25 Aralık 2018 Salı

Kerem Işık'tan "Kılçıksız Sanat"


“Kılçıksız Sanat”, Kerem Işık’ın üçüncü öykü kitabı Iskalı Karnaval’da (2015) yer alan sekiz öyküden biridir. Kitabın ilk öyküsü “Kalbi Büyüyen Adam”ı dışarıda bırakırsak Iskalı Karnaval’ın tematik bir bütünlüğe sahip olduğu söylenebilir; çünkü öykülerin hepsi birer distopya şeklinde kurgulanmıştır. Distopyalarda otoriter devletlerin insanlar üzerindeki baskısıyla yaşamsal varlığımızı tehdit edebilecek açlık, susuzluk gibi olası sorunlar, genellikle uzak bir gelecekte anlatılır. Burada ise yakın bir geleceği, hatta bugünü okuyoruz. Öykülerde zaman kavramı çok belirgin bir şekilde verilmese de Kerem Işık, bizi günümüzden çok da uzağa götürmüyor.

“Kılçıksız Sanat”ın olay öyküsü şöyle özetlenebilir: Yazar Yunus Bey, üç senedir üzerinde çalıştığı öykü dosyasını sansür kurulunun beğenisine sunmak için SANKİ tarafından mülakata çağrılır. Öyküde bu mülakat sırasında yaşananlar konu edilir. Sansür Kurulu İdaresi anlamına gelen SANKİ; ülke çapında yayımlanacak bütün dergileri, kaynak kitapları ve edebî metinleri denetimden geçiren bir kurumdur ve beş memur tarafından idare edilir. SANKİ’nin
Kılçıksız sanattır halkın hak ettiği
Sıkı bir denetimle mümkündür SANKİ! (s. 80).[1]

şeklindeki sloganı kurulun varlık amacını açıklar gibidir.

 “Kılçıksız Sanat” öyküsünde karşımıza çıkan “SANKİ, SERÇE” gibi kısaltmalar kitaptaki diğer öykülerde de vardır. Bu kısaltmaların ne anlama geldiği öykünün içinde ya da sayfa altlarındaki dipnotlarda açıklanır. Kerem Işık, George Orwell’ın ünlü distopyası 1984’teki gibi yeni kavramlar üretmiştir. Orwell, 1984’te “yenisöylem”, “çiftdüşün”, “yokkişi”, “yüzsuçu” gibi özgün kelimelerle orijinal bir kurgu dünyası yaratmıştır. Bunlar, distopik metinde kurgulanan hayalî dünyanın nasıl bir sistemle yönetildiğine işaret edecek şekilde tasarlanır.

Sansür kurulunun genel merkezi gösterişli bir binanın yirminci katındadır. Yunus Bey, öncelikle bekleme odasında ilk roman dosyasıyla mülakata gelen; ufak tefek, kumral, çekici bir kadınla konuşur. Bu kadının öyküde önemli bir işlevi yoksa da öykünün sonunda tekrar ortaya çıkacaktır. Anlatıcı, mülakat odasına girdiğinde mekânın tasviri yapılır. Odanın duvarlarına iktidar partisi döneminde gerçekleştirilen çeşitli projelerin posterleri ve reklam ilanları asılıdır. Burada yaratılan soğuk ve kasvetli ortam, mekân-insan ilişkisinin canlandırılmasına yaradığı gibi distopik metinlerdeki mekân tasarımına da uygundur.

Öyküde kahraman anlatıcı konumunda olan Yunus Bey, kitapları yayımlanmış deneyimli bir yazardır ve en son beş yıl önce bir mülakata girmiştir. Mülakat sırasında beş memur, Yunus Bey’e Bir Tuhaf Boşluk isimli öykü dosyasına dair sorular sormaya başlarlar. Her açıdan tuhaf ve rahatsız edici bir konuşma olur aralarında. Öncelikle yazara neden kitap yazdığı sorusu yöneltilir. Ardından kitabın içeriğiyle ilgili yorum ve tespitler yapılır. Örneğin Yunus Bey’in öyküleri biraz karamsar bulunduğu için eleştirilir; çünkü “halkımızın dertlenmeye değil, neşelenmeye ihtiyacı var”dır (s. 84). Ayrıca kitaptaki “Süslü cümleler. Yabancı uyruklu kelimeler. Tanımlanamayan ifadeler. Uzayıp giden ve bir türlü sonuca ulaşmayan fikir salataları…” (s. 85) halkın beğenisine hitap etmez.  Bu noktada anlatıcının ruh hâli üzerinde durmak gerekir. Olay örgüsünün başlangıcında mülakata çağrıldığı için sevinen anlatıcı, olan biteni şaşkınlıkla izler ve ne diyeceğini bilemez. Önceki deneyimlerinden dolayı iyi bir iş çıkartacağını düşünen Yunus Bey, hayal kırıklığına uğrar. Zaman içinde kurumun yapısında değişiklik yapılmış, kitaplara yapılan “müdahale”ler farklı bir noktaya ulaşmıştır. Devlet otoritesinin temsilcisi konumunda olan bu beş memur, düşünce özgürlüğünü baskı altına alırken otoritenin sanata ve sanatçıya bakış açısını da yansıtmış olur.

Kerem Işık, bu öyküde ülkemizde son yıllarda giderek daha da büyük bir sorun hâline gelmeye başlayan sansür konusuna odaklanmıştır. Bu mekanizmanın nasıl işlediği ve yaratıcılığı ne ölçüde etkilediği meselesi, bu hikâyenin yazılma amacıdır denilebilir. Sinemada, televizyonda, internette uygulanan sansür genel bir sorundur; ancak burada kitabın türüne de uygun düşen bir şekilde öykü özelinde işlenmiştir. Iskalı Karnaval’daki diğer öykülerde modern hayatın ve kapitalist sistemin hayatımızı nasıl kısıtladığı günlük hayatın akışı içinde, sıradan olayların aktarımıyla anlatılırken bu öyküde sistem ve çıkmazları, sanatsal üretim ile sanatçının özgürlüğü gibi başlıklar altında ele alınır. Burada okurun üzerinde düşünmesi gereken birkaç soru ortaya çıkabilir: 1) Yazar, yazma edimini gerçekleştirirken ne kadar özgürdür? 2) Sansür ve otosansür yaratıcılığı nasıl etkiler? 3) Editörlük kurumu nasıl işler? Editörün metne müdahale sınırları nereye kadardır?

Kitap sansürü ve yasaklarının tarihi oldukça eski dönemlere uzanır. Devleti yönetenler siyasi, toplumsal, dinî ya da ahlaki gerekçelerle kendi anlayışlarına uygun bulmadıkları kitapları ve yazarları cezalandırmıştır. Örneğin Mahmut Makal’ın Bizim Köy (1950) romanı Anadolu köylerinin yoksulluğunu yansıttığı ve komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yasaklanırken Harper Lee’nin ırkçılığı eleştiren romanı Bülbülü Öldürmek (1960), Amerika’da bir dönem ırkçı bir roman olarak değerlendirilmiştir. Lewis Carroll’ın Alis Harikalar Diyarında (1865) eseri ise Çin’in bir eyaletinde insanlarla hayvanları eşit gören bir kitap diye nitelendiği için sakıncalı bulunmuştur. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Zira muhalif düşüncelere ve yazılı ürünlere yönelik baskı, devlet mekanizmasının varlığını devam ettirmesine yarar.

“Kılçıksız Sanat”ta kahramanımız uğrunda uykusuz geceler geçirdiği, tek bir kelimesi için saatler harcadığı bir eserin kurul tarafından kabul edip edilmeyeceği kaygısını taşırken, yazar da kendi yazma sürecini düşünmektedir. Dolayısıyla kurguda bir oyun olduğu söylenebilir. Kerem Işık, öyküde bir üst-kurmaca gerçekliği yaratarak öykünün iletisini farklı bir bağlamda da okuyabilmemizi sağlar. Edebiyatta sansür meselesini kendi yaratıcılığının ürünü olan bir kurgu içinde düşünürken bir yandan da o kurguyu yazmaktadır. SANKİ memurlarıyla Yunus arasında geçen diyaloglar da üst-kurmacanın varlığını doğrular niteliktedir.

Yazarın ayrıntılara önem veren dikkatinin ve hayal gücünün etkisiyle ortaya çıkan  fantastik kurgu, giderek absürt bir “gerçeğe” dönüşür. Memurlardan biri olan Ragıp Bey, Yunus Bey’in çabası boşa gitmesin diye kitabın uygun bir editoryal çalışmayla kurulun standartlarına uygun hâle getirilmesini önerir. Standartlara uygunlukla otoritenin beklentisini karşılayan bir kitabın yazılması kastedilir hiç şüphesiz. “SERÇE” yani Serbest Çağrışımlı Editörlük sistemi, öykülerdeki konuların çağrışımlardan hareketle yeni öyküler yazmayı amaçlar.  

