleştirememiş  ya da inandığı değerlerin çöktüğünü görmüş bir kuşağı da anlatıyor. Bu yüzden Eriş'in öykülerinde nostaljik bir yan olsa bile her iki kitabı da son zamanlarda popüler hale gelen, 80'lerde ya da 90'larda geçen bir çocukluğu nostaljik ve romantik bir havayla anlatan eserlerle bir tutmamak gerekir. Yazar kendi gözlemlerini yansıtırken bir dönemi  ve o dönemin insanlarını da anlatmıştır.

İkinci kitap Olduğu Kadar Güzeldik'te ilk kitaptakine benzer temalar, yine benzer bir dil ve üslupla anlatılıyor. Yazar yine Çanakkale, Bandırma ve Biga civarında dolaşıyor; arada bir Ankara, İstanbul ve Samsun'a uğruyor. Bu sefer ilk kitaptakilere göre daha uzun olan sekiz öykü var kitapta. Buradaki "Zehir Miktarda" öyküsü Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'deki "Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar" öyküsünün; "İşe Çıkılacak Gün" ise yine ilk kitapta yer alan "Mektup Yazacak Gün" öyküsünün ayrı bir versiyonu gibi. Yazar, ilk kitaptaki öyküleri farklı karakterlerin gözünden yeniden yazmış. "Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar" anlatıcının, çocukluk arkadaşı Serkan'ın ölümünü çok naif bir dille anlattığı ve ölüm olgusuna çocuk gözüyle yorum getirdiği bir öyküyken, Serkan'ın gerçek ölüm nedenini yetişkinlerin dünyasına ait gerçeklerle anlatan "Zehir Miktarda" ilk öyküyle aynı etkiyi yaratmıyor. Mahir Ünsal Eriş, Olduğu Kadar Güzeldik'te yalnızlıktan ne yapacağını şaşıranları, bir zamanlar devrime inanan güzel abileri, kanat takıp uçmak isteyenleri, para için her şeyi yapmayı göze alanları anlatıyor. İlk kitapta anneler, ikincide ise baba-oğul ilişkisi ön plana çıkıyor. Olduğu Kadar Güzeldik ile ilgili iki önemli handikap var. Birincisi çok iyi bir ilk kitabın ardından yazılmış olması. Her iki kitapta da yazar, aynı mekânlarda benzer kişi ve temaları anlattığı için ikinci kitap  -bir öykü kitabı olmasına rağmen- ilkinin devamı gibi algılanıyor. İki kitabın kapağında da aynı çocuğun olması bu izlenimi pekiştiriyor. Öykülerin bazıları gözlemci anlatıcının bakış açısıyla yazılsa da çoğu kahraman anlatıcının ağzından çocuksu bir dille yazılmış. İkinci handikap da burada ortaya çıkıyor. Öykülerdeki dilin benzerliği ve aynı karakterlerin iki kitapta da ortaya çıkması zaman zaman öyküleri tek bir kişinin başından geçen olaylarmış gibi okumamıza neden oluyor.



Yazarın öykülerinin etkileyiciliği, gücünü en çok dilinden alıyor. Eriş, karşısında kim olduğunu bilmediği bir okur kitlesi değil de, samimi arkadaşları varmış ve onlarla konuşurmuş gibi yazıyor öykülerini. Oldukça yalın bir dille hem eğlenceli hem de hüzünlü bir öykü evreni yaratıyor. Olduğu Kadar Güzeldik'in arka kapağında Eriş'in "hüzünlü mağlupların iyimser yazarı" olarak tanımlanması boşuna değil. Modern zamanların anlatıcısı olarak Eriş, çok iyi bildiği insanları ve mekânları anlatırken doğallıktan uzaklaşmıyor. Atasözlerini ve deyimleri kullanmayı da seviyor. Arkadaşını "Sarışın ve çilli bir karnabahara benzerdi Serkan'ın kafası." (B.B. F.Ç.E., s.7) diye tarif ederken Erdek'i şöyle anlatıyor: "Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun." (O. K. G., s.23) Yazma eylemine büyük anlamlar yüklemeyen Eriş, bir konuşmasında kendisi için anlatmanın esas olduğunu söylüyor: "Benim için yazmak bu kadar karmaşık ve üzerine düşünülmüş bir süreç değil. Anlatacağım, anlatmak istediğim şeyler vardı benim. Onları da öykü olarak anlattım. Kendim için anlattıklarım bir öykü formuna oturdular, öykü oldular. Kasti olarak ben öykücü olmalıyım, ben anlatsam anlatsam öykü anlatırım niyetiyle başladığım bir anlatma uğraşısı değildi.”[2]

