17 Ocak 2011 Pazartesi

Fısıldadıklarım 2

Gerçek aşk nerede başlar? İki insanın birbirlerine dair öğrenebilecekleri ne varsa öğrendikleri, birbirlerinin bütün gizli bahçelerine girdikleri yerde mi? Yoksa iki insanın birbirlerine dair hiçbir şey bilmedikleri, sadece aradaki dayanılmaz çekim gücünden kaynaklanan ani bir itkiyle birbirlerine doğru gittikleri anda mı başlar?

Bernardo Bertolucci'nin Paris'te Son Tango filmini izledikten sonra bu iki soru takıldı aklıma. Önce filmin anlattıklarından bahsetmek gerek kısaca:

Filmin baş kahramanları Paul ve Jeanne, birbirlerini hiç tanımadan erotik bir ilişkinin içinde bulurlar kendilerini. Ardından da aradaki çekim, aşka dönüşür. Paul; çok sevdiği eşini kaybetmiş, ihtiyarlamaya başlamış bir adamdır Jeanne'i tanıdığında. Jeanne ise hayata daha yeni atılan, genç ve körpe bir kız. Üstelik başka bir adamla birliktedir ve onunla evlilik planları yapmaktadır.

Paul ve Jeanne, içinde birkaç parça eşyadan başka bir şey bulunmayan harabe bir evde buluşup birlikte olurlar. Onların yaşadığı, Paul'ün koyduğu ve asla ihlal edilemeyecek kuralları olan bir ilişkidir. Bu kurallara göre soru sormak, kişisel şeyler anlatmak, kendinden bahsetmek, duygusal laflar etmek yasaktır. Ancak bu aşkın kanunlarındaki en temel yasak, dış dünyayı evin içine taşımaktır. Dış dünya orada olduğu gibi kalmalıdır.Sadece iki kişilik bir dünya kurulacaksa eğer, dışarıyı bilmeye ne gerek vardır?

Jeanne, Paul'ün kurallarına alışır zamanla ve onun gibi içgüdülerine göre hareket etmeye başlar. Dışarda ne yaşarsa yaşasın, evin  içinde sadece ikisine ait bir dünya kurabileceklerine inanmaya başlar. Henüz hayatla tanışmamış olan Jeanne, Paul'ü tanımak ister yine de ve zaman zaman kuralları bozup sorular sorar. Ama bu sorular hep yanıtsız kalır. Paul'e göre aşkta yaşın, mesleğin, toplumsal statünün, kişinin geçmişinin, bugününün hatta geleceğinin önemi yoktur. Aşkın büyüsü tam da bu bilmemezlikten kaynaklanır. Ne zaman ki Paul, Jeanne'e gerçekten aşık olduğunu anlayıp onunla birlikte "dışarıda" bir hayat kurmak için evi satar ve Jeanne'in istediği biçimde kendisini ona anlatmaya başlar, işte o zaman bütün büyü bozulur. Önceleri Paul'ün ağzından tek bir kelime almak için uğraşan Jeanne, onun anlattıklarını dinlemez bile. Oysa Paul, tam da Jeanne'in istediğini yapmış, tüm içtenliğiyle sevdiği kadına kendisini tanıtmaya çalışmış, hatta tüm eski aksiliğinden, huysuzluğundan ve soğukluğundan arınıp Jeanne'e olan aşkını itiraf etmiştir. Jeanne, tanımak için büyük çabalar sarf ettiği adamın kendisiyle cinsellik dışında başka duyguları da paylaşmak istediğini anladığında korkar. Çünkü bu aşkı yaşamak için o evden çıkmak gerekecektir. Oysa Jeanne, buna hazır değildir. Ve sonuç, her ikisi için de pek hayırlı olmaz.

Jeanne'le evlenme hayalleri kuran genç adam ise Paul'ün tam zıttıdır. Jeanne hakkındaki her şeyi bilmek isteyen bu genç, Jeanne'e sürekli olarak "Bana çocukluğunu anlat, bana kendinden bahset." der. O, Jeanne'i sevmek için onunla ilgili her şeyi bilmek ve kafasında yarattığı bir bileşime aşık olmak istemektedir.