Kitaptaki tüm öykülerde kullanılan iki anlatım tekniği “Kılçıksız Sanat”ta da vardır: ironi ve mizah. Memurlar Yunus Bey’in yazdıkları üzerine konuşurken aslında edebiyattan ne kadar anlamadıklarını da açık eder ve komik duruma düşerler. Örneğin memurlardan biri kitaptaki öyküleri okurken dört tane soda içme ihtiyacı hissettiğini söyler. Öykünün sonunda kahramanımız da içinde bulunduğu durumun tuhaflığını kanıksayacak ve öykü yine ironik bir şekilde sona erecektir. Henüz basılmayan kitapların yasaklandığı, “sakıncalı” kitapları çeviren çevirmenlerin gözaltına alındığı, uygun bulunmayan şiir dizelerinin ders kitaplarından atıldığı bir dönemde güncel bir soruna değinen “Kılçıksız Sanat” öyküsü, tekrar tekrar okunmayı ve üzerine düşünmeyi hak eden bir öykü olarak dikkati çeker.



[1] Yazıdaki tüm alıntılar bu kitaptandır: Kerem Işık, Iskalı Karnaval, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2015.

22 Aralık 2018 Cumartesi

DOĞU LONDRA ve SOKAK SANATI

İngiltere’nin çokkültürlü yapıya sahip başkenti Londra, sokak sanatçılarının sanatlarını özgürce icra edebildikleri bir yer. Sokak sanatının çeşitli türlerine Londra’nın hemen hemen her bölgesinde rastlayabilirsiniz; ancak çoğunlukla alt gelir grubunun ve göçmenlerin yaşadığı, kentin doğusunda yer alan Shoreditch ve Brick Lane gibi gettolar, son birkaç yıldır dünyanın çeşitli yerlerinden gelen sokak sanatçılarının uğrak yeri haline gelmiş durumda. Bu bölgelerde duvar resimlerinin ve graffitinin pek çok örneğiyle karşılaşmak mümkün. Binaların farklı yüzeylerini, kapıları, duvarları ve lokanta girişlerini çeşitli boyutlardaki resimlerle dolduran sanatçılar, Shoreditch ve Brick Lane sokaklarını neredeyse bir açık hava galerisine dönüştürmüşler.

Sokak sanatına duyulan ilginin artmasıyla birlikte bu bölgelerde "Street Art London" adı verilen yürüyüş turları düzenlenmeye başlamış. Genellikle sokak sanatçılarından birinin rehberlik ettiği bu turların süresi iki ilâ dört saat arasında değişiyor. Bu sokakları kendiniz de gezebilirsiniz; ancak rehberler graffitiler ve sanatçılar hakkında ayrıntılı bilgiler verdikleri için turlara katılmak daha keyifli. Yürüyüş sırasında katılımcılara Shoreditch’te sanatçıların beraber çalıştıkları atölyeyi ve buradaki graffiti malzemelerini görme imkânı da sunuluyor.

Sanatın kapalı kapıların ardında değil, sokakta yapılması gerektiği fikrinden doğan graffitinin sanat mı yoksa vandalizm mi olduğu tartışılan bir konu olsa da politik sorunlara dikkat çekmek için bir tür protesto biçimi olarak kullanılan sokak sanatının son zamanlarda tekrar itibar kazandığı söylenebilir. Graffiti yapmak yasal olmadığı için sistemle derdi olan ve politik çizimleriyle tanınan sokak sanatçılarının birçoğu isimlerini gizlemeyi tercih ediyor. Sanatçılar resimlerinin altına attıkları imzalarla, motiflerle ya da takma adlarla tanınıyor. Bu tarz sanatçılar genellikle geceleri gizli çalışırken sokak sanatının günlük hayatın bir parçası olarak görüldüğü Londra ve Buenos Aires gibi şehirlerin bazı bölgelerinde ise gündüz de rahatlıkla çalışılabiliyor. Üstelik yanlarından geçen insanlar da onların çalışmalarını izleyebiliyor. Bu bölgelerde sanatçıların çalışmalarını örgütler ya da dernekler destekliyor. Sokak sanatı aynı zamanda kolektif bir çalışma biçimi. Kimi sanatçılar, projelerde veya festivallerde bir araya gelip bir süre birlikte çalışabiliyor. 

Sokak sanatçılarının birçoğu dünya çapında tanınıyor. Bu sanatçıların en ünlüsü İngiliz Banksy. Savaş karşıtı, çevreci çizimleri ve politik sloganlarıyla tanınan Banksy’nin gerçek kimliği bilinmiyor. Banksy’nin çalışmalarına öyle büyük bir ilgi var ki resimleri, kimi zaman bulundukları yerden taşınıp yüksek fiyatlara satılıyor. Banksy’nin bu kadar meşhur olmasını eleştiren ve onun çizimlerinin üzerine kendi resimlerini yapan sanatçılar da var. Shoreditch’te birkaç duvarda Banksy’nin tahrip edilmiş birkaç resmini de görebilirsiniz. Banksy dünyadaki farklı kentlerin duvarlarına yazdığı “This wall is a designated graffiti area” yazısıyla da tanınıyor. Banksy bu yazıyla meslektaşlarını çizim yapmaya davet ediyor. Shoreditch’te çekilen aşağıdaki fotoğrafta Banksy’nin graffitisinin yanına başka graffitiler çizildiğini görebilirsiniz. Bu sokağın tamamı rengarenk çizimlerle dolu ve insanlar bu resimlerin önündeki banklara oturup içkilerini yudumluyorlar.


egoistokur sokak sanati graffiti sibel yilmaz 2

egoistokur sokak sanati graffiti sibel yilmaz 1

Sokak sanatçılarının birçoğu hayatları boyunca dünyanın farklı yerlerine gidip kentlerin sokaklarını sanatla dolduruyor. Düzenli bir hayatı olan sokak sanatçıları olsa da sanatçıların birçoğu evsiz. Bu fotoğrafta görülen evsiz sanatçı John Dolan, bugünlerde Doğu Londra’nın en ünlü sokak sanatçısı. Her gün köpeğiyle birlikte Shoreditch High Street’te gözüne kestirdiği bir köşeye oturan Dolan, özellikle son yıllardaki gelişimiyle Londra’nın yükselen değerlerinden biri haline gelen Shoreditch’in değişen yüzünü çizimlerine yansıtıyor. Eğer bu aralar yolunuz Londra’ya düşerse 19-26 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilecek "George the Dog, John the Artist" isimli proje kapsamında Dolan’ın diğer ünlü sokak sanatçılarıyla birlikte yaptığı eserlere göz atabilir, Dolan’la konuşma imkânı bulabilirsiniz.


egoistokur sokak sanati graffiti sibel yilmaz 8

Bu resim, eserlerinde sürrealist imgeleri kullanan Arjantinli sokak sanatçısı Martin Ron’a ait. Davet üzerine Londra’ya gelen sanatçı, bu çalışmayı sekiz günde tamamlamış. Ron, "David and Goliath" adını verdiği bu çalışmayı tasarlarken İngiltere başbakanı David Cameron’ın porsuklar hakkında yaptığı bir konuşmadan ilham almış. Ağustos ayında çizilen bu duvar resmini birkaç ay sonra göremeyebilirsiniz. Çünkü dünyanın farklı yerlerinden gelen sanatçılar, önceden çizilmiş bir resmin üstüne yenisini yapıyorlar. Böylece duvarlardaki resimler birkaç aylık aralıklarla değişmiş oluyor. Sokak sanatının geleneği bu bir anlamda. Politik içerikli çizimler ise genellikle kent meclislerinin kararıyla siliniyor. Sokak sanatı kendini sürekli yenilediği için buradaki resimleri Shoreditch ve Brick Lane’de göremezseniz sakın şaşırmayın.