Eriş'in dili ve üslubu, yazarın kitapları hakkında yazılar yazan kişiler tarafından genellikle Barış Bıçakçı'yla mukayese edildi. Her iki yazar da edebiyat yapma hevesine düşmeden gündelik hayatı olabildiğince sade bir dille anlattıkları için Eriş ve Bıçakçı'nın birbirine yakın bir yazma tarzları var. Ancak bu benzerlik o kadar sık vurgulanıyor ki Eriş, bu durumdan muzdarip olduğunu "Kişisel Barış Bıçakçı Hikayemdir, Kınamayın!"[3] yazısında esprili bir dille anlatıyor.  Aralarındaki benzerliğe rağmen Barış Bıçakçı'nın Eriş'ten farklı bir üslubu var. Eriş'in yazısında da belirttiği bu farklılık özellikle Bıçakçı'nın aforizma kullanma alışkanlığında ortaya çıkıyor. Üstelik Bıçakçı'nın romanları da öyküleri de ilk okunduklarında tam olarak anlaşılmayan, yoruma açık anlatılardır. Eriş'in öykülerinde ise böyle bir özellik yok. Mahir Ünsal Eriş'in üslubu Bıçakçı'dan ziyade Emrah Serbes'in üslubuna yakın. Günümüzde genç yazarların birçoğu (özellikle Afili Filintalar yazarlarının bazıları) günlük hayatın sıradan olayların konuşma dilinden çok uzaklaşmadan anlatma eğilimindeler. Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler kitabındaki erkek çocuk öykülerinin bazıları Eriş'in anlattığı çocukluk öykülerine yakın bir tarzda yazılmış. Eriş'in kahramanları da bir tür "erken kaybendenler".

Mahir Ünsal Eriş henüz yeni bir yazar olmasına rağmen yazdıkları merakla beklenen yazarlardan biri oldu. Okurlar içinden taşra, çocukluk, hüzün ve biraz da futbol, arabesk müzik (Ferdi Tayfur ve Yıldız Tilbe) ve Türkan Şoray geçen bu öyküleri çok sevdi. Şimdi yazarın yeni öyküleri ve romanı bekleniyor. Mahir Ünsal Eriş okuru olmak güzel bir şey. Üstelik söylenişi bile güzel.

* Bu yazı, İzafi Dergisi'nin Eylül-Ekim 2013 tarihli 11. sayısında yayımlanmıştır.




[1] Bu kavram için Nurdan Gürbilek'in Metis Yayınları'ndan çıkan "Yer Değiştiren Gölge" isimli kitabına bakılabilir.
[3] Yazı için bakınız: İzafi Dergisi, Barış Bıçakçı Dosyası, 10. sayı, Mayıs-Haziran 2013, s.50-52.

7 Ocak 2017 Cumartesi

Bize İçimizdeki Uçurumları Gösteren Roman: Dünya Ağrısı

Ayfer Tunç'un yazarlığının yirmi beşinci yılında yayımlanan Dünya Ağrısı, hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki son yıllarda okuduğum en etkileyici kitaplardan biri. Yolları kasabaya benzeyen bir Orta Anadolu şehrinde kesişen iki dostun hikâyesini merkeze alan roman, bizi insan olmanın açmazları üzerinde düşünmeye itiyor.

Kitabın başkahramanı Mürşit, derinliği olan bir karakter. Yaşama uzaktan bakan Mürşit'in yalnızlığı, huzursuzluğu ve etrafındaki her şeye, herkese yabancılaşması çok iyi resmedilmiş. Mürşit, etrafındaki insanlarla ilişkisini minimum düzeye indirmiş, yaşamın gündelik dertleriyle ilgilenmiyor. Sürekli bir suçluluk hissiyle mücadele ediyor. Kendini yaşadığı şehre ait hissetmese de atalet, onu öyle esir almış ki eyleme geçme gücü yok. Mürşit'in eylemsizliğinin sebeplerinden biri de vicdan yükü. Kendilerine karşı derin bir bağlılık duymasa da ailesini bırakmayı göze alamıyor.




