28 Haziran 2015 Pazar

Benim Kitaplarım




Benim için en verimli okuma dönemi yaz tatilleri oluyor ve bu yaz hiç okumadığım yazarları okumayı hedefliyorum. Bu çerçevede Kerem Işık ve üçüncü öykü kitabı Iskalı Karnaval'dan bahsedeceğim size.  Kitabın adı ve kapağı nedense bol çağrışımlı ve metafor yüklü öyküler okuyacağımı düşündürdü bana ama gayet kolay okunan ve akıp giden bir kitapla karşılaştım diyebilirim.

Kitapta sekiz öykü var. Öykü kitaplarını okurken genelde ya ismini beğendiğim öyküyü okurum ilk önce ya da rastgele açtığım sayfada çıkanı. Bu kez nedense sırayla gittim. Bunu yapmak iyi oldu çünkü ikinci öykü "Süper Kahraman Diyeti"ni ayrı tutarsak kitaptaki öyküler baştan sona bir bütünlük oluşturuyor. Kurgusal bütünlükten bahsetmiyorum ama tematik bir bütünlük var denebilir. Kitabın açılış öyküsü "Kalbi Büyüyen Adam", iki sayfadan oluşan kısacık bir öykü. Öykünün ne anlattığından pek bahsetmek istemiyorum ama kitabı bitirdiğinizde bir insanın kalbinin neden büyüdüğünü, odalara ve evlere sığamayacak hâle geldiğini anlıyorsunuz. İkinci öykü "Süper Kahraman Diyeti", bir fastfood zincirinde geçiyor. Diğerlerine nazaran okuru etkileme gücü zayıf olan bir öykü diye düşünüyorum. Belki esas kahramanımızın ruh hâli biraz daha ayrıntılı olarak anlatılabilirdi.

Kitaptaki diğer öyküler distopik kurgulara sahip. Günümüzde yaşanan siyasi ve sosyal olaylar ile yaşam biçimimiz çok fazla malzeme sunsa da edebiyatımızda distopik eserlere pek rastlanmıyor ne yazık ki. Ütopik eserler ya da başka roman türleri içinde yaratılan ütopik dünyalar (Peyami Safa'nın Yalnızız romanındaki Simeranya gibi) distopyalara göre daha fazla Türk edebiyatında. Kerem Işık'ın bir önceki kitabı Toplum Böceği'nde de bu tarz öyküler varmış sanırım ama okumadığım için yorum yapamayacağım.

Kerem Işık'ın anlattığı distopyalar klasik distopyalardan biraz farklı. Distopyalar genelde uzak gelecekte dünyayı ve insanları bekleyen tehlikeleri anlatırlar ama bu kitapta daha yakın geçmişi hatta bugünü okuyoruz. "Bana Veri Gerek Veri" 2 Temmuz 2043'te geçiyor olsa da ben kitaptaki bütün öyküleri yaşadığımız günlerle bağlantı kurarak okudum. Yazar kapitalist sistemin insanın yaşam biçimini ve insanlar arasındaki ilişkileri nasıl etkilediğini, sansür mekanizmasının nasıl yok edici boyutlara gelebileceğini, yabancıların durmadan müdahale ettiği aile yaşamının nasıl "özel" olmaktan çıktığını ve buna benzer birçok meseleyi hayal ve gözlem gücünün ürünü olan ayrıntılarla anlatmış. Son zamanlarda güncel konu deyince genelde Gezi olayları ya da kadın cinayetleri akla geliyor önce  ama burada turizm, sansür, medya ve sosyal medya gibi farklı başlıklar altında bireysel ve toplumsal yaşamımızı ilgilendiren olaylar ele alınmış.