Gerçek kimliğini gizlemeyen ve ürünlerini galerilerde satışan sunan sanatçılardan biri de Christiaan Nagel. Nagel, Londra’nın yüksek binalarının ve duvarlarının üzerine yerleştirdiği farklı renkteki mantar tasarımlarıyla tanınıyor. Poliüretan, fiberglas ve paslanmaz çelikten yapılan bu mantarlar, canlı renklere boyanıyor. Londra sokaklarında -özellikle Doğu Londra’da- gezintiye çıktığınızda dikkatlice bakarsanız çok sayıda mantar görebilirsiniz Arzu edenler sanatçının internet sitesinde satışa sunulan mantar desenli gömleklerden satın alabilir. 

egoistokur sokak sanati graffiti sibel yilmaz 7


egoistokur sokak sanati graffiti sibel yilmaz 6


Dscreet isimli Avustralyalı sanatçı ise baykuş çizimleriyle tanınıyor. Dscreet ile birlikte RUN, Thierry Noir, Pablo Delgado, Zomby, Rowdy gibi dünya çapında tanınmış sokak sanatçılarının çalışmalarını Salted Prints adlı bir şirket destekliyor. Bahsi geçen sanatçılar 2012 yılından beri bu şirketin maddi desteğiyle Shoreditch’in duvarlarını boyuyorlar.


egoistokur sokak sanati graffiti sibel yilmaz 4

egoistokur sokak sanati graffiti sibel yilmaz 3

Uzun yıllar boyunca sokaklarda yaşadıktan sonra bir hostele yerleşen Stik takma adlı sanatçı ise yaklaşık on yıldır yukarıda gördüğünüz "Stik people" adını verdiği çizimleriyle tanınıyor. Bu çizimlerin farklı versiyonlarına Londra sokaklarının yanı sıra mağazaların kepenk ve duvarlarında da rastlayabilirsiniz. Son zamanlarda Shoreditch ve Hackney Wick bölgesini bu çizimlerle süsleyen Stik, çift cinsiyetli olan Stik people’ı yaratırken insanların yürürken gösterdikleri davranış biçimlerinden ilham almış. Konuşmadan ve yazıdan önce insanların beden diliyle anlaştıklarını söyleyen sanatçı, basit formlu bedenler çizmekten zevk alıyor. Duvarlardaki resimlerin çeşitli nedenlerle zaman içinde değişime uğradığını söylemiştim. Sanatçılar bazen çizimleri üzerinde de değişiklik yapabiliyor. Stik’in "Art Thief" adını verdiği çalışması buna iyi bir örnek. Stik, çizimi ilk yaptığında camda gözüken küçük Stik people aylar sonraki yeniden çizimde büyük Stik people tarafından çalınıyor. Böylece Stik kendi eserini dönüşüme uğratarak yeniden yaratıyor. Resmin ilk hali için şu linke bakabilirsiniz…

1958 doğumlu Fransız Thierry Noir, 1984 yılında diğer bir sokak sanatçısı Christophe Bouchet ile birlikte her türlü tehlikeyi göze alarak Berlin Duvarı’nı boyamaya başlamış. Berlin Duvarı’nı süslemekten çok, politik bir mesaj vermeyi amaçlayan Noir’in çizimleri Duvar’ın yıkılmasından sonra özgürlükçü hareketlerin simgesi haline gelmiş. Stik gibi tek bir formu çizmeyi tercih eden Noir’in resimlerini bugün dünyanın farklı yerlerinde görebilirsiniz.


egoistokur-sokak-sanati-graffiti-sibel-yilmaz

Sizlere ilk kez Doğu Londra’da karşılaştığım ve daha önce hakkında bilgi sahibi olmadığım sokak sanatı ve sanatçıları hakkında kısaca bilgi vermeye çalıştım. Şüphesiz ki hayatın ve sanatın kaynağı sokaklarda. Sokağa çıkmadan önce Londra’daki sokak sanatı hakkında bilgi edinmek isterseniz aşağıdaki adresi ziyaret edebilirsiniz:

 https://streetartlondon.co.uk/


Bu yazı 2013'te egoistokur.com'da bu hâliyle yayımlanmıştı. Aşağıya çektiğim fotoğraflardan bazılarını da ekliyorum. Bir o kadar daha var albümümde. 







18 Aralık 2018 Salı

Tekinsiz Kentte, Avunamayan Bir Piyanist: Mr. Ryder



Avunamayanlar; Beni Asla Bırakma, Gömülü Dev, Günden Kalanlar ve Değişen Dünyada Bir Sanatçı gibi romanlarıyla tanınan Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun 1995’te yayımlanan dördüncü romanıdır. The Guardian’ın yaptığı bir araştırmaya[1] göre okuyucuların bitirmekte en çok zorlandıkları on kitap arasında yer alan Avunamayanlar, yazarın diğer kitapları kadar ilgi görmese de farklı kurgusu ve anlatım teknikleriyle dikkat çeker.

Avunamayanlar, dünyanın en iyi piyanisti olarak nitelenen Mr. Ryder’ın önemli bir konser vermek üzere isimsiz bir Avrupa kentine gitmesiyle başlıyor. Mekânın ismi verilmemiş; ancak Almanca konuşulan, büyük ihtimalle Almanya’da veya Avusturya’da bulunan bir kent olduğu söylenebilir. Ryder, bu kentte yalnızca birkaç gün geçiriyor ve konsere hazırlanıyor. Zaman akışında sıkça geriye dönüş yapıldığı için olay örgüsü kronolojik bir biçimde ilerlemiyor. Olay, Ryder’ın otele gelişiyle başlayıp konserin düzenleneceği Perşembe akşamına kadar geçen üç günlük süreyi kapsıyor. Romanı kurgularken postmodern edebiyatın bazı tekniklerini kullanan Ishiguro, zaman ve mekân sınırlarını aşıp farklı katmanlara sahip bir eser yaratıyor. Bu yüzden kitaptaki olay akışını tam olarak takip edebilmek oldukça güç. Üstelik çeşitli simge ve imgeler aracılığıyla aktarılan kimi durumlar yoruma açık. Yazarın iletisinin ne olduğu da net bir biçimde anlaşılamıyor. Tüm bu özellikleri nedeniyle Avunamayanlar, bir rüya atmosferinde geçiyor ve gerçeküstü unsurları barındırıyor.

İngiliz piyanist Ryder, kente geldiği andan itibaren büyük bir ilgi, hayranlık ve saygıyla karşılanıyor. Kentte tanıştığı birçok kişi Ryder’dan kentin tüm sorunlarını çözebilecek bir “kurtarıcı” olarak bahsediyor. Ryder’ın yalnızca bir müzisyen değil, ne zamandır beklenen bir kurtarıcı gibi görülmesi kent halkının ona farklı misyonlar yüklediğinin göstergesi. Ryder, kentte kaldığı sürece türlü tuhaflıkların içinde buluyor kendini. Sürekli yeni birileriyle tanışıp konuşuyor; ancak bu kentte bulunuş amacının ne olduğunu bir türlü kavrayamıyor. Ryder’ın yeni tanıştığı kişilerle –otel müdürü, bavul taşıyıcısı, kentin ileri gelenleri- yaptığı konuşmalarda Perşembe gecesinin ne kadar önemli olduğu vurgulanıyor. Yaşananlara anlam veremeyen Ryder, sonunda kendini olayların akışına bırakıyor ve karşılaştığı her türlü absürt durumu “olağan” görmeye başlıyor. Bu noktada Ryder’ın kaderi Franz Kafka’nın karakterleriyle örtüşüyor. Bir kısır döngü içinde bulunan kahramanımız, başkalarının peşinden sürüklenip hayatının kontrolünü eline geçiremiyor.

Olay örgüsü ilerledikçe Ryder’ın kentte tanıştığı insanların onun hayatında iz bırakmış kişiler olduğu anlaşılıyor. Bunların arasında anne ve babası, okul arkadaşları ve hatta kendi çocukluğu var. Yukarıda da belirttiğim gibi zaman ve mekân boyutunun aşılmasıyla beraber kitabın tamamının Ryder’ın hayatını anlattığı düşünülebilir. Yazarken sınırları zorlamayı seven ver her kitabında yeni anlatım yolları deneyen Ishiguro, burada da karakter yaratırken farklı bir yol izleyerek bir karaktere ait unsurları başka karakterlere de yüklemiş. Ryder’ın kişiliğinin farklı yönleri romanın diğer karakterleri tarafından temsil ediliyor. Örneğin otelde bavulları taşımakla görevli olan Gustav isimli kişinin kızı Sophie ve torunu Boris, olay örgüsünde önemli bir rol oynuyor. Boris aracılığıyla Ryder’ın çocukluk yıllarına ait kimi anıları hatırlıyoruz. Böylece Boris, kitapta hem Sophie’nin oğlu olarak karşımıza çıkıyor, hem de Ryder’ın çocukluğundan bazı kesitleri aktarmak için bir aracı görevini üstleniyor.

Avunamayanlar’da olay, kahraman anlatıcı Ryder’ın gözünden anlatılsa da tek bir anlatıcının varlığından söz edilemez. Zira Ryder, gözlemlediği bir olayı aktarırken birden yanındaki kişiler kendi aralarında konuşmaya başlar ve anlatıcı değişir. Ishiguro’nun kullandığı bu teknik, kitabın en özgün yanlarından biridir; ancak anlaşılması güç birçok durumun ortaya çıkmasına neden olur. Mekânın değişimi de en az anlatıcının değişimi kadar hızlı olur. Ryder, otel odasındayken bir anda açılan bir kapıdan veya dolaptan geçerek bambaşka bir âleme giriş yapar. Sonu gelmez odalar, koridorlar ve merdivenler, Kafkaesk bir üslupla tasvir edilmiştir. Kitap; karanlık, karamsar ve tedirgin edici bir atmosferde geçer. Ayrıca kitapta uzun diyalogların varlığı dikkat çeker. Karakterler, olayın ana çizgisinden uzaklaşarak birbirinden ilgisiz birçok konu ve kişi hakkında konuşur.