Kitap, Mürşit'in rüyasıyla açılıyor ve rüya sahneleri romanın farklı yerlerinde ortaya çıkarak Mürşit'in geçmişi ve iç dünyası hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor. Mürşit'in hayatını etkileyen sırrı da ona işlediği suçu hatırlatan çocukluk arkadaşı Cumhur'un rüyasına girmeye başlamasından sonra öğreniyoruz. Olaylar taşranın kendine özgü, ağır akan zamanında anlatıldığı için romanda çok fazla hareket yok. Olay yerine diyaloglar, iç monologlar ve rüya sahneleri aracılığıyla karakterleri tanıyoruz.

Kitabın ikinci kahramanı Madenci ise tıpkı Mürşit gibi yalnızlığının kabuğunda yaşayan biri. Geçmişine ait sırrının ağırlığını taşıyarak İstanbul'u terk edip maden ocağında çalışmak için Mürşit'in yaşadığı şehre geliyor. Mürşit ve Madenci birbirlerini yaralarından tanıyan iki arkadaş olarak başka kimsenin anlayamayacağı bir bağ kuruyorlar zaman içinde. Dağlara bakıp düşüncelere daldıkları rakı sofralarında kurtulmaya çalışıyorlar dünyanın ağırlığından. Ayfer Tunç, hikâyelerini genellikle erkek kahramanlar aracılığıyla anlatır. Dünya Ağrısı'nda da durum değişmiyor; ancak Mürşit'in işlettiği otelde kalan Madenci'nin iç dünyası Mürşit'inki gibi ayrıntılı bir şekilde işlenmemiş. Yazar, başta Mürşit'in karısı Şükran olmak üzere hepsi de kendilerine özgü mutsuzluklar biriktiren kadınları da anlatıyor arka planda. Madenci'nin intihar eden karısı Arzu, Pehlivan'ın kendini uçuruma bırakan kızı, Mürşit'le Şükran'ın kızı Elvan romanın diğer kadın karakterleri.

Mürşit, babadan kalma oteli işletiyor şehirde. Babası gibi olmak istemediği için baba yadigarı otele fazla sahip çıkmıyor. Felsefe okumak için şehri terk edip İstanbul'a gittiğinde hayatın anlamını bulacağını zanneden Mürşit,  babasının hastalığı nedeniyle okulu bırakıp şehre geri dönüyor. Bundan sonra Mürşit'in hayatı hiç de istemediği bir yönde ilerliyor. Yatalak bir babası, kendisinden "evin reisi" olmasını isteyen bir annesi ve bakılması gereken kız kardeşleri var. Mürşit sevmediği, sevemediği için hicap duyduğu Şükran'la evleniyor ve yıllarca aynı döngü içinde sürecek bir hayata başlıyor. Tabii bu hayata ait hissetmiyor kendini hiçbir zaman.

Ayfer Tunç, karakterlerini yaşadıkları mekânın içinde anlatmayı seven bir yazar. Mekânın çoğu zaman simgesel bir değeri de var romanlarında. Toplumun farklı kesimlerinden gelen insanları bir mekâna toplayarak hayatlarının izlerini sürüyor. Bir Karadeniz şehrinde geçen Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi romanında, sırtını denize dönmüş bir yamaçta kurulmuş olan akıl hastanesi nasıl Türkiye tarihinin panoramasını sunan bir mekânsa Dünya Ağrısı'nda da Mürşit'in oteli ve yaşadığı şehir, içinde barındırdığı insan hikâyeleriyle simgesel bir mekâna dönüşüyor. Otel, Mürşit'in uzaklara gidemeyişini, hep aynı yerde kalmaya yazgılı oluşunu da imliyor aynı zamanda. Otel, nasıl yıllardır değiştirilmeden  kalmışsa, bakımsızlıktan dolayı şehre gelen "ayaktakımının" sığınağı hâline gelmişse Mürşit de yıllardır değişmeyen bir akışın içinde asılı kalmış gibi duruyor.