Kitaptaki distopik öykülere biraz daha ayrıntılı bakacak olursam;
"HAYDA!", bilinmeyen bir gelecekte İzmir'de geçiyor. Bu gelecekte kentler sektörlere ayrılmış. Bir sektörde evli ve bir çocuklu aileler yaşarken başka bir sektör yaşlı çiftlere ait mesela. Bu sektörlerden birinde yaşayan yeni evli çift Tayfun ve Merve, devletin zorunlu kıldığı ve yeni evlilere uyguladığı bir danışmanlık sisteminin kobayları oluyorlar. Yazar burada George Orwell ve Ray Bradbury gibi yazarların eserlerii hatırlatan bir dünya yaratmış ki distopyaların en önemli özelliklerinden biri kendi içinde tutarlı ve inandırıcı bir distopya evreni kurmaktır. Kerem Işık'ın dünyasında Orwell'ın 1984'ünde olduğu gibi televizyon ve çeşitli ekranlardan yansıtılan reklamların ayrı bir yeri var. Çünkü bu dünyada pazarlama çok önemli. Tayfun ve Merve kulak-içi hoparlörlerden çeşitli reklamlara maruz kalıyorlar gün içinde. Yazarın kent yaşamını ve aile kavramını sorguladığı bu öyküde distopyanın içinden çıkmak isteyen kişi kadın karakterimiz Merve oluyor. Çünkü öyküde de vurgulandığı gibi baskıcı rejimlerin en büyük tahribatı kadınlar üzerinde yaratmıştır.

Yukarıda bahsettiğim "Bana Veri Gerek Veri", mektup biçiminde yazılmış ve her şeyin değerinin rakamlarla ve verilerle ölçüldüğü bir dönemde geçiyor. Burada olduğu gibi kitaptaki bazı öykülerde bilim kurgu ve fantastik edebiyata yaklaşan bölümler var.
"Arzulanan Dünya", Spinoza'dan bir epigrafla başlıyor. Bu öykü de turizm sektörüne ve insanların tatil anlayışlarına yönelik bir eleştirel bakışı içeriyor. Bu öyküyü okurken aklıma Murat Uyurkulak'ın yıllar önce Milliyet Sanat'ta yazdığı ve tatil yapmayı sevmediğini anlattığı yazısı geldi nedense. Yazının adını hatırlamıyorum ama çok hoşuma gitmişti. Uyurkulak burada yaz gelince insanlarda tatile gitme baskısı oluştuğunu ve bundan dolayı içlerinden gelmese bile kendilerini çok iyi eğlenmeleri ya da gezmeleri gerektiği fikrine ikna ettiklerini yazıyordu. Bu öyküde bu durum var biraz. Turizm şirketinde çalışan, her gün binlerce insanı dünyanın öbür ucuna uçurduğu halde kendisi tatil yapamayan bir adamın hikâyesini okuyoruz "Arzulanan Dünya"da.

"O En Güzel Klişe", Klişe Üretim Merkezi'nde çalışan ve işi klişe üretmek olan Rıfat'ın hikâyesi. Kerem Işık, kitapta yine distopyaların bir özelliği olarak yeni kavramlar üretmiş. Bunlar Orwell'ı 1984'te ürettiği "çiftdüşün, yenisöylem, yokkişi, yüzsuçu" gibi yeni kavramları andırıyor ama Işık'ın kavramları genelde K.Ü.M, SANKİ, iMTK, MİT gibi kısaltmalardan oluşuyor. Bu kavramların anlamları da kitapta dipnot olarak verilmiş. Örneğin SANKİ, Sansür Kurulu İdaresi; MİT ise Milli İrade Tasnifleme demek. Kitapta daha birçok dipnot var. Anlatıcı bazı konular ve kavramlar hakkında bilgi vermek istediğinde dipnota geçiyor. Ben bu dipnotları biraz fazla buldum açıkçası. Bunlardan bazıları metinde verilmeliydi gibi geldi. Bir de bazı dipnotlarda bilgiyi veren anlatıcı mı yazarın kendisi mi o tam belli olmuyor.

Tekrar "O En Güzel Klişe"ye dönersek bu öykü, günümüzde insanların mutlu olmak için neleri feda ettiklerine, kişisel gelişim kitaplarından nasıl medet umduklarına değiniyor. Hayatını iyi bir kariyer yapmaya adayan insanların, son kertede ellerinde hiçbir şeyleri kalmayabileceğini gösteriyor. Mutlu olmak için bu kadar çabalamamalı insan belki de. Mutluluk dediğimiz şey en güzel klişe olabilir neticede.

