23 Haziran 2018 Cumartesi

Benim Kitaplarım

Aylık Okuma Notları (Mayıs)




1. Mayıs ayına bir şiir kitabıyla başlayalım. Behçet Aysan'ın bütün şiirlerinin bir araya getirildiği Düello, Kırmızı Kedi tarafından basılmış. Behçet Aysan'ın toplumsal içerikli şiirlerinden alıntılar son yıllarda twitter'da çokça paylaşıldığından ne zamandır bu kitabı okumak istiyordum. Kitabı bitirince şunu anladım ki bundan 20-30 yıl önce yazılan şiirlerde yansıtılan Türkiye gündemi ve sorunları pek  değişmiyor, değişemiyor. Bu yüzden politik yanı ağır basan Behçet Aysan şiirleri günümüzün umutsuz ve karanlık atmosferine de oldukça uygun düşüyor. Şüphesiz ki bu şiirler içerik yönünden değerli değil sadece. Aysan, kendine özgü bir imgelem dünyası ve söylem tarzı yaratmış. Karamsar bir bakış açısına sahip olduğu için okurken hüzünlenmeden duramıyorsunuz. Ben çok orijinal buldum şairin dilini. Bazı şiirleri tekrar tekrar okudum ve defterlerime yazdım. Behçet Aysan şiiri hakkında detaylı bir yazı yazmak istiyorum. Sivas'ta yakılarak can veren bu güçlü ve onurlu şairin hatırasını daha çok yaşatmak gerekir diye düşünüyorum. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitapta çok fazla sevdiğim şiir var. En sevdiklerimden birkaçı şöyle: "Keder Atlası", "Sonlu Bir Ağustosun Şiiri", "Hangi", "Aşkın Da Köle Çağı Vardır", "Yağmur Dindi", Sesler ve Küller", "Yalnız Bir Nar Ağacı,""Yarın Diye Bir Şey Var".





2. Yasmina Reza'nın Ne Mutlu Mutlulara kitabı, Can Yayınları tarafından mayıs ayında basıldı. Yazar hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kitabın ismini ve kapağını beğendiğim için almıştım açıkçası. Sonradan öğrendiğime göre farklı etnik kökenleri olan Reza, Paris'te doğmuş ve yazın dünyasına oyun yazarak giriş yapmış. Bu kitaba isim verirken de Borges'in bir cümlesinden esinlenmiş. 

Roman, farklı yaşlardan on sekiz kişinin birbirine bağlanan hayatlarını anlatan çeşitli bölümlerden oluşuyor. Bu kişilerin bazıları birbiriyle oldukça yakınken (eş, kardeş, ebeveyn vb.) bazıları da birbirlerinin hayatlarına teğet geçiyor. Kısacası son zamanlarda sinemada da edebiyatta da çok popüler olan paralel hayatlar konusunu işliyor roman. Okurken bana aynı konuyu ele alan başka romanları hatırlattı. En çok da Barış Bıçakçı'nın Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'sini. 

Kitaptaki kişilerin çoğu farklı nedenlerle mutsuz ve yalnız hissediyorlar kendilerini. Yakınlarına karşı çok dürüst davranmıyorlar, sevdiklerini kandırıyor ya da aldatıyorlar. Kitap konusu itibariyle biraz hüzünlü olsa da mizahi bir yanı da var. Çok severek okudum. Can Yayınları'nı son yıllarda yayımlamayı tercih ettikleri güncel ve güzel kitaplar için tebrik etmek gerek. 


3. Avuntular, Ömer Arslan'ın ilk öykü kitabı. Bu aralar daha çok roman okusam da son yıllarda yayımlanan öykü kitaplarını ve genç öykücüleri takip etmeye çalışıyorum. Avuntular, 2017'de basılmış. Nedense üzerinde çok konuşulmamış ve pek tanıtım yazısı da yazılmamış. Sanırım bu, edebiyat piyasasında sözü geçen isimlerin bazı yazarları bilerek ve isteyerek daha ön plana çıkarmalarıyla alakalı bir durum. Kitap eklerinde, hatta twitter'da hep aynı kitaplardan ve yazarlardan bahsediliyor gibi geliyor bana. Edebiyat gündemini sıkı takip edenler fark etmiştir bence bu durumu. Bu tespitimi gündeme getirme sebebim; Avuntular'ın bir ilk kitaba göre oldukça yetkin bir eser olduğunu, ancak pek tanıtılmadığını düşünmem. Zamanla daha çok okura ulaşacaktır sanırım.

