Uyandım.
Duvar saatinin tik-takları sinirimi bozdu. Uzun zamandır saate bakma
alışkanlığımı yitirmiştim. Oysa eski zamanlardaki takıntılarımdan biriydi
akreple yelkovanın amansız kovalamacasını izlemek. Ama artık günlerim sadece
uyanmak-yürümek-okumak-yazmak ve uyumak eylemleri etrafında akıp giderken zamanın
nasıl geçtiğinin önemi yoktu. Saatin tik-taklarını dinlemeyi bırakıp
buzdolabını açtım. Kahvaltılık bir şeyler atıştırdım. Üst kattan gelen çocuk
gürültüleri tekrar sinirimi bozdu. Son zamanlarda gerekli gereksiz her şeye
sinirlenmeye başladığımı fark ettim. Biraz olsun rahatlamak için müziğin sesini
sonuna kadar açtım ve etrafı toparladım. Salonun köşesinde kitaplardan oluşan
koskoca bir yığın vardı. Kitapların üzerine biriken tozları alırken aklım, dün
gece okurken uyuyakaldığım kitaptaydı. Cevdet Bey ve oğullarının akıbeti ne
olacaktı acaba? Bunu öğrenmem için üç yüz sayfa daha okumam gerekiyordu. Aklım
kitapta olduğu halde işimi çabucak bitirdim ve dışarı çıktım.
Güzel ve güneşli bir ilkbahar günüydü. Havanın
güneşli olması beni rahatlattı. Biraz
yürüdükten sonra bizim sokağın köşesindeki kahveciye girdim. Burası kahvenin
plastik bardaklarda yüksek fiyatlara satıldığı son moda kafelerden biriydi.
Üzerinde adımın yazdığı plastik bardağımı aldım ve cam kenarındaki masalardan
birine oturdum. Biraz vakit öldürdüm. Sonra da günlerdir, belki de aylardır yaptığım
şeyi yaptım, yerimden kalktım ve şehrin kalabalığına karıştım. Artık bütün işim
gücüm buydu. Şair, nasıl gökyüzünü boyuyorsa her sabah ben de sokakları arşınlıyordum
Şehrin
en kalabalık caddelerini seçiyordum yürümek için ve insanlara çarpa çarpa
ilerliyordum; ama kimse beni fark etmiyordu bu kalabalık arasında. Kimileri
beni bir böcek gibi eziyor ve aldırmadan üstümden geçiyordu. Kimileri ise
sevmedikleri işlerine giderken uyku mahmurluğuyla yüzüme doğru esniyordu.
Bunlar yetmezmiş gibi bazıları ev ve iş yerlerinin balkonlarından,
pencerelerinden bir şeyler atıyorlardı üzerime. Caddenin en yüksek apartmanının
önünden geçerken çay saati için misafirlerini bekleyen bir kadın, kollarındaki
altın bilezikleri göstere göstere halısının tozlarını üzerime silkti. Sigara
içerken yalnız kalmamak için muhabbet etmeye çalışan iki iş arkadaşı, sigara
küllerini üzerime doğru savurdular. Bütün zamanını bilgisayar oyunları ile
geçiren bir çocuk, artık yüzüne bakmadığı oyuncaklarını camdan fırlattı. Düşen
bir kurşun askeri alıp cebime attım. En sonunda kafama tozlu raflarda
bekletilmiş ve muhtemelen hiç okunmamış bir kitap düştü. Kitabı da alıp çantama
koydum ve bu insanlar, bana daha fazla zarar vermesinler diye caddenin karşı
tarafına geçtim.