"Kılçıksız Sanat" benim favori öykülerimden. Burada kitabını yayınlatmak için Kültür Bakanlığının Sansür Kurulu İdaresi'ne mülakata giden bir yazar var. Devlet her türlü düşünceyi ve özgürlüğü baskı altına aldığı gibi yayınlanacak kitaplara da müdahalede bulunuyor. Çünkü develete göre;
Kılçıksız sanattır halkın hak ettiği
Sıkı bir denetimle mümkündür SANKİ"
Sansür idaresinde çalışan memurlarla yazar Yunus Bey arasındaki diyaloglar öyle tuhaf bir noktaya geliyor ki çalışanlar kendi standartlarına uygun bir kitap yazılmasını teklif ediyorlar yazara. Yazarın ülkemizdeki editörlük kurumuna eleştiri getirdiği bu öykü, sanatın nasıl algılandığına dair bir yansıma olarak da okunabilir.

Kitaptaki en uzun öykü olan "Rıza'nın İmalatı" robotlara tutkun olan ve hayatını ROMAN adını verdiği projesine adayan Rıza'nın öyküsü. Yine bolca dipnotun yer aldığı bu öyküde Rıza, İç Mihrak Tespit Komisyonu'nda Sakıncalı İleti Tespit Memuru olarak çalışıyor. Ben bu öyküdeki kurum ve meslek isimlerini çok sevdim çünkü doğrudan günümüze gönderme yapılıyor. Rıza ve ekip arkadaşları, toplumsal huzuru sağlamak adına sosyal medyada politikacıların çeşitli konu ve kişiler hakkında yazdıkları "zararlı" iletileri silmekle görevliler. İşe alımlarda bile kişilerin sosyal medya iletilerine bakıldığı ya da kimilerinin muhalif sözleri nedeniyle yargılandığı günümüzde sosyal medyanın ne kadar etkili bir mecra olduğu ortada. Henüz bu öyküdeki gibi bir kurum yok ortada belki ama yakın gelecekte olmayacağı ne malum? "Rıza'nın İmalatı", yaptığı işten dolayı Rıza'nın hayatının kabusa dönüşmesiyle sonuçlanıyor. ROMAN kelimesinin en anlama geldiğini sürprizi kaçırmamak adına söylemeyeceğim ama ilginç bir sonu var öykünün.

Distopyalar yapıları itibarıyla karamsar ve karanlık bir atmosfere sahiptirler ama Iskalı Karnaval'da böyle bir hava yok pek. Mizahi ve ironik bir anlatımı var yazarın. Burada yazar klasik distopyalardaki gibi siyasi rejime yönelik ayrıntılara fazla girmediği ve daha çok kişisel öyküler anlattığı için böyle bir üslubu tercih etmiş olabilir.

Iskalı Karnaval'ı sevdim genel olarak. Yazarın önceki kitapları Aslında Cennet de Yok ve Toplum Böceği'ni de merak ettim. Kitabın bana göre eksik taraflarından biri altı çizilecek cümlelerin az olmasıydı. Burada aforizma tarzı cümlelerden bahsetmiyorum ama dil kullanımı biraz daha etkileyici olabilirdi. Bu öykülerin türüyle de alakalı bir durum tabii. Zaman zaman okuru kurgudan uzaklaştıran ve yabancılaştıran bir yanı da çünkü distopyaların.

Neticede öykü ve distopya sevenler okuyabilir Iskalı Karnaval'ı.


Kerem Işık, Iskalı Karnaval, YKY Yayınları, 2015, 111 sayfa

21 Haziran 2015 Pazar

Benim Kitaplarım


Şair ve yazar Onur Caymaz bugüne kadar on iki kitap yayımlamış. Ben son kitabı Herkes Yalnız vesilesiyle ilk defa okudum Caymaz’ı. Bu yüzden metin merkezli bir yorum yapacağım Herkes Yalnız hakkında.

