1 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Haymatlosun Güncesi 2

Bazen kendimi Oğuz Atay'ın "Unutulan" isimli öyküsündeki kişiye -tavan arasında unutulmuş ve günlük hayatın koşturmacası içinde kimse tarafından hatırlanmayan kahraman- benzetiyorum.

Birileri tarafından unutulmak ya da hatırlanmamak çok önemli mi bilmiyorum ama biri var ki beni unutmasın istiyorum. Herkes unutsun, bir tek o hatırlasın. Arada bir halimi hatırımı sorsun, başka insanlara karşı sarf ettiği güzel cümleleri benim için de kursun, kendini anlatsın bana. Çocukken en çok hangi oyunu oynardı mesela? Kahvesini süt tozuyla mı içer sade mi? Konuşurken en çok hangi yazardan alıntı yapar, başucu kitabı hangisidir? Çok şey istemiyorum ki ben aslında. 

Onun beni unuttuğu her gün için bir şeyler karalayacağım kağıtlara. Sonra bir gün hatırladığında -olur da hatırlarsa- göstereceğim bütün yazdıklarımı. Senin kadar iyi yazamıyorum ama bak ben de harflere dökerek paylaştım sana anlatamadıklarımı diyeceğim.

Unutulan olmak istemiyorum ben, lütfen yarın beni unutma...


                                                                                                                                               Mayıs 2013

Bir Haymatlosun Güncesi

                                                                                                                                                           
Uyandım. Duvar saatinin tik-takları sinirimi bozdu. Uzun zamandır saate bakma alışkanlığımı yitirmiştim. Oysa eski zamanlardaki takıntılarımdan biriydi akreple yelkovanın amansız kovalamacasını izlemek. Ama artık günlerim sadece uyanmak-yürümek-okumak-yazmak ve uyumak eylemleri etrafında akıp giderken zamanın nasıl geçtiğinin önemi yoktu. Saatin tik-taklarını dinlemeyi bırakıp buzdolabını açtım. Kahvaltılık bir şeyler atıştırdım. Üst kattan gelen çocuk gürültüleri tekrar sinirimi bozdu. Son zamanlarda gerekli gereksiz her şeye sinirlenmeye başladığımı fark ettim. Biraz olsun rahatlamak için müziğin sesini sonuna kadar açtım ve etrafı toparladım. Salonun köşesinde kitaplardan oluşan koskoca bir yığın vardı. Kitapların üzerine biriken tozları alırken aklım, dün gece okurken uyuyakaldığım kitaptaydı. Cevdet Bey ve oğullarının akıbeti ne olacaktı acaba? Bunu öğrenmem için üç yüz sayfa daha okumam gerekiyordu. Aklım kitapta olduğu halde işimi çabucak bitirdim ve dışarı çıktım.

Güzel ve güneşli bir ilkbahar günüydü. Havanın güneşli olması beni rahatlattı.  Biraz yürüdükten sonra bizim sokağın köşesindeki kahveciye girdim. Burası kahvenin plastik bardaklarda yüksek fiyatlara satıldığı son moda kafelerden biriydi. Üzerinde adımın yazdığı plastik bardağımı aldım ve cam kenarındaki masalardan birine oturdum. Biraz vakit öldürdüm. Sonra da günlerdir, belki de aylardır yaptığım şeyi yaptım, yerimden kalktım ve şehrin kalabalığına karıştım. Artık bütün işim gücüm buydu. Şair, nasıl gökyüzünü boyuyorsa her sabah ben de sokakları arşınlıyordum

Şehrin en kalabalık caddelerini seçiyordum yürümek için ve insanlara çarpa çarpa ilerliyordum; ama kimse beni fark etmiyordu bu kalabalık arasında. Kimileri beni bir böcek gibi eziyor ve aldırmadan üstümden geçiyordu. Kimileri ise sevmedikleri işlerine giderken uyku mahmurluğuyla yüzüme doğru esniyordu. Bunlar yetmezmiş gibi bazıları ev ve iş yerlerinin balkonlarından, pencerelerinden bir şeyler atıyorlardı üzerime. Caddenin en yüksek apartmanının önünden geçerken çay saati için misafirlerini bekleyen bir kadın, kollarındaki altın bilezikleri göstere göstere halısının tozlarını üzerime silkti. Sigara içerken yalnız kalmamak için muhabbet etmeye çalışan iki iş arkadaşı, sigara küllerini üzerime doğru savurdular. Bütün zamanını bilgisayar oyunları ile geçiren bir çocuk, artık yüzüne bakmadığı oyuncaklarını camdan fırlattı. Düşen bir kurşun askeri alıp cebime attım. En sonunda kafama tozlu raflarda bekletilmiş ve muhtemelen hiç okunmamış bir kitap düştü. Kitabı da alıp çantama koydum ve bu insanlar, bana daha fazla zarar vermesinler diye caddenin karşı tarafına geçtim.