Caddenin sağ tarafındaki insan seli günlük
koşturmacasına devam ederken, bir süre için gözlerimi insan suretindeki bu
kalabalıklardan ayırdım ve etrafıma bakmaya başladım. Mağaza vitrinlerinde, insanların
gözüne gözüne sokulan kocaman harflerle “İNDİRİM” yazıyordu. Caddenin
köşesindeki büyük sinemanın önünde uzun kuyruklar vardı. Afişlere şöyle bir göz
attım. İnsanların çoğu hiçbir şey anlatmayan hikayelerin bolca aksiyon sahnesi,
birkaç dijital efekt ve biraz da aşk hikayesiyle süslendiği Amerikan filmlerine
giriyorlardı. Arka sokakta festival filmlerinin gösterildiği
küçük sinemanın önünde ise yalnızca birkaç kişi vardı. Demek ki yalnız ve güzel
ülkemizin hikayelerini anlatan filmleri kimse izlemiyordu. Yarın bu filmlerden
birini izlemeye karar verdim. Sonra gözüm sinemanın yanındaki kitapçı vitrinine
takıldı. Vitrindeki en çok satanlar
listesiyle karşılaşmamak için başımı çevirdim hemen
Yukarıdaki
parka doğru yürümeye başladım. Evden çıktığımdan beri kaç saat geçtiğini
bilmiyordum ama sokaklar hâlâ çok kalabalıktı. Güneş yakıcılığını artırmıştı.
Beni fark etsinler diye insanların gözlerinin içine baktım; ama oralı değillerdi.
Büyük ihtimalle kredi kartı borçlarını, ödenmemiş elektrik-su faturalarını,
borsanın yükselip yükselmediğini düşünüyorlardı. Bense bu insanların aslında
sadece beni değil; hiç kimseyi fark etmediklerini düşünüyordum. Hiçbir şey
umurlarında değildi. Oysa her an tetikte olmalı, zırhlarını kuşanmalıydılar.
Aniden bir bomba patlayabilir, bir otobüse molotof kokteyli atılabilir, biri
faili meçhul bir cinayete kurban gidebilir, rastgele havaya sıkılan bir kurşun
bir çocuğun beynini delip geçebilirdi. Aslında bunlar olsa bile çoğunun umrunda
olmayacaktı. Akşam yemeği yerken büyük bir kayıtsızlıkla izledikleri haber
bültenlerinde böyle kanlı sahneler görmeye alışmışlardı. En büyük felaketleri
bile olağan karşılayan bu insanlara küfür etmek geldi içimden. Bir an durup bu
kalabalığa karşı okkalı küfürler savurdum içimden. Keşke daha çok küfür bilseydim
diye kızdım kendime; ama büyük bir ihtimalle sesimi bile duyuramadım.
Bana kim olduğumu soranlara kendimi
tarif etmek için, “Ben kalabalıklar içinde yalnız bir insanım.” diyebilirdim; ama bu çok klişe bir ifade olurdu. Ben
artık kendimi bir haymatlos gibi hissediyordum. Evet, bir haymatlos. Birkaç ay
önce kartvizitimden bütün kimliklerimi sildirdim, işimi-gücümü bıraktım, yakama
yapışan sorumluluk ve alışkanlıklardan sıyrıldım, yakınlarımla bağlarımı
kopardım. Yerim, yurdum yok artık benim. Hiçbir yere, hiç kimseye ait
hissetmiyorum kendimi. Günler bütün tekdüzeliği içinde geçip giderken tek
bildiğim artık yaşamıma bir haymatlos olarak devam ettiğim.
Caddeler
tenhalaşmaya başlayınca eve doğru yürümeye başladım. Her akşam eve geç
saatlerde dönmemden şüphelenen ve meraklı gözlerle gelişimi bekleyen
komşularımla yüz yüze gelmemek için apartmandan içeri hızlıca girdim. Eve
girdikten sonra kurşun askeri ve kitabı, masanın üzerine koydum. Dönüş yolunda
uğradığım marketten aldığım birkaç hazır gıdayı tükettim. Sonra masanın başına
geçip lambayı yaktım ve günlüğümde yeni bir sayfa açtım. Yazacaklarımın dün
yazdıklarımın benzeri olacağını biliyordum; ama yine de yazmaya başladım.
2011