Avunamayanlar’daki karakter senfonisinde Ryder’a en yakın seslerden biri Stephan’dır. Stephan, Ryder’ın kenti ziyareti boyunca kaldığı otelin sahibi olan Mr. Hoffman’ın oğludur. Piyano çalan Stephan, sürekli sözü edilen o Perşembe akşamında Ryder’dan önce küçük bir resital verecektir. Hangi parçayı çalacağına bir türlü karar veremeyen Stephan, piyano için bestelenmiş en zor eserlerden biri olarak gösterilen Kazan’ın Cam Tutkular’ını icra etmek ister. En büyük amacı, sanat ve müzik tutkunu olan anne ve babasını hayal kırıklığına uğratmamaktır. Mr. ve Mrs. Hoffman, oğullarının büyük bir müzisyen olması için çok çaba sarf etmiş; ancak zamanla -istemeden de olsa- onun çok yetenekli olmadığını düşünmeye başlamıştır. Bu yüzden Stephan’ın o akşamki performansı bütün aile için bir umut kaynağı olur. Stephan’ın bu çabalarını, Ryder’ın gençlik yıllarındaki müzisyen olma idealine bağlamak mümkündür. Yani Stephan, iyi bir müzisyen olup olamayacağını düşünen genç Ryder’dır denebilir. Ryder, Stephan’la konuşmalarında onu piyano çalmaya teşvik eder, başkalarının görüşlerini önemsemeden yaptığı işten zevk almasını öğütler.

Kitapta Ryder ve Stephan dışında müzikle ilgilenen başka kişiler de vardır. Bunlardan biri olan Mr. Christoff, yakın bir geçmişe kadar kentin gözde müzisyenidir; ancak bazı eserleri icra ederken gösterdiği farklı teknikten ötürü eleştiri konusu olur. Kent halkı, zamanla Christoff’tan umudu keser. Orkestra şefi Mr. Brodsky ise yine geçmişte kentin önemli simalarından biriyken alkol sorunu nedeniyle işini bırakıp derbeder bir yaşamı tercih eder. Kitaptaki olay halkalarının önemli bir kısmı da Brodsky’nin hayatıyla ilgilidir. Kazuo Ishiguro, kendisiyle yapılan bir röportajda Avunamayanlar’daki olay örgüsünü nasıl tasarladığını şu şekilde açıklar:

“İki olay örgüsü var. İlki, Ryder’ın, boşanmanın eşiğindeki mutsuz ebeveynlerle büyümüş adamın hikayesi. Ryder, ailesinin beklentilerini yerine getirirse uzlaşabileceklerini düşünmektedir. Neticede o, bunu, fantastik bir piyanist olmakla sonlandırır ve bu elzem konseri vermesinin her şeyi iyileştireceğini düşünür. Elbette artık çok geçtir. Ailesiyle arasında geçenler, uzun süre önce olmuş ve bitmiştir. İkincisi, Brodsky’nin, ilişkisini tamamen berbat eden yaşlı bir adamın, aynı ilişkide iyi şeyler yapmaya çalışmasının hikayesi. Orkestra şefi olarak bunu başarabilirse, hayatının aşkını tekrar geri kazanabileceğini düşünür. Her iki hikaye de, tüm hastalıkların, hatalı müzikal değerleri seçmiş olmaktan kaynaklandığına inanan bir topluluk içinde geçmektedir.” [2]

            Saydığımız bu karakterler dışında olay örgüsünün gelişmesinde çeşitli işlevleri bulunan birçok kişi daha vardır romanda. Kitapta isimleri geçen Kazan, Mullery gibi piyanistlerin çoğu kurgu ürünüdür. Avunamayanlar, başkişisi müzisyen olan romanların aksine müziğin ön planda yer aldığı bir roman değildir. Bu da bize müziğin başka şeyleri temsil eden bir simge olarak tasarlandığını düşündürebilir.

            Japonya’da doğup İngiltere’de büyüyen ve eserlerini İngilizce yazan Kazuo Ishiguro’nun kaleminden çıkan Avunamayanlar, sahip olduğu anlam katmanlarıyla birçok soru işareti içerir. Bir müzisyeni merkeze alan kitabın sonunda Ryder’ın neden hayatının konserine hazırlandığı da tam olarak anlaşılamaz ve okurun yorumuna bırakılır. Ishiguro’nun bitmek bilmeyen bir yazma iştahının ürünü olan 540 sayfalık bu hacimli kitap, ilginç bir okuma deneyimi sunarken soru işaretlerine cevap bulması için okurlarını bekliyor.

Kaynakça
Kazuo Ishiguro, Avunamayanlar, Çev: Roza Hakmen, YKY Yayınları, İstanbul, 2015.
Susannah Hunnewell, Kazuo Ishiguro röportajı. Çev: Fulya Kılınçarslan, Paris Review 2008, https://oggito.com/kazuo-ishiguro-yazmaya-oturuyor-dusunuyorsunuz-realistim-ama-sanirim-ayni-zamanda-absurdist-05201729335.

Bu yazı Roman Kahramanları dergisinin Ocak/ Mart 2018 tarihli 33.sayısında yayımlanmıştır. 




14 Ekim 2018 Pazar

Benim Kitaplarım


Aylık Okuma Notları (Eylül)


1. Necati Cumalı’nın üç kitaptan oluşan Tütün Zamanı serisinin ilk kitabı Zeliş, edebiyatımızın en güçlü kadın karakterinden birinin yer aldığı bir roman. Cumalı’nın memleketi Urla’da geçen romanda tütün işçilerinin yaşamı anlatılırken komşu iki ailenin çocukları olan Zeliş ve Cemal’in aşkı olay örgüsünün merkezinde bulunuyor. Toplumcu gerçekçi edebiyatımızın en bilinen eserlerinden olan Zeliş’te belli bir toplumsal sınıfın hayat koşulları fazla dramatize edilmeden, klişe anlatım unsurlarına başvurulmadan olağanca gerçekçi bir bakış açısıyla sunuluyor. Yine birçok toplumcu gerçekçi eserin aksine ağız özellikleri kullanılmadan yalın bir dille yazılan romanda sinematografik unsurlar öne çıkıyor. Çevrelerindeki engelleri aşamayan ve aşklarını özgürce yaşayabilmek için köylerinden kaçan Zeliş’le Cemal’in başına neler geleceğini film izler gibi takip ediyorsunuz. Bu özelliğinden dolayı Cumalı’nın birçok eseri gibi sinemaya da aktarılmış zaten roman. Henüz izleyemedim ama başrolde Yılmaz Güney olduğu için merakım arttı. Yazarın iyimser bir bakış açısıyla umutlu bir sona ulaşan bu hikâye, sonu itibarıyla da beni mutlu etti. Erkek egemen toplumun karşısında aşkı için savaşan Zeliş’i herkesin tanımasını isterim. Zeliş o kadar güçlü bir karakter ki Cemal biraz arka planda kalıyor zaten.
 
Bu arada kitabı anneme de okuttum. Hikâyeyi sevdi ve serinin geri kalanını da okumak istedi. İkinci kitap Yağmurlarla Topraklar, bambaşka bir olay örgüsüne sahip olduğu için onu okumayı bıraktı. Zeliş’in devamının olmadığına inanmak istemedi nedense 😊


2. Seçmeli derste kirli gerçekçilik akımını işlemeyi planladığım için bu akımın öncülerinden John Cheever’ın iki kitabını okudum bu ay. İlki 2016’da Ayça Sabuncuoğlu tarafından çevrilen Bullet Park romanı. Romanda hayatları birbiriyle kesişen Eliot Nailles ve Paul Hammer’ın Amerikan banliyölerinden biri olan Bullet Park’ta yaşadıkları olaylara yer veriliyor. Birinci ve üçüncü bölümde olaylar, 3. tekil kişinin ağzından anlatılırken, 2. bölümde 1. tekil anlatıcının yani Hammer’in bakış açısıyla bakıyoruz yaşananlara. Başlangıçta Cheever’ın üslubu biraz tuhaf geliyor ama olaylar ilerledikçe yazarın alay ve kara mizahı barındıran üslubuna aşina oluyorsunuz. Kesinlikle rahatsız edici bir tarzı var. Aile kavramını da yerle bir ediyor neredeyse ama tespitleri çok sahici bence. Normal ve normal olmayan kıyaslamasını da çok iyi yapıyor. Mesela dışarıdan normal olarak görülen bir ailenin içinde ne gibi bityenikleri (Cheever’ın bir öyküsünün isminden aldım bu ifadeyi) olabilir acaba? Aldatma, yalanlar, samimiyetsizlik.  İşte kusursuzmuş gibi görünen Hammer’ın aile çevresinde ne ararsanız çıkıyor bir bir. Öykülerinde olduğu gibi ilginç bir sonla bitiyor romanı Cheever. Yani bu kadar anlatılandan sonra her şey değişti ve hiçbir şey değişmedi demek istiyor gibi. Bu arada roman, 1969’da basılmış Amerika’da. Bize neden bu kadar geç geldi acaba? 