Şimdi düşünüyorum acaba hangisi daha değerli? Gerçek bir aşk yaşamak için iki insanın kendilerini dünyadan tamamen soyutlamaları, kendi yarattıkları gizli bir cennette hayat boyu kalmaları mümkün değil kabul ediyorum. Ama birini sevmek için ona dair ne varsa öğrenmeden önce sadece ses tonundan, hareketlerinden, mimiklerinden, bakışlarından bazı anlamlar çıkarmaya çalışsak, sonra onu tanımak için her türlü gayreti göstersek nasıl olur? Hatta onu tanımak için geliştirdiğimiz tüm çabaları bir tür oyuna dönüştürsek? Çünkü bir insan mesleğini, nerede doğduğunu, en sevdiği yemeği... söylediğinde artık sadece kendi gözümüzle bakamayız ona. Belli değerler ve kabuller bütününün içinden bakarız. Bu yüzden önce biz, tanımak için çaba sarf edelim seveceğimiz kişiyi, sonra o tanıtsın kendini. O zaman belki birbirimize bakışımız çok daha önyargısız olur ve kendi yarattığımız dünyadan ayrılıp dış dünyaya çıkmak zorunda kaldığımızda hayat karşısında afallamayız. 

12 Ocak 2011 Çarşamba

Yaşadıklarımı Değerlendirme Kılavuzum 3


* Bu ülkeye dair umutlarım gittikçe azalıyor. Uzun süredir haberleri pek takip etmiyordum. Bu hafta boş zamanım olduğu için evdeki vaktimi bol bol tv izleyerek geçirdim; ama moralim çöktü resmen. Bu satırları da son derece öfkeli bir ruh hali içindeyken yazıyorum. Sürekli olarak türban, demokrasi, anadilde eğitim gibi belli konular etrafında dönüp dolaşan bir gündem yaratılıyor. Bu haftanın gündeminde de birkaç konu ön plana çıktı: Muhteşem Yüzyıl dizisi, içki yasağı, Hizbullahçıların serbest bırakılması. Hukuk sistemindeki çatlaklar, Ergenekon davasında -hatta ondan da önce- belirmeye başlamıştı; ama sayısız insanı acımasız yöntemlerle öldüren bir terör örgütünün mensuplarının hiçbir şey olmamış gibi serbest bırakılmaları hatta örgüt üyelerinin hapishaneden çıktıktan sonra yandaşları tarafından bir ilah gibi karşılanmaları beni dehşete düşürdü. Saçı sakalı birbirine karışmış, dinle imanla uzaktan yakından alakası olmayan bu insanları tv ekranında gördüğümde tüylerim diken diken oldu. Oysa Ergenekon zanlıları daha hüküm giymemişken uzun zamandır hapisteler. Ergenekon'un ne olduğu henüz tam olarak anlaşılamıyor ve kafalarda binlerce soru işareti var. Kim suçlu, kim suçsuz belli değil, kabul ediyorum. Ancak gerçekler tam olarak aydınlatılmamışken bu insanlar, neden hapiste tutuluyor da gerçekten suç işlemiş olanlar salıveriliyor? Anlayan varsa bana da anlatsın. Herkes kendine göre bir adalet uygulamaya kalkarsa adalet sistemine nasıl güvenebileceğiz bundan sonra?

* Bir içki muhabbetidir gidiyor. İçen içsin kardeşim size ne. Neymiş efendim amaç, gençlerin alkolle erken yaşta tanışmalarını engellemekmiş. Kötü niyet yokmuş ortada. Kişisel hakların, özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu değilmiş. Bütün hafta bu mesele tartışıldı. Daha da tartışılacak. Bu konuda en güzel konuşmayı CHP'li Mustafa Özyürek yaptı. Adını hatırlamadığım bir milletvekili ile birlikte Ntv yayınına katıldı Özyürek. AKP'li milletvekiline "İdam ederken ya da silah ruhsatı verirken gençlik yaşı 18; içkiye gelince 24." dedi. Erdal Eren idam edilirken yaşı büyütülmüştü mesela ama silah konusunda sıkıntı yok. Gençleri olumsuz etkileyen başka konularda yasaklamalar yok. En büyük sorunumuz içki. 