Herkes Yalnız farklı uzunluktaki on altı öyküden oluşuyor. Bunları tematik olarak güncel ve siyasi olayları ele alan ve daha kişisel hikâyeleri içeren öyküler olmak üzere iki başlıkta değerlendirebiliriz. Ben sevdiğim öykülerden başlamak istiyorum:

Polis 1, Polis 2, Polis 3: Bu üç farklı öykü Kadir adlı bir polisin Gezi olayları sırasında yaşadıklarını anlatıyor. Öyküler sırasıyla Ali İsmail Korkmaz’a, Berkin Elvan’a ve Ethem Sarısülük’e ithaf edilmiş. Yakın bir tarihte yaşanmış olayları kurgusal dünyaya taşımak oldukça riskli bir iş ve zaman zaman karşılaştığımız gibi yazarın niyetini sorgulamamıza da sebep olabiliyor. Bunu Gezi'yi anlatan, aceleye getirilmiş ve özensizce yazılmış bazı kitaplarda gördük. Hatta kimi yazarlar güncel olanı yakalayamayacağız kaygısına da düşmüştü o dönemde. Ancak buradaki Polis öyküleri bu kaygıyı yansıtma telaşından ziyade toplumda çeşitli travmalara yol açmış olayları neden-sonuç ilişkisi içinde anlatma derdinde. Olaylar, eylemler sırasında eylemcilere vurduğu için vicdan azabı çeken, insanların gözündeki kötü polis imajını düzeltmek isteyen bir polisin gözünden anlatılıyor. Kadir isimli polisin iç monologları inandırıcı. Anlatıcı eğer polis olmasaydı öykü bu kadar iyi olmazdı. Üç öykünün başkişisi de aynı polis. Ben 3. öyküye gelmeden sonunu tahmin etmiştim ama şunu düşünmeden de edemedim: Gezi’yi yaşayan polislerden biri gerçekten böyle hissetmiş midir? Kadir gibi “Böyle iş mi olur Aga, dövüyoz, öldürüyoz milleti” (s. 83) diyerek özeleştiri yapmış mıdır? Umarım böyle polisler de vardır. 

Kitapta birkaç tane küçürek öykü var. Bunlardan biri olan Somalı, madenden çıkınca “Çizmelerimi çıkarayım mı, kirlenmesin sedye” diyen madenciyi; Babasız ise madende can veren babasını bir daha göremeyecek olan bir kız çocuğunu anlatıyor. Saka, Bir Karşılaşmanın Su Yeşili ve Ölenin Ardından yine bu tarzda yazılmış kısa öyküler.

Kitabın ilk ve son öyküleri öyküden çok novella tadında. Hatta son öykü Herkes Yalnız çok karakterli ve olaylı bir kurguya sahip olduğu için bir roman taslağı gibi de duruyor. Caymaz, sanki daha uzun yazmaya üşenmiş de öyküde karar kılmış. Herkes Yalnız, her şeyi biriktiren ve çöplüğe dönüşen bir evde yaşayan bir adamın hikâyesini polisiye tadında bir kurguyla anlatırken yine farklı konulara temas eden katmanlı bir anlatıya dönüşüyor. Böylece öyküden dağa çıkan bir üniversite öğrencisi, polis muhabiri olarak çalışan kızlar ve eylemden sonra ortadan kaybolan kızını arayan bir baba geçiyor. Öyküyü genel olarak sevsem de kısa öyküde daha başarılı olduğunu düşünüyorum yazarın. Kitaptaki ilk öykü Alice İle Nuri uzun bir zaman diliminde yazılmış ve gerçeküstü unsurlar içeren bir öykü. Alice Harikalar Diyarında eserine gönderme yapılarak yıllardır yalnızlığı içinde boğulup giden terzi Nuri’nin hikâyesi anlatılmış. Burada üst-kurmaca tekniğini kullanan yazar araya girerek hikâye kurgusunun zaman içinde nasıl değiştiğini anlatıyor okuruna. (Bu hikâyenin üzerinden şu geçti,… geçti şeklinde)