Romanda olaylar bir Orta Anadolu şehrinde geçiyor ama tam olarak belli bir şehirden bahsetmiyor yazar. Çünkü kitabın yayımlanmasından sonra yaptığı röportajlarda dile getirdiği gibi İstanbul dışında koca bir taşradan oluşuyor Türkiye. Ayrıca mekânın simgesel değeri de olduğu için belli bir adresi işaret etmemesi gerekiyor. Şehrin silüeti değişirken ağaçlar kesiliyor, meydanlar küçülüyor, lokantalar azalıyor, meyhaneler kapatılıyor. "Ufukları kararmış, parksız, kelebeksiz, arkadaşsız bir şehir" burası. Yazar, taşranın kendi içine kapanan dünyasındaki ikiyüzlülükleri ve yalanları resmediyor. Romanda bir de şehir halkının altın bulma hayalinden bahsediliyor. Yaşamlarını boş bir umuda bağlayan halk, şehirde altın madeni açılacağı söylentilerinin ardından zengin olma hayaline kapılıyor. Bu onlar için kabuklarını kırma anlamı taşıyor.

Edebiyatımızdaki taşra algısı hakkında çokça tartışıldı son yıllarda. Taşrayı romantik ve nostaljik bir atmosferde anlatan yazarlar olduğu gibi Nurdan Gürbilek'in deyimiyle "taşra sıkıntısı"nı anlatan pek çok yazar ve yönetmen de var. Sinemada taşra sıkıntısının son örneğini Nuri Bilge Ceylan'ın Altın Palmiye kazanan filmi Kış Uykusu'nda izledik. Taşra sıkıntısını anlatan eserlerde varoluşçu felsefenin etkisi görülür. Dünya Ağrısı'nda Mürşit'in yaşamının tekdüzeliği Albert Camus'nün absürt felsefesinden ilham alınarak yazılmış. Ayrıca Mürşit'in ve Madenci'nin ağzından yaşamın anlamsızlığı üzerine aforizma niteliği taşıyan cümleler duyuyoruz. İplerini başkalarının çektiği bir kukla gibi hareket eden Mürşit, karşılaştığı olaylar ve durumlar karşısında tercih yapmayıp "ikisi de bir" diyen Yabancı'nın kahramanı Meursault'yu hatırlatıyor. Dünya Ağrısı, Türk ve dünya edebiyatından farklı eserlere açık ve kapalı göndermeler yapan bir roman. Ayfer Tunç belli ki kurguyu tasarlarken sevdiği yazarlarla bir bağ kurmak istemiş. Romanın asıl mekânlarından birinin otel olması da akla hemen Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'ni getiriyor.

Romanda yabancılaşma ve baba-oğul çatışması temaları ön planda. Mürşit, "Bende gördüğün her şey babamla başlar." diyen Aylak Adam (Yusuf Atılgan) gibi hayatını otele ve şehre hapseden babasına karşı müthiş bir öfke duyuyor. İstediği hayatı yaşayamamasının sebebi olarak gördüğü babasını sevmiyor. Erkek evlat olmanın ağırlığı ve sorumluluğu altında ezilmiş olan Mürşit, iyi bir baba olmayı da beceremiyor Mürşit'in oğluyla kurduğu ilişki sağlam değil. İçindeki özgürlük isteğinden dolayı Özgür adını verdiği oğlu, Mürşit'in yapmak istediklerinin tam tersini yapan, geleceğe dair hayalleri olan ve şehir halkının tasvip ettiği bir hayatı yaşayan "normal" biri. Oysa normallik Mürşit'in en çok korktuğu şey.

Kitaba adını veren "dünya ağrısı", Almancadaki "weltschmerz" teriminin Türkçesi. İlk kez Johann Paul Friedrich Richter tarafından kullanılan bu kavram, 19. yüzyıl Alman romantiklerini etkilemiş, ardından da farklı yazarlar ve filozoflar tarafından kullanılmış. İnsanın hayat karşısında duyduğu iç sıkıntısı ya da varoluş ıztırabı olarak tanımlabilir. Mürşit başlangıçta dünya ağrısını sadece kendisinin ve onun gibi olan birkaç kişinin -Madenci, Pehlivan- çektiğini zannediyor. Oysa vicdan sahibi, dünyada yaşanan  haksızlıkların farkında olan herkes dünya ağrısı çekebilir. Mürşit'in sıradan bir hayat yaşadığına üzüldüğü kızı Elvan bile; "Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten, baba... Dinmeyen bir ağrı." (s.242) diyerek herkesin içindeki dünya ağrısıyla yaşadığını söylüyor. Yazarın deyimiyle içinde yaşadığımız "duygusal taşlaşma çağında" herkesin içinde bir ağrı var.