* Kanuni dönemini anlatan diziyle ilgili tartışmalarda da içki konusu gündeme geldi. Kanuni'nin elinde şarap kahedi varmış. Aslında Kanuni içki içmezmiş falan filan. İlber Ortaylı, Osmanlı padişahlarının içki içtiklerini söyledi. Bu konuda çok fazla bir bilgim yok; ama padişahların eğlenceye düşkünlüklerini, harem hayatının şaşaasını, hatta şiir yazan padişahların meyle ilgili şiirlerini de dikkate alırsak içki içmeyeceklerini hiç sanmıyorum. Ayrıca bugün, Yorum Farkı'nda muhafazakar fikirleriyle tanınan Mehmet Barlas da pek çok içki türünü, Doğu ve Müslüman halklarının icad ettiğini söyledi. Ne kadar doğrudur bilmiyorum ama yanlış hatırlamıyorsam, Devlet Ana'da Yunus Emre başta olmak üzere pek çok gezgin derviş şarap içiyordu. Şarap hatta afyon, aynı zamanda bir vecd halinin ifadesiydi ve sanatsal yaratı ile çok yakından alakası vardı. Bunlar bilinen gerçekler olduğuna göre neden tarihi kendi kafamıza göre tekrar yaratmaya çalışıyoruz ki? Ayrıca Muhteşem Yüzyıl, sadece bir kurgu. Senarist isterse Kanuni'yi olumsuz yönleriyle de ele alabilir ki dizinin senaristi Meral Okay'ın böyle bir tavrı kesinlikle yok. Diziyi izledim biraz. Bana olumsuz görünen pek bir şey olmadı. Hatta halvet sahnelerinde çok abartıya kaçmamak için ayrıca bir özen göstermişler gibi geldi. Ama bizim insanımız, tarihi şahsiyetleri insan dışı varlıklar olarak gördüğü ve her şeyi putlaştırdığı için o kadar abarttı ki olayı, Mustafa filminde olduğu gibi acayip eleştiriler ortaya çıktı. Bülent Arınç gibi bazıları da diziyi izlemeye tenezzül bile etmeden sadece fragmanlardan yola çıkarak eleştirdiler diziyi. 

Bence bu diziyle uğraşacaklarına Öyle Bir Geçer Zaman Ki'ye falan baksınlar. Dizide beni çok rahatsız eden bir şiddet var ve bu şiddet, insanın psikolojisini bozabilir. 

*Bir de ucube heykel tartışması var ki hiç şaşırmadım. Zira heykelden zerre anlamayan bir iktidar var başımızda. Çok saygıdeğer belediye başkanımız da bir heykele tükürmüştü. Bence sizin beyinleriniz örümceklenmiş efendiler. Üstelik öyle bir korku imparatorluğu yarattınız ki insanlar sindi adeta. Yine haberlerde izledim bu akşam. Kars'a giden bir devlet görevlisi "ucube heykele" bakıp "Ne kadar büyükmüş." diyor. Kameraların kendisini çektiğini fark edince de "Bu, benim resmi görüşüm değildir, bu görüntüleri yayınlamayın." diyor. Her şeyden korkar hale geldik. Bu kişi, yakında görevinden alınırsa hiç şaşmam. Ben bile bu satırları korku içinde yazıyorum. Düşüncelerimi ifade etmekten korkuyorum. Geçen gün derste öğrencilerle 2. Abdülhamit dönemindeki sansür ve baskı üzerine konuşurken öğrenciler "Hocam, bunlar bize hiç yabancı gelmiyor." dediler. Haklılar galiba. 

* Biz her zamanki gibi sadece ülkemizde olup bitenlerle ilgilenirken dünyada da büyük felaketler oluyor. Avustralya'daki sel, bana çok yakında kıyametin kopacağını düşündürüyor. Doğayı mahvettik çünkü hepimiz ve doğa, intikamını almaya başladı bir süredir. Ayın 17'sinde Avustralya Açık başlıyor Melbourne'de. Ülke bir yandan büyük bir felaketi yaşarken bir yandan da dünyanın en büyük spor organizasyonlarından birine ev sahipliği yapacak. Aslında iptal edilse daha iyi olurdu diye düşünüyorum ama çok büyük bir organizasyon hatta bir gelenek olduğu için iptal edilmeyecek sanırım.