Çığlık ve Aşk: Hiçbir Şey benim en sevdiğim öyküler oldu. Çığlık, Ferit Edgü’nün aynı adlı öyküsünü hatırlatıyor. Bu öyküdeki gibi seslere ve işitme duyusuna ait unsurlar dikkat çekiyor kitapta. Plazada çalışan bir kadının yalnızlığına odaklanan Çığlık, Hakan Bıçakçı’nın Doğa Tarihi’ni hatırlattı bu yönüyle. Aşk: Hiçbir Şey ise benim de çok sevdiğim bir yönetmen olan Kieslowski’ye ithaf edilmiş. Burada anlatılan aşk da Kieslowski filmlerini andırıyor zaten.
Kitapta insanın yalnızlığına vurgu yapılmış sıkça. Kitaba ismini veren “herkes yalnız” cümlesi bir leit-motif gibi karşımıza çıkıyor sürekli. Yazarın İnsanın hangi çağda, hangi zamanda yaşarsa yaşasın yalnızlığa mahkûm olduğunu dillendirmesi okuru hüzünlendiriyor. Bay Alkol’ü Takdimim ve Yemek Kartı da bireysel yalnızlıklara odaklanan öyküler.

Kitapta bana çok hitap etmeyen öyküler şunlardı: 
Duvarın Önünde Resmim Aldılar, Kars’ta geçen ve Mesih olduğunu iddia eden bir adamın masal tadındaki hikâyesi. Caymaz, öykülerde hikâye anlatmanın önemine ve niye hikâye yazdığına da değiniyor sık sık. Yazma sürecini okurla paylaşıyor. Bu öyküde bunun örneklerini görebiliyoruz. Bizim Homeros ise Truva Savaşını tekrar yazmak isteyen bir adamı merkeze almış.

Kitabı neden sevdim sorusunun cevapları kısaca şöyle:
Yakın tarihte yaşanmış gerçek olaylar dramatik hâle getirilmeden sağlam bir kurgu içinde anlatılmış.
Yazar eleştirel tavrını ince bir mizahla süsleyerek öykülere yedirmiş. Örneğin Alice İle Nuri’de okuruna seslenerek “sen iki süslü cümleye, birkaç küfre tav olmuyorsun, farkındayım” diyor, güncel edebiyata dair tespitlerini sunuyor.
Günümüzdeki öykü yazarlarının birçoğunun aksine dil duyarlılığı bir hayli gelişmiş Onur Caymaz’ın. Şair oluşundan kaynaklanan bir hassasiyet olsa gerek bu. Her cümlenin, her imgenin üzerinde düşünmüş. “Yalnızların yalınkılıç uykusu”, “her şeyi deneyen, karşılıklı, kullanışlı sessizlik”, “kuşsuz, yağmur lekeli devlet pencereleri” Caymaz’ın özgün imajlarından birkaçı.
Tema çeşitliliği ve metinlerarası ilişkiler açısından zengin bir kitap.

