Gerçek aşk nerede başlar? İki insanın birbirlerine dair öğrenebilecekleri ne varsa öğrendikleri, birbirlerinin bütün gizli bahçelerine girdikleri yerde mi? Yoksa iki insanın birbirlerine dair hiçbir şey bilmedikleri, sadece aradaki dayanılmaz çekim gücünden kaynaklanan ani bir itkiyle birbirlerine doğru gittikleri anda mı başlar?
Bernardo Bertolucci'nin Paris'te Son Tango filmini izledikten sonra bu iki soru takıldı aklıma. Önce filmin anlattıklarından bahsetmek gerek kısaca:
Filmin baş kahramanları Paul ve Jeanne, birbirlerini hiç tanımadan erotik bir ilişkinin içinde bulurlar kendilerini. Ardından da aradaki çekim, aşka dönüşür. Paul; çok sevdiği eşini kaybetmiş, ihtiyarlamaya başlamış bir adamdır Jeanne'i tanıdığında. Jeanne ise hayata daha yeni atılan, genç ve körpe bir kız. Üstelik başka bir adamla birliktedir ve onunla evlilik planları yapmaktadır.
Paul ve Jeanne, içinde birkaç parça eşyadan başka bir şey bulunmayan harabe bir evde buluşup birlikte olurlar. Onların yaşadığı, Paul'ün koyduğu ve asla ihlal edilemeyecek kuralları olan bir ilişkidir. Bu kurallara göre soru sormak, kişisel şeyler anlatmak, kendinden bahsetmek, duygusal laflar etmek yasaktır. Ancak bu aşkın kanunlarındaki en temel yasak, dış dünyayı evin içine taşımaktır. Dış dünya orada olduğu gibi kalmalıdır.Sadece iki kişilik bir dünya kurulacaksa eğer, dışarıyı bilmeye ne gerek vardır?
Jeanne, Paul'ün kurallarına alışır zamanla ve onun gibi içgüdülerine göre hareket etmeye başlar. Dışarda ne yaşarsa yaşasın, evin içinde sadece ikisine ait bir dünya kurabileceklerine inanmaya başlar. Henüz hayatla tanışmamış olan Jeanne, Paul'ü tanımak ister yine de ve zaman zaman kuralları bozup sorular sorar. Ama bu sorular hep yanıtsız kalır. Paul'e göre aşkta yaşın, mesleğin, toplumsal statünün, kişinin geçmişinin, bugününün hatta geleceğinin önemi yoktur. Aşkın büyüsü tam da bu bilmemezlikten kaynaklanır. Ne zaman ki Paul, Jeanne'e gerçekten aşık olduğunu anlayıp onunla birlikte "dışarıda" bir hayat kurmak için evi satar ve Jeanne'in istediği biçimde kendisini ona anlatmaya başlar, işte o zaman bütün büyü bozulur. Önceleri Paul'ün ağzından tek bir kelime almak için uğraşan Jeanne, onun anlattıklarını dinlemez bile. Oysa Paul, tam da Jeanne'in istediğini yapmış, tüm içtenliğiyle sevdiği kadına kendisini tanıtmaya çalışmış, hatta tüm eski aksiliğinden, huysuzluğundan ve soğukluğundan arınıp Jeanne'e olan aşkını itiraf etmiştir. Jeanne, tanımak için büyük çabalar sarf ettiği adamın kendisiyle cinsellik dışında başka duyguları da paylaşmak istediğini anladığında korkar. Çünkü bu aşkı yaşamak için o evden çıkmak gerekecektir. Oysa Jeanne, buna hazır değildir. Ve sonuç, her ikisi için de pek hayırlı olmaz.
Jeanne'le evlenme hayalleri kuran genç adam ise Paul'ün tam zıttıdır. Jeanne hakkındaki her şeyi bilmek isteyen bu genç, Jeanne'e sürekli olarak "Bana çocukluğunu anlat, bana kendinden bahset." der. O, Jeanne'i sevmek için onunla ilgili her şeyi bilmek ve kafasında yarattığı bir bileşime aşık olmak istemektedir.
Şimdi düşünüyorum acaba hangisi daha değerli? Gerçek bir aşk yaşamak için iki insanın kendilerini dünyadan tamamen soyutlamaları, kendi yarattıkları gizli bir cennette hayat boyu kalmaları mümkün değil kabul ediyorum. Ama birini sevmek için ona dair ne varsa öğrenmeden önce sadece ses tonundan, hareketlerinden, mimiklerinden, bakışlarından bazı anlamlar çıkarmaya çalışsak, sonra onu tanımak için her türlü gayreti göstersek nasıl olur? Hatta onu tanımak için geliştirdiğimiz tüm çabaları bir tür oyuna dönüştürsek? Çünkü bir insan mesleğini, nerede doğduğunu, en sevdiği yemeği... söylediğinde artık sadece kendi gözümüzle bakamayız ona. Belli değerler ve kabuller bütününün içinden bakarız. Bu yüzden önce biz, tanımak için çaba sarf edelim seveceğimiz kişiyi, sonra o tanıtsın kendini. O zaman belki birbirimize bakışımız çok daha önyargısız olur ve kendi yarattığımız dünyadan ayrılıp dış dünyaya çıkmak zorunda kaldığımızda hayat karşısında afallamayız.