* Bu hayatın çok ama çok zor olduğuna bir kez daha inandım. Türkücü Kıvırcık Ali vefat etti. Kendisini pek tanımıyorum açıkçası. Ancak ölümünden sonra yayınlanan görüntüleri izleyince bazı şeylere çok şaşırdım. Kıvırcık Ali, doğduktan çok kısa bir süre- sanırım 37 gündü- sonra babası vefat etmiş. Kıvırcık Ali'nin eşi de şu anda 3 haftalık hamileymiş. Yani oğlu da kendisiyle aynı kaderi paylaşacak. Üstelik Kıvırcık Ali'nin oğlu da askerdeymiş. Babasının ölüm haberini askerdeyken almış. İnsanoğlunun ne kadar zor ve acılı bir kaderi var. 

* Galiba blogun en uzun yazısı oldu. Meğer ne kadar dolmuşum. İçimdeki acıları, karamsarlıkları kustum bir bir. Daha rahatım galiba. Daha az tv izlemek, mümkünse haberleri hiç takip etmemek lazım. Bu ülkede haberci, gazeteci olan ya da medyanın herhangi bir biriminde çalışan insanların vay haline. Onların yerinde olmayı istemezdim. 

* Biraz da iyi şeylerden bahsedeyim deyip Aronovsky'nin yeni filmi Black Swan'e getireceğim sözü ama o da çok karamsar ve can yakıcı bir film. En iyisi Eyyvah Eyvah 2'den bahsedeyim. İlki kadar olmasa da yine çok eğlenceli ve komik bir filmdi. Bir ara o kadar güldüm ki gözlerimden yaş geldi. Fakat gişe filmlerine ilk gösterim haftasında gitmemek lazım. Avm'ler tıklım tıklım dolu oluyor, nefes almak bile zorlaşıyor. 

* Muhteşem Yüzyıl'dan  o kadar bahsetmişken Hürrem'i oynayan oyuncu konusundaki fikrimi söylemeyi unuttum. Bence oyuncu, hoş bir hatun ama Hürrem'in kişiliğini yansıtacak kadar etkileyici, fettan ve işveli değil. Kızın daha çocuksu bir yapısı var. Oysa Hürrem'in hinlikler yapan, açıkgöz bir kadın olduğunu biliyoruz. Halit Ergenç de pek oynayamıyor sanki. Yani iyi oyuncu ama ruhu tam veremiyor sanırım. Konuşurken sanki bir yerden birşeyler okuyormuş gibi bakıyor. Bu arada fark ettim ki galiba hiçbir şeyi beğenmiyorum ve her şeyi kıyasıya eleştiriyorum :) 

* Ankara'da kar yağamadı gitti. Havada dondurucu bir soğuk var. Kar gelecek gibi duruyor ama bir türlü gelmiyor. Kar yağmayacaksa bu kadar soğuğu neyleyeyim ben? Tanrı'm bize Balkanlar'dan ya da Sibirya'dan falan bir soğuk hava dalgası gönder ne olur!

* Sövme köşemi boş bırakıyorum; çünkü yazının tamamı sayıp sövmelerden oluşuyor zaten. Biraz susayım en iyisi, sonrası kalsın. 







1 Ocak 2011 Cumartesi

2011 Temennileri

Âdettendir biten bir yılın ardından o yılın muhasebesi yapılır. Ben böyle bir şey yapacak değilim çünkü pek içimden gelmiyor. İyisiyle kötüsüyle bir yıl daha geride kaldı ve takvim yapraklarından bir sayfayı daha koparıp attık. Genel bir değerlendirme yapacak olursam kişisel tarihim açısından daha çok iyiliklerin yaşandığı bir yıl oldu diyebilirim. Bir önceki yıl sıkıntılarla, dertlerle ve -malesef- gözyaşlarıyla geçmişken 2010 çok daha iyiydi. 

2011'e dair küçük dileklerim var. Ben onlardan bahsetmek istiyorum aslında.