Kitabın sevmediğim yönlerine gelirsek;
Yazar kimi zaman aynı anda birçok olaya birden değinince öykünün odak noktası belirsiz bir hâl almış. Örneğin Polis öyküsü, bir kişinin iç çatışması üzerine kuruluyken öyküde muhafazakâr çevrelerin Alevilere karşı nasıl düşmanlık beslediğine değinilmesi gereksiz görünüyor. Yani olay halkaları fazla geniş değil ama öykü kişilerini siyasi sorunlara dair fazlaca konuşturmak istiyor gibi yazar. Bu da onun güncele olan ilgisinden kaynaklanıyor olabilir.
Kitaptaki şiirsel dil bazı öykülerde beni kurgudan uzaklaştıracak derecede yoğundu. Yukarıda övdüğüm bu şiirsel dil kullanımını burada olumsuz yönüyle ifade etmemim sebebi Caymaz’ın kimi zaman şairaneliğe yenik düşmesi. Öykü, şiire yakın bir tür, bunda herkes hemfikir. Caymaz’ın bir röportajında dediği gibi türler arasında keskin ayrımlar pek kalmadı günümüzde ama ben yine de öykünün, öykü, şiirin de şiir gibi yazılması gerektiğini düşünüyorum. Anlatma esasına bağlı metinler (öykü-roman) ile coşku ve heyecanı dile getiren metin (şiir) arasında türlerin doğasından kaynaklanan farklar olmalı. Arada geçişler olacak tabii ama bazen kitapta imgeler o kadar yoğun kullanılmış ki kurgudan uzaklaşıp imgelerin dünyasına savruldum. Aşağıdaki cümleler pekâlâ bir şiirin nüvesini oluşturabilir mesela:
İnsan nasıl anlar kırgınlığını, nereden?, Dönmek yeniden doğduğun yere,
gurbetten sılaya dönmek,
kanatlı masal. (105)
Yazar, araya girip kurgu yaratma süreciyle ilgili fazlaca detay veriyor birkaç yerde. Örneğin Alice ile Nuri’de “bu hikâyeden Sait Faik’in Leyla Erbil ile çektirdiği fotoğraf geçti” (37) diyerek hikâye zamanından reel zamana geçiyor ve hastanede başucunda beklediği Leyla Erbil’in son günlerini anlatıyor. Bu kısmı biraz gereksiz buldum ben. Ayrıntılar bazen fazlaydı ve amaca yönelik kullanılmamıştı. 

Son olarak şunu ekleyeyim: kitapla ilgili bir yazı bulamadım internette, yazarla yapılmış birkaç röportajı okudum sadece. Tanpınar’ın deyişiyle "sükût suikastı" yapılmış galiba bu kitapla ilgili. Neyse ben görüşlerimi paylaştım, arzu eden okur J

Onur Caymaz, Herkes Yalnız, Kırmızı Kedi Yayınları, 2015, 163 sayfa.  

17 Haziran 2015 Çarşamba

Beş Yazar, Beş Mekân




Sait Faik Abasıyanık ve Burgazada:
Adapazarı’nda doğan Sait Faik’in çocukluğunu ve ilk gençliğini geçirdiği Adapazarı ve Bursa’da geçen öyküleri olsa da onun asıl mekânı İstanbul’dur. “Semaver”, Karanfiller ve Domates Suyu”, “Hişt Hişt”, “Dülgerbalığının Ölümü”, “Alemdağ’da Var Bir Yılan” gibi en bilinen öykülerinde şehrin farklı yüzlerini yansıtan Sait Faik için çok sevdiği İstanbul, zaman içinde ta çocukluğundan beri yakasını bırakmayan yalnızlık duygusunu artıran, kalabalığı ve gürültüsüyle huzursuzluk veren bir yere dönüşür.  Sait Faik İstanbul’un merkezini terk etmese de 1938’den itibaren vaktinin çoğunu birçok öyküsünü kaleme alacağı, İstanbul’un en küçük adası olan Burgazada’da geçirmeye başlar. Babası burada bir köşk satın almıştır. Yazarın adaya kaçışı yalnızca doğa ve deniz sevgisinden kaynaklanmaz. O, toplumsal hayatın uzlaşamadığı gerçeklerinden kaçarak münzevi bir yaşam tarzını seçtiği için de kendi ütopyasını yaşayabileceği en uygun yer olan adaya sığınır. 1952’de yayımlanan Son Kuşlar kitabındaki öyküler başta olmak üzere pek çok öyküsünde ada yaşamını farklı yönleriyle resmetmiştir. Yazma tutkusunu Haritada Bir Nokta isimli öyküsünde geçen meşhur “Yazmasam deli olacaktım” cümlesiyle açıklayan Sait Faik, “namuslu insanlar arasında ölümü beklemek” için de adayı tercih etmiştir. Sait Faik’e 1948’de siroz teşhisi konmuş ve yazarın bu tarihten sonra yazdığı öykülerde ölüm teması ön plana çıkmıştır. Yazarın eşyalarını, hatıralarını saklayan ve 1959’da müzeye dönüştürülen Burgazada’daki evi, öyküleri yazıldıkları mekâna giderek yaşamak isteyenleri beklemektedir bugün.