3. Bullet Park’ı bitirince okuduğum Yüzücü’nün çevirisi Tomris Uyar’a ait. Everest Yayınları’nın bastığı kitap, 2011’de yayımlanmış. Kitaba yazdığı ön sözde Cheever’ı Amerika’nın Çehov’u olarak nitelemiş Uyar. Sanırım bu nitelemeden sonra herkes bu ifadeyi kullanmış Cheever için. Hayatın içindeki sıradan olayları ve durumları anlatmaları bakımından benzetilebilirler birbirlerine belki ama iki yazarın bakış açıları çok farklı bence. Dönem ve coğrafya farkıyla Çehov’un küçük insanı, Cheever’da küçük burjuvaya dönüşüyor. Bullet Park’ta olduğu gibi öykülerde de Amerikan banliyölerindeki evlere giriyoruz davetsiz bir misafir gibi. Mutlu görünen ailelerin aslında mutlu olmadıkları, ilişkilerin çıkara dayandığı, paranın insani duygulara yön verdiği, çocukların yalnızca soyu devam ettirme amacıyla yapıldığı ortaya çıkıyor böylece. Kitaptaki her öykü birbirinden güzel ki öykü kitaplarında bunu yakalamak zordur. İlla arada çok da sevmediğiniz bir öykü çıkar. Yüzücü’deki her öykü ise bir anlatım zirvesi bana kalırsa. Öykü nasıl yazılır dersi. Öyküyle özel olarak ilgilenenler es geçmesin derim. “Dev Radyo”, “Sutton Meydanı’nın Öyküsü”, “Merhem”, “Bityeniği” ve “Yüzücü” benim en sevdiklerim. 

4. John Cheever’dan sonra yine Amerikan edebiyatından devam edeyim istedim ve sıra bu sefer yıllardır kütüphanemde duran Toza Sor kitabına geldi. Bu kitabın yazarı John Fante de tıpkı Cheever gibi kirli gerçekçiliğe bağlı ve Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Avi Pardo’nun çevirdiği eserde Fante’nin kendisinden izler taşıyan kahramanı yazar-anlatıcı Arturo Bandini’nin yaşadıkları anlatılıyor. Kitabın ön sözünü yazan Charles Bukowski, Fante’yi okuduğunda çok etkilenmiş ve şöyle düşünmüş: “Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti”. Gerçekten de içindeki duyguları olağanüstü bir içtenlikle ve samimiyetle aktaran Bandini, yer yer kendisine kızsanız da sevdiğiniz, hatta bazen acıdığınız bir kişi oluveriyor. Çok sahici. Ne yaşıyor ve hissediyorsa sınır koymamış kendine, hepsini yazmış Fante. Bandini, yoksulluk çeken ve yazmayı hayatının yegâne amacı hâline getirmiş genç bir yazar. Onun yazma ve yazdıklarını yayımlatma yolunda çektiği sancıları, yaratıcı dehasının günlük hayatın gerçekleri karşısında yenik düşmesini okurken aşklarını ve cinselliği yaşayış biçimini de takip ediyoruz bir yandan. Bandini bir gece birahanede Camilla adlı bir kadınla tanışıyor ve hayatı bir daha eskisi gibi olmuyor. Sonu da oldukça etkileyiciydi. Ben çok sevdim ve Fante okumaya devam edeceğim. Kitaptan sevdiğim bir cümleyi de yazmak isterim ki Fante’nin yaşam felsefesi bu bence: “Hayat böyle yaşanmalıydı, gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna.” (s. 145). 


5. Sıradaki Amerikalı gelsin o zaman 😊 Amerika banliyölerini anlatmasıyla bilinen bir diğer yazar Richard Yates’in geçen sene yayımlanan Sessiz Sahil adlı kısa romanını okudum. Aslında sinema uyarlamasında Leo’cuğumun (Leonardo di Caprio) Kate’le (Winslet) birlikte döktürdükleri Bağımsızlık Yolu’nu okuyacaktım ama Cheever ve Fante sayesinde kafam biraz karışınca onu sonraya bıraktım. Sessiz Sahil’in orijinal adı Cold Spring Harbor ki olaylar da Long Island’ın bu küçük kasabasında geçiyor zaten. Neden Sessiz Sahil olarak çevrildiğini pek anlayamadım. Kitapta anlatılan olaylar dedim ama aslında çok olay da yok. Yates, karakterlerinin iç dünyalarını ve bunalımlı kişiliklerini tasvir ediyor daha çok. Yolları bir biçimde kesişen Shepard ve Drake ailelerinin merkezde olduğu romanda aile bireylerinin hiçbiri mutlu değil. Shepard ailesinin kafası karışık oğlu Evan, genç yaşta bir evlilik yaşayıp boşanıyor ve aradan birkaç yıl geçtikten sonra Drake ailesinin kızı Rachel’la evleniyor. Rachel’ın annesi Gloria, yarı deli bir kadın. Evan’ın babası Charles ise asker emeklisi. Olaylar bu kişiler etrafında gelişen ilişki ağının anlatılmasından ibaret. Savaş sonrasındaki Amerika’daki ortam resmediliyor bir yandan da. Yates, çok güçlü bir kalem bence. Kitabı neden sevdiğimi tam olarak açıklayamam belki ama ortada bir Yates üslubu var işte. Merakla okunuyor. Gerçi sonda Evan, eski eşi Mary’ye dönünce biraz gıcık oldum kendisine. Yazık etti saf ve iyi niyetli Rachel’a. 


6. Bu kadar Amerika yeter diyerek tekrar o pek sevdiğim Norveç semalarına döndüm. Bu aralar çok konuşuluyor Erlend Loe. Hatta ay başında İstanbul’a söyleşiye bile geldi. Ben Doppler romanıyla sevmiştim kendisini. Sonra Naif. Süper’i okudum. Hatta iki kitapla ilgili yazım da var Oggito’da. Neredeyse Loe uzmanı olacağım yani 😊 Doppler romanında bizim kafası karışık aile babamız Andreas, her şeyi bırakıp ormana yerleşmişti. Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda İsveç ve Norveç ormanlarında geçirdiği üç yılın ardından yuvasına dönmeye karar veriyor. Bu arada bu kitap serinin üçüncüsüymüş. Bahsettiğim üç yıllık -ki bence okunmaya değer bir kısım burası- dönemde yaşadıkları ikinci kitapta anlatılıyormuş. YKY, umarım onu da yayımlar. Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda Doppler, evine döndü dedim ya hiçbir şey bıraktığı gibi değil. Eşi Solveig ve çocukları başka bir adamla yaşıyor. Çözülmesi gereken en büyük problem bu. Doppeler ne yapıp edip ailesinin yanına taşınıyor tekrar; ama ne günlük yaşama adapte olabiliyor ne de ailesiyle duygusal bir bağ kurabiliyor. Bir yerden sonra her şeyi bırakıp televizyon ve internet dünyasına dalıyor, günlük hayattan kopuyor iyice. Loe, kendine özgü ironik bakış açısı ve mizahi diliyle güzel ve yerinde tespitler yapıyor, kapitalizmi eleştiriyor, insanı özüne dönmeye çağırıyor. Bir yerde pembe blogçularla dalga geçiyordu orası çok hoşuma gitti. Doppler’in geyik Bongo’yla kurduğu ilişki var bir de muazzam. Keşke Bongo gibi bir arkadaşım olsaydı diyorum. Sonlara doğru Doppler, ilginç bir şekilde bir porno yıldızı oluyor. Gerisini anlatmayayım artık siz okuyun. Bence bazı yerlerde tekrara düşüyor yazar. Bu cümleleri daha önce okumuştum hissi oluşuyor. Doppler kadar sevemedim o yüzden. Belki Doppler’i çok sevdiğim içindir, bilemem.  Loe ne yazsa okurum yine de. Bazı kişiler Loe’nin biraz fazla abartıldığını söylüyor ama ben katılmıyorum açıkçası. Seviyorum işte, laf ettirmem :)


7. Kapanış şiirle olsun. Kırmızı Kedi’nin şiir kitapları serisini seviyorum. Kapakları çok hoş bir kere. Arka kapakta kitap ya da şairle ilgili bir bilgi vermeden bir şiir paylaşıyorlar sadece. Ön kapakta da birkaç dize oluyor yine. Tuğrul Tanyol’un Ansızın Yaz kitabını adından dolayı yazın okumaya başlamıştım aslında; ama sonu eylüle kaldı. Tanyol, şiirimizin önemli ve üretken isimlerinden biri. Ben ilk kez okudum. Bir Yaz Gecesi Her Şey Olabilir’den sevdiğim bir bölümü paylaşıyorum:


sevgiyle öptün beni
ağacım yeşerdi
şimdi
tüm güller ansızın solabilir
bir yaz gecesi her şey olabilir

bu kalp! bu gizli duvar
ona çarpıp savrulan rüzgâr
bir sırdı, unutuldu
aramızda hâlâ
            söylenmemiş şeyler var