* İlk temennim Facebook'a daha az takılmak olmalı. Temennileri ehemmiyet sırasına koymadığıma göre başta bunu söylememde bir sakınca yok. Facebook gereksiz yere vakit kaybına yol açıyor çoğu zaman. Şöyle bir girip çıkayım, fazla takılmam demekle olmuyor. En kötü yanı da "her görünüş, gerçek değildir" diye düşünmeme rağmen sanal ortamda olup biten bazı şeylere takılıp kalmam. Yani kısacası Face alemi, yanlış anlaşılmalara mahal verebilir kolayca. En iyisi eğlence için girip biraz takılmak, geyik yapmak olabilir ama fazlası zarar.

* Son birkaç ayda yoğunluktan dolayı daha önce başladığım dört-beş tane kitabı bitiremedim. Kış tatili için ilk hedef bu kitapları bitirmek olmalı. 

* Artık doktora yaptığıma göre bilimsel makaleler yazma ve bunları hakemli dergilere gönderme konusunda daha azimli olmalıyım. En azından yaz tatilini bu amacı gerçekleştirmeye ayırabilirim.




* İnsanın sevdiği işi yapması ve para kazanması çok güzel bir duyguymuş. Son birkaç ayda bunu anladım. Zaten 2010'un bana getirdiği en büyük şans da meslek sahibi olmamdı. Bu yıl yeni bir üniversitede birbirinden zeki öğrencilerle birlikte olma şansını iyi değerlendirebilirim. Şimdiden anladığım kadarıyla öğrencilerimden öğrenebileceğim çok şey var. 

* Artık param olduğuna göre "gezelim görelim" programımı hayata geçirebilirim istediğim gibi. Umarım Prag hayalimi gerçekleştirebilirim bu yıl. Bu planın gerçekleşmesi ablama ve enişteme bağlı biraz da. Onlara iyi davranayım bari yakın gelecekte:) Bir de Karadeniz yaylalarına gitme hayalim var. Tam bir yayla turuna katılmalıyım ama gerçek yayla evlerinde falan kalmalıyım. Bunun için bir yol arkadaşı bulamadım henüz ama olmadı yalnız giderim. Tek başına bir şey yapamayan insanlardan değilim nasıl olsa.

* 2011 için en büyük temennim ise tabii ki aşk :) Hem de Türkan ( Saylan) ve Orhan'ınki gibi bir aşk olsun mümkünse. Aşk dışında başka ne isteyebilirim ki? İşim var, ailem yanımda, ee sağlığım da yerinde. Daha ne olsun? Geriye tek aşk kalıyor. Mecburen laf dönüp dolaşıp buraya gelecek tabii. Ama aşka dair düşünürken de saçma sapan fikirlere ve kişilere de saplanıp kalmak istemiyorum. Yani en kötüsü olmayacak hayaller üretip bunlara inanmak. Artık bu tarz hayallerden tamamen kurtulmak istiyorum. Allah'ım duy bu kulunu :) Onu saplantılı fikirlerinden uzaklaştır.Gerçek dünyaya dönmesini sağla. Amen! Hem unutma ki bir şey olmuyorsa mutlaka ama mutlaka bir sebebi vardır. Zorlama hiçbir şeyi. Beni biraz tanımaya çalışsa aramızda bir şeyler olabilir aslında diye iyimser iyimser düşünme. Belki de o kişi seni hak edecek biri değil hiç. Tamam, sus artık. Bu konuyu burada kapat. Bunun hakkında daha ayrıntılı yazacaksın zaten. Bazı fikirler var kafanda.



* Blog yazma konusunda pek emin değildim başlangıçta ama son zamanlarda buraya yazmaktan çok keyif almaya başladım. İnsan içindekileri ortaya döktükçe rahatlıyormuş gerçekten. 

Burcu Vardar'a not: Canım arkadaşım. Büyük ihtimalle okuyacağını düşünerek buradan teşekkür ediyorum sana, beni blog yazmaya teşvik ettiğin için. Sen olmasan teknolojinin bu türlü nimetlerinden faydalanmakta çok geç kalmış olacaktım. 

Başka temennilerim de vardır eminim ama aklıma bunlar geldi şimdilik. Üstelik uykum da var. Üstü kalsın. Yine halleşirim kendimle nasıl olsa. 

Not 2 : Bu temenni maddelerinin bir kısmı, yazıldıktan kısa bir süre sonra kendi kendilerini imha edebilirler. Bunu yapmakta da son derece serbesttirler.