Mürşit, geçmişte yaşadıklarını hatırladıkça içindeki ağrıyan yeri kapatmaya çalışıyor. Fazla ipucu vermek istemem ama romanın sonunun beni şaşırttığını söyleyebilirim. Romanda intihar vurgusu sıkça yapılırken, karakterlerden ikisi intihar etmişken, Yusuf Atılgan'ın Zebercet'inin hayali otelin içinde gezinirken okur bir intiharla karşılaşacağı hissine kapılıyor ama Mürşit, Madenci'ye hikâyesini anlatıp içini döktükçe onu nefessiz bırakan ağrıyı biraz olsun dindiriyor.

Mürşit, iç sıkıntısını giderebilmek için şehirdeki kırtasiyeden bir kitap alıyor. Kitabın ilk cümlesi şöyle: "İnsan bir uçurumdur." Romanın farklı yerlerinde karşımıza çıkan bu leitmotif, Rumen yazar ve filozof Emil Cioran'dan alınmış. Ezeli Mağlup, Çürümenin Kitabı, Tarih ve Ütopya gibi kitapların yazarı Cioran, edebiyatçıları fazlasıyla etkilemiş bir düşünür. Nihilist düşünceleri ve karamsarlığıyla bilinen Cioran, aforizmalarıyla da dikkat çekiyor. Ayfer Tunç da bu kitabı yazarken anlatmak istediklerini destekleyen bir cümle olarak kullanmış "İnsan bir uçurumdur"u.

Ayfer Tunç, dertleri olan bir yazar. Roman yazarken farklı anlatım teknikleri denese de üzerinde kafa yorduğu meseleler tekniğin bir adım önüne geçiyor. Kitaplarını okuduğumuzda dünyayla ilgili dertleriyle yazı yoluyla hesaplaşmak isteyen bir yazar kimliğiyle karşılaşıyoruz. Üstelik kendisi de yarattığı karakter Mürşit gibi dünya ağrısı çektiğini ifade ediyor. (http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/yetmis-alti-milyon-depresyondayiz-390222) Bu yüzden varoluşçuların aksine yarattığı karakterlerin bunalımının toplumsal arka planını da gösteriyor. Mürşit'in hikâyesini toplumsal olaylara bağlayan zeminde geçmişle hesaplaşma, vicdan, adalet, hafıza, şiddet ve toplumsal bellek temaları ön plana çıkıyor. Şehirde yaşayanların hayat hikâyeleri ile birlikte Maraş katliamı, mezhep ve inanç farklılığı, linç kültürü gibi meselelere değiniliyor, bu ülkedeki şiddetin kısa bir tarihçesi veriliyor romanda. Ancak yine olaydan çok, olayların Mürşit'in iç dünyasına olan etkilerini yansıtıyor yazar. Bu hikâyelerin her biri başka öykülerin, romanların konusu olabilecek nitelikte.

Romanda sinematografik unsurlar var. Bu hikâye bir film olarak da izlenmeli diyorsunuz. Mürşit'in eylemsizliği, karakterlerin derinliği, taşranın ağır işleyen zamanı ve mekânın olanakları bize iyi bir film izleyeceğimizi düşündürüyor. Hatta bu filmi Zeki Demirkubuz çekmeli diye düşünmeden edemedim. Demirkubuz'un çektiği Masumiyet ve Kader filmlerinin otelde geçen sahneleri ile Dünya Ağrısı'nda otele gelen müşterilerin yaşadıkları ve konuştukları arasında bir paralellik kurduğumu da söyleyebilirim.

Dünya Ağrısı, çok kolay okunan bir kitap değil. Mürşit'in iç dünyası gibi durgun ilerliyor. Kelimelere bir ağırlık vermiş sanki yazar, kelimelerle ördüğü dünya aracılığıyla bizim de dünya ağrısını duyumsamamızı istiyor ve bunu başarıyor. Üstelik vicdanımızda yaralar açıyor ve soruyor: Haksızlıklar karşısında ses çıkaracak mıyız yoksa her şeyi kabullenecek miyiz? Bitirdikten sonra hemen kenara konulacak bir kitap değil Dünya Ağrısı. Bir süre rahatsız edecek, hatta ürkütecek. Çünkü biliyoruz hepimiz: "masum değiliz, hiçbirimiz."

Bu yazı ilk olarak egositokur.com'da yayımlanmıştır.