18 Eylül 2018 Salı

Benim Kitaplarım

Aylık Okuma Notları (Temmuz/ Ağustos)


Yaz okulu, sınav dönemi, tatil, hastalık derken yaz aylarında okuduğum kitaplarla ilgili izlenimlerimi yazmaya epey ara vermiş oldum. Son olarak haziran okumalarımı paylaşmıştım. Temmuz ve ağustosta bahsettiğim bu sebeplerle -veyahut bahanelerle demeli- okumaya çok vakit ayıramadım. Üzerinden biraz zaman geçtiği için kitaplara dair izlenimlerim de çok net olmayacak belki ama buyrunuz yeni yazıya:

1. Ahmet Büke’nin Ekmek ve Zeytin isimli öykü kitabını haziran ayında okuduğum Çiğden Külahı’ndan çok daha başarılı buldum. Büke, buradaki öykülerde hem daha sağlam kurgular yaratmış hem de öykü coğrafyasını genişleterek evrensel temalara ulaşmış. Dil ve anlatım ise her zamanki gibi usta işi. Yani nerede karşınıza çıkarsa çıksın direkt bu bir Ahmet Büke öyküsü diyebileceğiniz tarzda kendine özgü bir üslubu var yazarın. Kimi yerlerde tekrara düşülüyor; ama kitabı bitirdiğinizde vurucu ve etkileyici bir öykü dünyasıyla karşılaştığınız gerçeği değişmiyor. “Serçeler Diyorum”, “Hidroloji Mühim Mevzu!”, “Musul’da Bir Göl”, “Mısır’da Cuma”, “Soğuk ve Toz Zerrecikleri”, “Tam İstihdam” gibi öykülere yıldız koymuşum. Demek ki en sevdiklerim bunlar. Büke, bu öykülerin her birini bir gün içinde yazıyor sanırım. Çoğu öykünün altında yazılış tarihleri var.


2 - 3. Yalçın Tosun’dan iki öykü kitabı okudum temmuz ayında. Peruk Gibi Hüzünlü ve Dokunma Dersleri. Tosun’u ilk kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler’le tanımıştım. Bu kitabı okuduğumda çarpılmıştım resmen. Derslerimde de birkaç öyküyü okuyup inceliyorum. Buna rağmen diğer kitaplarını niye bu kadar geç okudum bilmiyorum. Oysa hemen gidip almıştım hevesle.

Peruk Gibi Hüzünlü’de öyküler, tematik olarak birbirleriyle ilintili olacak şekilde 4 grupta toplanmış. İlkinde çocukluk ve masumiyet, ikincisinde aşk, tutku ve cinsellik, üçüncüsünde büyümek ve erkeklik hâlleri, dördüncüsünde ise kadınlık hâlleri ve kırgınlık temaları ön planda. Böylelikle bölümler arasında bütünlük yakalandığı gibi okurun belli duygular üzerinde yoğunlaşması da sağlanıyor. Kitapta en sevdiğim öykülerden biri “Üç Kadınlı Şehir,” Tosun’un çok uyguladığı bir teknikle yazılmış. Farklı bakış açılarının aynı öykü içinde kullanılmasıyla oluşturulan çokseslilik, benim öyküde de romanda da sevdiğim bir teknik. Burada Zehra, Zöhre ve Zeren isimli üç kadınla onları bağrında taşıyan şehrin, İstanbul’un hikâyesini okuyoruz.

Kitabın kapanışını yapan “Madam Marini’nin Tamamlanmış Bir Resmi” de hayatın dışına itilmiş iki yalnız insanın yaşamını çok vurucu bir sonla veren bir öyküydü. Film izler gibi okudum. Dokunma Dersleri’ndeki “Ruhsar Hanım’la Levon Bey’in Beş Çayı” öyküsüyle de bir duygudaşlık var gibiydi aralarında. İki öyküde de bir araya gelmeleri pek düşünülemeyecek insanlar ortak paydada buluşturulmuş. Tosun; İstanbul’un farklı ekonomik, sosyal ve siyasal çevrelerinden gelen insanlarının yazgısını birbirine bağlıyor bir şekilde. Rumlar, çocuklar, travestiler, fahişeler, LGBTİ bireyler; Tosun’un öykü kişileri arasında ön planda yer alıyor.


Dokunma Dersleri de yine bölümlere ayrılmış bir kitap. "En çok Tanıdık Yabancılar Makamı" isimli ikinci bölümü beğendim. Yazar, yine kendi sularında yüzüyor buradaki öykülerde de. Ancak ben Peruk Gibi Hüzünlü’yü daha çok sevdim.


4. Juan Rulfo,  Ova Alev Alev: Meksika edebiyatının kurucu isimlerinden Juan Rulfo, başta Marquez olmak üzere pek çok Latin Amerikalı yazara ilham vermiş. Öyküyü klasik anlatma geleneğinden kopararak farklı anlatım teknikleri ve ifade yollarıyla yeni bir kanal açmış. Modernist edebiyatta sık kullanılan geriye dönüş, bilinç akışı ve iç monolog gibi teknikler; Rulfo’nun öykü evreninde de karşımıza çıkıyor. Meksika kırsalında şiddet ve ölümün kol gezdiği bir atmosferde geçen öykülerde, yerel motifler kullanılsa da özellikle bizim coğrafyamıza yabancı gelmeyecek konu ve temalar işleniyor. Erkek egemen bir kültürün kodları, gelenekler, inançlar, kadınların geri planda kaldığı yaşamlar, baba-oğul çatışması, iktidar çekişmeleri öykülerin çatısını oluşturuyor.

“Çok Yoksul Olduğumuz İçin” kitaptaki favori öyküm. Derslerde de inceliyoruz bunu. Çeyizi durumundaki ineğin sel sularına kapılmasından sonra ablaları gibi fahişe olacağından korkulan küçük bir kızın hikâyesi anlatılıyor burada. Çok dokunaklı gerçekten. En sevdiğim öykülerden biridir. 


5- 6. İhsan Oktay Anar’dan iki roman okudum arka arkaya. Osmanlı döneminde yaşamış üç kuşak mucidin hikâyesinin merkezde olduğu Kitab-ül Hiyel’i ikinci okuyuşum. Derste işlediğimiz için tekrar okuma ihtiyacı hissettim ve ilk okumadan farklı detaylar yakaladım. Anar, böyle sürprizli bir yazar işte. Onu her okuyuşta yeni şeyler öğrenir, keşfeder ve kültür sahibi olursunuz. Kitab-ül Hiyel de metinlerarası ilişkilere fazlasıyla yer veren; bolca efsane, mit, dinî gönderme ve tarihi bilgi içeren, üstkurmacayla yazılan bir postmodernist metin örneği. Bu yüzden dikkatli okumakta fayda var. Öyle okudum, bitti deyip bir kenara atamıyor insan, üzerinde sıkça düşünüyor.


Suskunlar’ı ilk defa okudum. Anar, bu sefer Osmanlıda yaşayan müzisyen ve semazenlere dair bir roman yazmış. Olay örgüsü, Mevlevi kültürüyle ilgili birçok öğe içeriyor. Dini göndermeler yazarın diğer kitaplarında olduğundan daha fazla. Hatta kitaptaki karakterlerin isimleri de sembolik: Batın, Zahir, Eflatun, Davud vb. Kişiler arasında dini kendi çıkarlarına alet eden kötü kalpli insanlar da yer alıyor. Bu yüzden romanın tamamında din çok önemli bir unsur olarak kullanılıyor. Din adamlarının camide verdikleri vaazlarda ayet ve hadislerden alıntılar yapılmış. Bu bölümlerde Anar’ın Osmanlıca kullanımı had safhada. Bunun dışında yine çok renkli, katmanlı, izlekli, karakterli, teknikli bir “karnaval” diyebiliriz Suskunlar için. Anar’ın artık kemikleşmiş bir üslubu var zaten. Okuru onu bilir ve nasıl bir dünyayla karşı karşıya olacağını bilerek başlar okumaya. İhsan Oktay, bence son yılların en güçlü kalemlerinden biri. Onun romanlarını okuyunca aydınlanıyor sanki insan. Hep söylediğim gibi Anar okumak, sadece kurgunun o muhteşem dünyasına kendini kaptırmak değildir. Sonuç olarak hayatı ve insanı tanır; bu coğrafyada yaşananlara tanıklık eder, tarihin ne derece tekerrür ettiğine şaşırırsınız. En sonunda ise her şeye rağmen bu dünyanın bir mucize olduğunu kabul edersiniz.