Yaşar Kemal ve Çukurova:
 “Çukurova’sını yazmayan hiçbir yazar büyük romancı olamaz” diyen Yaşar Kemal ait olduğu coğrafyanın acılarını, dertlerini, sevinçlerini yansıtmayı başaran yazarların evrenselliğe ulaşabileceklerinin farkındadır. Küçük yaştan itibaren folklor derlemeleri yapan, Torosların ağıtlarını dinleyen, sert bir coğrafyada hayatta kalma mücadelesi veren insanların yaşamlarına tanık olan Yaşar Kemal, gözlemlerini hamurunda var olan yaratma gücü ve tasvir yeteneğiyle birleştirerek anlatır. Zengin halk kültürünün ve edebiyatının verilerinden faydalanmayı ihmal etmeyen yazar, her biri efsaneleşmiş roman kahramanları yaratmış, anlatılarını modern bir tragedyaya dönüştürmüştür. Yaşar Kemal deyince ilk akla gelen roman olan İnce Memed, Çukurova’da ağaların başını çektiği sömürü düzenine karşı ilk başkaldırıdır. Dağın Öte Yüzü üçlemesinin ilk kitabı olan Ortadirek’te pamuk toplamak için köylerinden Çukurova’ya inen insanların hikâyesini anlatan yazar, doğa karşısında insanın durumunu da yansıtır. Onun romanlarında doğayla mücadele edemeyen insan kendine düşsel bir evren yaratmıştır. Yaşar Kemal, öykü kitabı Sarı Sıcak’ta, Teneke’de, Akçasazın Ağaları serisinde, Kimsecik üçlemesinde hep çok sevdiği Çukurova’yı anlatır. O, mitoslar yaratarak ele aldığı insan gerçeğini, insanın yaşadığı mekânla bütünleştirir ve denilebilir ki Anadolu insanını ve coğrafyasını onun gibi güzel anlatan romancı az bulunur.


Orhan Pamuk ve İstanbul:
Orhan Pamuk’un Çukurova’sı da İstanbul’dur. Yazar romanlarında kimi zaman farklı şehirlere uğrasa da en çok İstanbul’u anlattığında kendisi olur. İstanbul: Hatıralar ve Şehir isimli kitabında çocukluğunu ve büyüme sürecini ele alırken kendi kişisel tarihiyle İstanbul’un tarihini birleştirir. Onun romanlarında kimi zaman Cumhuriyet’in ilk yıllarında apartmanlarda yaşayan kalabalık ailelerin sırlarına ortak olur, Osmanlıda kahvelerde toplanan sanatkârların sohbetlerini dinler; kimi zamansa kentsel dönüşüm sonucunda İstanbul’un son yıllarda nasıl değiştiğini gözlemleriz.  Pamuk’un dünyasında bir âşık karlı İstanbul sokaklarında sevdiğini arar, bir nakkaş öldürülür, bir bozacı gecenin ayazında boza satmaya çalışır. Benim Adım Kırmızı, Kara Kitap, Kafamda Bir Tuhaflık romanlarında başkarakterlerden biri İstanbul’dur.  
Üst-kurmaca tekniğini kullanarak okurlarını da kurmacasına ortak eden Pamuk; sırlarla, gizemlerle, daha önce duyulmamış insan öyküleriyle dolu olay örgüleriyle İstanbul’un farklı dönemlerinin panoramasını sunar. Uzun yıllar hüküm sürmüş bir imparatorluğun başkenti olan İstanbul’un zaman içindeki değişim ve dönüşüm serüveni Orhan Pamuk’un romanlarından takip edilebilir. Yaşadığı çağa tanıklık etmek isteyen bir romancı tavrıyla hareket eden yazar, derin sosyolojik okumalara imkân verecek malzemeler sunar. Unutulmuş olan kültürel değerleri hatırlatır, kaybolan meslekleri tanıtır, gazete sayfalarında kalmış tarihi canlandırır. Pamuk, içindeki bitmez tükenmez anlatma iştahıyla daha çok İstanbul anlatısı sunacakmış gibi gözükür okuruna.