Caddenin sağ tarafındaki insan seli günlük koşturmacasına devam ederken, bir süre için gözlerimi insan suretindeki bu kalabalıklardan ayırdım ve etrafıma bakmaya başladım. Mağaza vitrinlerinde, insanların gözüne gözüne sokulan kocaman harflerle “İNDİRİM” yazıyordu. Caddenin köşesindeki büyük sinemanın önünde uzun kuyruklar vardı. Afişlere şöyle bir göz attım. İnsanların çoğu hiçbir şey anlatmayan hikayelerin bolca aksiyon sahnesi, birkaç dijital efekt ve biraz da aşk hikayesiyle süslendiği Amerikan filmlerine giriyorlardı.    Arka sokakta festival filmlerinin gösterildiği küçük sinemanın önünde ise yalnızca birkaç kişi vardı. Demek ki yalnız ve güzel ülkemizin hikayelerini anlatan filmleri kimse izlemiyordu. Yarın bu filmlerden birini izlemeye karar verdim. Sonra gözüm sinemanın yanındaki kitapçı vitrinine takıldı. Vitrindeki en çok satanlar listesiyle karşılaşmamak için başımı çevirdim hemen

Yukarıdaki parka doğru yürümeye başladım. Evden çıktığımdan beri kaç saat geçtiğini bilmiyordum ama sokaklar hâlâ çok kalabalıktı. Güneş yakıcılığını artırmıştı. Beni fark etsinler diye insanların gözlerinin içine baktım; ama oralı değillerdi. Büyük ihtimalle kredi kartı borçlarını, ödenmemiş elektrik-su faturalarını, borsanın yükselip yükselmediğini düşünüyorlardı. Bense bu insanların aslında sadece beni değil; hiç kimseyi fark etmediklerini düşünüyordum. Hiçbir şey umurlarında değildi. Oysa her an tetikte olmalı, zırhlarını kuşanmalıydılar. Aniden bir bomba patlayabilir, bir otobüse molotof kokteyli atılabilir, biri faili meçhul bir cinayete kurban gidebilir, rastgele havaya sıkılan bir kurşun bir çocuğun beynini delip geçebilirdi. Aslında bunlar olsa bile çoğunun umrunda olmayacaktı. Akşam yemeği yerken büyük bir kayıtsızlıkla izledikleri haber bültenlerinde böyle kanlı sahneler görmeye alışmışlardı. En büyük felaketleri bile olağan karşılayan bu insanlara küfür etmek geldi içimden. Bir an durup bu kalabalığa karşı okkalı küfürler savurdum içimden. Keşke daha çok küfür bilseydim diye kızdım kendime; ama büyük bir ihtimalle sesimi bile duyuramadım. 

Bana kim olduğumu soranlara kendimi tarif etmek için, “Ben kalabalıklar içinde yalnız bir insanım.” diyebilirdim; ama bu çok klişe bir ifade olurdu. Ben artık kendimi bir haymatlos gibi hissediyordum. Evet, bir haymatlos. Birkaç ay önce kartvizitimden bütün kimliklerimi sildirdim, işimi-gücümü bıraktım, yakama yapışan sorumluluk ve alışkanlıklardan sıyrıldım, yakınlarımla bağlarımı kopardım. Yerim, yurdum yok artık benim. Hiçbir yere, hiç kimseye ait hissetmiyorum kendimi. Günler bütün tekdüzeliği içinde geçip giderken tek bildiğim artık yaşamıma bir haymatlos olarak devam ettiğim.

Caddeler tenhalaşmaya başlayınca eve doğru yürümeye başladım. Her akşam eve geç saatlerde dönmemden şüphelenen ve meraklı gözlerle gelişimi bekleyen komşularımla yüz yüze gelmemek için apartmandan içeri hızlıca girdim. Eve girdikten sonra kurşun askeri ve kitabı, masanın üzerine koydum. Dönüş yolunda uğradığım marketten aldığım birkaç hazır gıdayı tükettim. Sonra masanın başına geçip lambayı yaktım ve günlüğümde yeni bir sayfa açtım. Yazacaklarımın dün yazdıklarımın benzeri olacağını biliyordum; ama yine de yazmaya başladım.

                                                                                                                                                           2011