7. Hikmet Hükümenoğlu’nun kısa bir zaman önce basılan Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri kitabı, özellikle kapağı nedeniyle çok konuşuldu. Evet, kapak daha farklı olabilirdi belki ama beni pek rahatsız etmedi açıkçası. İsminden dolayı yalnızca aşk öykülerinin yer aldığı bir kitap diye düşünmüştüm önce; ama kitapta yalnızca aşk yok tabii ki. Hatta açılış öyküsü, “Arıların Yön Duygusu” bir aile trajedisini anlatıyor. “Aşk Öyküleri- No.-“ üst başlığını taşıyan altı öykü var. Bunlarda aşkın türlü türlü hâllerine değiniliyor. Saplantıya dönüşeni de mevcut, karşılıksız olanı da. Bazen duygusal bir hava barındırıyor öyküler bazen de hikâye, kara mizaha evriliyor. Aşk gibi yani, ne zaman ne yapacağı belli olmayan cinsten.

Kitapla aynı ismi taşıyan öyküyü büyük bir merakla okudum. Burada ilginç kişilik özellikleri ve zevkleri olan pasta ustası Faik Bey’in aşk karşısındaki çaresizliği ve yenilgisi anlatılıyor. Faik Bey, siparişle özel olarak yaptığı pastalara kişiye özel notlar da koyuyor. Bir gün eve gelen bir müşteri -Süreyya Hanım-, Faik Bey’den kendisi için bir öykü yazmasını istiyor ve olaylar gelişiyor. Çok yaratıcı bir öykü konusu bu bence; ama öykünün sonunda biraz hayal kırıklığına uğradım sanki. Daha farklı bitebilirdi bana kalırsa.

“Sumru, Cemre ve Ben” ile “İki Kişi Bir Bavula Sığmak Zor”, bu kitabın en iyileri bence. “Sumru, Cemre ve Ben” öyküsünde üç arkadaşın anne olmak üzerine yaptıkları feminist yorumlar çok hoşuma gitti. “Yürüyün be kızlar, kim tutar sizi” demek geldi içimden. Gerçi olaylar geliştikçe bu konuşmalar biraz lafta kaldı; ama bu öyküdeki söylemi ve güçlü kadın figürlerini sevdim.

Son olarak bu kitapta beni en çok rahatsız eden şey, bütün “hâlâ” kelimelerinin “hala” şeklinde yazılmasıydı. Nedenini gerçekten hiç anlamadım ve okurken çok rahatsız oldum.


8. İsmini Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” isimli şiirinde geçen bir dizeden alan Maveraünnehir Nereye Dökülür?, Engin Barış Kalkan’ın ilk öykü kitabı. Kitapta dokuz öykü var ve hacimli öyküler bunlar genelde. Olay anlatımını ıskalamayan yazar, bu noktada günümüzün genç yazarlarından -çoğunlukla- ayrılıyor diyebiliriz. Olaylar, genelde İstanbul’da, Kadıköy’de, ortak mekânlarda geçiyor. Zaten öyküler ufak öğelerle birbirine bağlanmış denebilir. “Serpme Kahvaltı”da yıllar sonra tekrar alevlenen bir eski aşk, “Ayfer Daha Ne Yapsın?”da radyo oyunu oynamaktan zevk alan sevgililer, “Rabarba”da bir düğün salonunda gerçekleşen ufak çaplı bir sinir krizi; öykünün merkezinde yer alıyor. Kitaba adını veren son öykü ise sürprizli. Yazar, burada üstkurmaca tekniğini kullanarak bu eseri nasıl yazdığını anlatıyor gibi. Burada eseri yazan kişi, Kalkan’ın kendisi olmayabilir tabii de nedense bana öyle geldi. Bu öyküler neden ve nasıl bir ruh hâliyle yazılmış sorusunun cevabını almış gibi hissettim. Kalkan, kendine özgü bir üslup yaratmayı başarmış bence. Çok farklı bir tarzla karşılaşmadım belki ama sevdim ben bu kitabı. Kalkan, kitapta birkaç kez ismini andığı Raymond Carver’ın öykülerinden bir hayli etkilenmiş görünüyor. Umarım ikinci öykü kitabı yakında çıkar.


9. Tatile gitmeden önce son okuduğum kitap yine öykü türünde oldu. Ankara Kitap Fuarı’nda İletişim Yayınları’nın indirim standından aldığım Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler’in yazarı 1995 doğumlu Batıkan Köse. İnsan bu genç yaşında İletişim’den kitap çıkarabilen bir yazarı merak ediyor doğrusu. Kitaptan birkaç öykü okuduktan sonra devam etmemeye karar vermiştim aslında. Tamamen kelime oyunlarına yaslanan, anlamın çok geri planda kaldığı, tuhaf kişi ve olayların yer aldığı öykülerdi bunlar. Sonra biraz daha şans vereyim dedim. İyi ki de öyle yapmışım. Okudukça yazarın tarzına alıştım, hatta eğlenmeye başladım. Köse’nin çok değişik bir üslubu var. Mizah ve dil oyunları en önemli anlatım unsurları. Ancak bu dil oyunları biraz azaltılsa daha iyi olabilir. Sevdiğim öykülerin isimleri içeriklerine dair bir fikir verebilir size: “Misafirli Çocuklu Zeytinli Rüyanın Psikanalizi”, “Rüya Vergisi”, “Meddahbaşı Mehmet Rıza’nın Manav Torunu”, “Babamın Postmodern Otobiyografik Romanı” ve bence kitabın hem en komiği hem de en şahanesi “Bir Buluşmanın Cirosu”.

Son olarak uzun yıllar sonra ilk kez bir kitabı bitiremediğimi de ekleyeyim. Can Yayınları’nın yayımladığı Guillermo Cabrera Infante imzalı Vefasız Peri. Kendimi zorladım ama kitap ilerlemedi bir türlü. Çok fazla söz oyunu ve gönderme vardı metinde ama esas olan yazarın derdini, ne yapmak istediğini anlamamamdı sanırım.

Vee geldik sona. Bol öykülü iki ay oldu. Hüzün mevsiminde tekrar görüşeceğiz.


20 Temmuz 2018 Cuma

Benim Kitaplarım

Aylık Okuma Notları (Haziran)


1. Yaz aylarında daha önce okumadığım klasikleri okuma niyetindeyim. Bu yüzden öncelikle Jane Austen'ın Aşk ve Gurur'undan başladım. Kitabın birçok çevirisi var. Ben, Nihal Yeğinobalı'nın Can Yayınları'nca yayımlanan çevirisini tercih ettim. Kitaptan uyarlanan Joe Wright imzalı Pride and Prejudice (2005) filmini izlediğim için kitabın konusuna hâkimdim. Jane Austen uyarlamalarını kaçırmamaya çalışırım zaten. 2007'de çekilen, başrollerinde Anne Hathaway ve James McAvoy gibi ünlü oyuncuların yer aldığı Becaming Jane (Aşkın Kitabı) filmini de anmadan geçemeyeceğim. Austen'ın kaleminden çıkan bu duygusal aşk hikâyeleri bana her zaman etkileyici gelmiştir.

Aşk ve Gurur, kitabın adından da anlaşılacağı gibi gururlarını aşklarının önüne koyan iki insanın hikâyesini ele alıyor. Neyse ki sonunda aşk galip geliyor da kitap boyunca birbirlerini yanlış anlayan ve bir türlü bir araya gelemeyen aşıklar mutluluğa erişiyor. Esas kızımız Elizabeth Bennett, taşralı Bennett ailesinin kızı. Elizabeth'in annesinin hayattaki en büyük amacı kızlarını evlendirmek olunca olay örgüsü, Elizabeth ve kız kardeşlerinin gönül maceraları üzerine kuruluyor. Esas adamımız Mr. Darcy ise (ki daha sonra Bridget Jones'taki Mark Darcy başta olmak üzere pek çok romantik komedi karakterine ilham vermiştir) oldukça varlıklı ve soylu bir aileden gelen, soğukluğu ve züppeliği ile tanınan biri. İki âşık arasındaki çatışma, hem karakter hem de sınıf farklılığı üzerinden ilerliyor. Aşk temasını işlerken dönemin ve İngiliz toplumunun bir panoramasını da sunuyor Austen. Karakter yaratımındaki yetkinliği, esprili dili, dönemine göre kadını ele alışındaki cesur tavrı ile dikkat çeken yazar, her zaman okunabilecek bir klasik eser ortaya koymuş. Hacimli olmasına rağmen hemen bitiveriyor kitap. Romanın nasıl geliştiğini ve bugünlere geldiğini anlamak açısından da okunmalı derim. 