Barış Bıçakçı ve Ankara:
Ankara başkent olmasına rağmen İstanbul’un karşısında hep geri planda kalmıştır. Son yıllarda Ankara’da geçen roman, öykü, sinema filmi ve hatta dizilerin varlığında dikkat çekici bir artış olmuştur.  Ankara’yı öykü ve romanlarına konu edinen yazarların başında Ankara’da yaşayan Barış Bıçakçı gelmektedir.  Onun eserlerinde Kızılay, Kurtuluş, Susuz Göleti, Yüksel Caddesi gibi mekânlara rastlamak mümkün. Yazarın Sinek Isırıklarının Müellifi isimli kitabında Ankara-İstanbul karşılaştırması yapan Cemil şöyle der: “İstanbul’da gün boyu dolaşırken dünyanın hâline üzüldüm. Ankara’da insan sadece Ankara’nın hâline üzülüyor.” Barış Bıçakçı bu ve benzeri ifadelerinden anlaşılabileceği gibi yalnızca Ankaralı olanların anlayabilecekleri bazı meselelerden ve ruh durumlarından bahseder eserlerinde. Ancak Bıçakçı’nın mekânı ele alışı yukarıda bahsettiğimiz yazarlardan farklıdır. O, kendine has minimalist bir edebiyat anlayışı yaratırken mekânı, karakterlerin ruh durumunu yansıtmak için kullanır. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’de Ankara’nın muhtelif yerlerinde bulunan kişilerin birbirlerinin içine geçen öykülerini okuruz. Bu romanda Tunalı’da, Tunus Caddesi’nde, Güven Park’ta, Ulus’ta yürüyen, taksiye binen, bankta oturan, kavga eden, gülen, düşünen insanları görürüz. Her birinin yaşamı yazarın özgün bakış açısıyla ve yalın diliyle sunulur okura. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de Ender ve Çetin’in bir şehirde gelişen dostluğuna tanık olurken, Sinek Isırıklarının Müellifi’nde toplu konutlardaki site yaşamının farklı manzaralarıyla karşılaşırız.

Osman Şahin- Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Toroslar:
Yaşar Kemal’in paltosundan çıkmış yazarlardan olan Osman Şahin’in öykülerinde hiç durmadan geri döndüğü iki ana vatanı vardır: Doğu coğrafyası ile Toroslar. Osman Şahin, Mersin’de doğmuş, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli illerinde öğretmenlik yapmıştır. Toplumcu gerçekçi edebiyat görüşünü benimseyen yazar, tanık olduğu olayları eserlerine aktarırken kan davaları, ölüm korkusu, şiddet, açlık, topraksızlık, cahillik, ağa baskısı, törelerin acımasızlığı gibi temaları işler. Doğu ve Güneydoğu’da geçen öykülerinde feodal yaşamın sorunlarını anlatırken öykü kişilerini ait oldukları mekânın içinde gerçekçi bir bakış açısıyla yansıtır, onları kendi ağız özelliklerine uygun şekilde konuşturur. Genellikle dış mekânda geçen öykülerinde Yaşar Kemal gibi uzun doğa tasvirleri yapar. Bu öyküler sayesinde okur adını hiç duymadığı yerleri öğrenir. Osman Şahin, Toroslarda geçen öykülerinde ise yörük olan atalarının izini sürer. Yörük kültürünün yok oluşuna ağıt yaktığı bu öykülerde doğa güzellemeleri sunar, insanın doğada nasıl var olabildiğini gösterir. Osman Şahin; bizleri Torosların dağları, buzul gölleri, derin geçitleri, dar boğazları, ağaçları ve bin bir renkli çiçekleri arasında büyülü bir yolculuğa çıkarır. Birçoğu film senaryosu hâline getirilse de okur tarafından çok bilinmeyen öykülerin yazarı olan Osman Şahin, belli bir coğrafyanın ve doğanın kurgu içinde nasıl başarılı bir şekilde kullanılabileceğini gösteren bir yazardır.

Bu yazı, Deliler Teknesi dergisinin 51. sayısında (Mayıs-Haziran 2015) yayımlanmıştır.