2. Meksikalı yazar Angeles Mastretta'nın İri Gözlü Kadınlar'ı farklı kadınların hayat hikâyelerinin anlatıldığı bir öykü kitabı. Öykülere isim verilmemiş. Her birinde Puebla adlı bir kasabada yaşayan kadınların hayatlarından kesitler sunuluyor. Bazı kadınlar, birden fazla öyküde karşımıza çıktığı için öykülerin arasında bir bütünlük olduğu söylenebilir. Bu kadınlar, farklı yaşlarda olsalar da kitabın kapağında da yazdığı gibi "güzel olmak için sabah kalkmaktan, akşam yatmaktan fazlasını yapmamak" gibi bir ortak noktaları var. Ayrıca çoğu aldatılmış, terk edilmiş veya hayatlarından memnun olmamaları için türlü sebepleri var. Bu arada kocalarını veya sevgililerini aldatan, terk eden de çok aralarında. İstemedikleri bir hayatı sürdürmeyen, cesur ve kararlı kadınlar bunlar. Arka planda Meksika Devrimi'nin ve politik ortamın izlerini, erkek egemen toplumun kadına bakış açısını, geleneklerin ve kültürel kodların gündelik hayattaki belirleyiciliğini görmek de mümkün kitapta. Bu açıdan bana daha önce okuduğum Meksikalı yazar Laura Esquivel'i hatırlattı. Esquivel, "Mastretta'nın kurmacasında tutkulu bir zekâ işbaşında" diyerek övmüş yazarı. Cinsellik ve din öğelerinin de kitapta baskın bir rol oynadığını söylemek gerek. 

Kitaptaki birkaç öyküde ilgimi çeken şu oldu: kadınlar, kendilerini aldatan kocalarına karşı anlayış gösteriyorlar bir noktada. Örneğin "İki kat sevmek insanı güçten düşüren bir şey olmalı" diye düşünüyor Carmen adlı bir karakter. Kocasına kızmayı bırakıp iki kadın arasında kalan eşini anlamaya çalışıyor. İhanetin böyle bir şekilde savunulabileceği aklıma gelmezdi. İşte edebiyat, empati kurma işlevini de yerine getirmiş oluyor böylece. Sonuç olarak ben bu kitabı sevdim ve Meksikalı yazarları okumaya devam edeceğim. 



3. Yıllar önce Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ni okuduğumda çok etkilenmiştim. O zamandan bu yana Milan Kundera okumak hep aklımdaydı ama bir türlü fırsat olmamıştı. Nihayet Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'nı okuyabildim. Bu kitabın yazarın hayatında oldukça önemli bir yeri var; çünkü romanın yayımlanışından (1978) kısa bir süre sonra Çek vatandaşlığından çıkarılıyor. Ülkesinin Rus işgali karşısında tavır alan ve politik görüşleri nedeniyle ülkesinden ayrılıp sürgün olarak Paris'te yaşayan Kundera, yaşamını hâlen orada sürdürüyor. Bu romanda onun politik ideallerini, Rus işgalini nasıl eleştirdiğini, dönemin politikacıları hakkındaki fikirlerini okumak mümkün. Bu nedenlerle romanın otobiyografik unsurlar barındırdığını söyleyebiliriz. Zaten yazar-anlatıcı sık sık araya girerek gerçek-kurgu bağını alaşağı ediyor, bir anlamda yapı söküme uğratıyor. Bazı kısımlarda doğrudan Kundera konuşuyor zaten. Kendi tarihiyle ve geçmişiyle yüzleşiyor. Postmodern romanın anlatım unsurlarından yararlanıyor bu yerlerde yazar. 

Yedi bölümden oluşan kitapta, bölümler arasında bazı ortak unsurlar bulunsa da tam bir bütünlük yaratıldığı söylenemez. Bu yüzden bu kitabın neden roman olarak adlandırıldığı benim için bir soru işaretiydi. Kitabı okurken zaman zaman sıkıldığımı ve anlamakta zorlandığımı da eklemeliyim. Anlatılanlar doğrudan Çek tarihiyle alakalı olduğu için biraz yerel kaldı bana göre. Bir de kitapta gerçeküstü unsurlarla metaforlar da sık kullanılıyor ve yorum gerektiren kısımlar çok oluyor. 1968 Prag Baharı sırasında yaşananlar, politikacıların isimleri, sürgünlerin başına gelenler genellikle gerçeğe uygun bir şekilde aktarılıyor. Sanırım o günleri yaşayanlara daha anlamlı gelecektir bu roman. Tabii tüm bunlara rağmen Kundera büyük bir yazar ve bugün de hâlen etkilerini hissettiğimiz evrensel sorunlara cesur bir dille değiniyor. Sözünü sakınmadan söyleyebiliyor. Kitapta geçen "İnsanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır" (s. 12) cümlesi birey-devlet ilişkisinin günümüzde de pek değişmeyen boyutunu gözler önüne seriyor. 

Ben romanda en çok "Kayıp Mektuplar" adını taşıyan dördüncü bölümü sevdim. Burada ülkesinden kaçıp bir Avrupa kentinde hayata tutunmaya çalışan Tamina'nın yaşadığı zorlukları okuyoruz. Tamina'nın hikâyesi, bana çok sevdiğim Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ndeki üslubu hatırlattı.


4. 2017 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro'nun okuduğum ikinci romanı oldu Beni Asla Bırakma. İlk okuduğum romanı Avunamayanlar, oldukça hacimli bir kitaptı ve The Guardian'da yer alan bir yazıya göre okunması en zor romanlar arasında gösteriliyordu. Avunamayanlar'ı Roman Kahramanları dergisinin "müzisyen roman kahramanları" dosyasına yazacağım yazı için seçmiştim; çünkü kitabın başkişisi önemli bir piyanistti. Bunu okuduktan sonra asıl Isgıhuro'yu tanıyabileceğim bir kitabıyla devam etmek istedim; çünkü Avunamayanlar, yazarın eserleri arasında farklı bir yerde duran, deneysel bir çalışma denebilir.  

2010 yılında Mark Romanek tarafından beyazperdeye aktarılan (Never Let Me Go) kitap, bu sayede popülerliğini artırmış. Biraz sürprizli bir hikâyesi var ve bu yüzden olay örgüsünden çok bahsetmek istemiyorum; ama kitabı okuyan çoğunluğun da hemfikir olduğu gibi kapakta kullanılan görsel, romanın romantik bir hikâyeye sahip olduğu konusunda yanıltıcı bir izlenim veriyor. Halbuki kitap; içinde birçok meselenin tartışıldığı, güncel, politik ve sanatsal göndermeleri bulunan, özgün ve farklı bir distopya. Kendi dünyasını ustalıkla yaratan Ishıguro, çok sürükleyici, merak uyandıran ve etkileyici bir roman yazmış. Bitirdikten sonra beni bir hayli düşündürdü. Kitaptan uzun uzadıya söz etme isteği duyduğum için de hemen seçmeli dersimin programına aldım. Öğrencilerin de keyifle okuyacağını ve tartışacak çok şeyimiz olacağını düşündüm. Lise ve üniversitede okutulan edebiyat dersleri için çok iyi bir kaynak bence, tavsiye ederim. Zaten eser, Time tarafından İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesine alınan modern bir klasik. 


5. Bu ay okuduğum tek yerli yazar Ahmet Büke oldu. Çiğdem Külahı, yazarın İnsan Kendine de İyi Gelir'inden sonra okuduğum ikinci öykü kitabı. Diğer kitaplarını da okuduktan sonra daha kesin bir dille söyleyebilirim sanırım ama; Büke'nin Can Yayınları'ndan çıkan kitaplarıyla Günışığı Kitaplığı'ndan çıkan eserleri arasında bazı farklılıklar var. Ben, İnsan Kendine de İyi Gelir'i çok sevmiştim. Çiğdem Külahı'nda daha farklı bir Ahmet Büke'yle karşılaştım. 2006'da yayımlanan bu eser, Beşeri Kantini'ne ithaf edilmiş. Büke, bir süre ODTÜ Jeoloji Mühendisliğinde okuduğu için burada kastedilenin bizim okuldaki Beşeri Kantin'i olduğunu düşündüm. Hoş bir sürpriz oldu. Hatta kitabı burada okuyacaktım; ama hafta sonuna denk geldiği için evde okuyup bitirdim. 

Ahmet Büke, kısacık öyküler yazsa da öyle derin ve yoğun duygulardan bahsediyor ki insan etkilenmeden duramıyor. Bunu yaparken de çok yalın bir dille, her türlü gösterişten uzak bir anlatım tarzı kullanıyor. Mekân olarak İzmir'de geçiyor genelde öyküler. Çocuklar ve deliler öykülerde önemli bir yer tutuyor. Klasik olay örgüsüne yakın öykülerin yanında belki ilk okuyuşta hemen kavranamayacak soyut, imgelere dayanan öyküler de yazıyor Büke. Her türlü konuyu rahatlıkla işleyebiliyor. Politik konularda da sözünü sakınmıyor. Yoksulluk, önemli bir izlek olarak hep ön planda duruyor. Ben bu kitapta en çok "Dünyanın Kiri" öyküsünü sevdim. "Leo Ferre Sokağı" ise farklı bakış açılarının bir arada kullanılmasıyla dikkat çekiyordu. Açılış öyküsü olan "Elmadaki Kurt" ise barındırdığı ensest imasıyla sert bir öykü olarak akılda kalıcıydı. Ahmet Büke okumaya devam edeceğim. Şimdilik bu kadar.