Avuntular, bir ilk öykü kitabı için biraz hacimli sayılabilir. Ancak 163 sayfalık bu kitap, bence olgun bir dilin ve üslubun ürünü. Yazar; kitabını yayımlamadan önce öyküler üzerinde iyice çalışmış, kendi öykü dünyasını yarattığına inandıktan sonra bunları okura sunmuş gibi görünüyor. Ayrıca derdi olan bir yazar bence. Yazmak için yazanlardan değil. Ben en çok "Parçalı Bulutlu", "Korkulukmuşsun", "Yalnız Yemek Vakti" ve "Kanalıma Hoş Geldiniz" isimli öykülerini sevdim. 

Bu arada edindiğim bilgilere göre Ömer Arslan, meslektaşımmış. Edebiyat mezunu olup da roman, öykü veya şiir yazan arkadaşları ayrıca takdir ediyorum. Aldığımız edebiyat eğitimi -çoğunlukla- bizi kurgusal eserler yazmaktan uzaklaştırıyor, hatta soğutuyor. Edebiyat tarihçisi ya da araştırmacısı olarak yetiştiriliyoruz çünkü biz. Bu nedenle bu hengameden çıkarak "dümeni yaratıcılığa kıranları" ayrıca tebrik ediyorum. 


4. Çok sevdiğim bir yazar olan Ayfer Tunç, son olarak Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura romanını yayımladı ama ben ondan önce Yeşil Peri Gecesi'ni okuyayım dedim. Ayfer Tunç, bu romanında da öncekilerde olduğu gibi dert edindiği meseleleri kendine özgü üslubuyla aktarmaya devam ediyor. Burada esas derdi, modernizmin getirdiği yaşam biçiminin ve değerlerin hayatımız üzerindeki etkilerini bir kadının yaşadıkları ekseninde vermek. Bu kadın, yazarın Kapak Kızı romanının da başkişisi olan Şebnem. İki kitaptaki olay örgüsü bir şekilde birbirine bağlandığı için öncelikle Kapak Kızı'nı okumak daha doğru olacaktır ama ben bundan başladım. 

Yeşil Peri Gecesi, Şebnem'in eski sevgilisi Ali'yi ziyaret etmesiyle başlıyor. Geri dönüşlerle birlikte olay örgüsünün en önemli halkasını oluşturan ve Şebnem'in eşi Osman'la yaşadıklarını kastederek "aşkımızın ipini çektiğim gece" diye nitelediği gecede yaşananları öğreniyoruz. Daha da geriye dönüldüğünde ise Şebnem'in çocukluğundan itibaren büyüme sürecini, ailesiyle yaşadıklarını, genç kızlık dönemlerini, Ali'yle nasıl tanıştığını, Osman'la nasıl evlendiğini ayrıntılı olarak okuyoruz. Her zamanki gibi birçok olay halkası ve roman kişisi içeren bir Ayfer Tunç romanıyla karşı karşıyayız. Karakterlerinin iç dünyalarını ve psikolojilerini derinlemesine yansıtan yazar, bir Türkiye panoraması da çiziyor aynı zamanda. Bence Ayfer Tunç romanlarının en güçlü yanı da bu. Sadece olay örgüsünü takip etmezsiniz onu okurken. Olayların toplumsal arka planı çok önemlidir. Ayfer Tunç okumak  kısa Türkiye tarihi okumak gibidir bu yüzden. 

Şebnem'in başına gelenler ve kadın olarak ödemek zorunda kaldığı bedeller, bizi bir kadın hikâyesiyle de baş başa bırakıyor. Olay örgüsüne dair fazla detay vermek istemiyorum ama sonlara doğru sert ve hazmetmesi zor konularla yüzleşmek zorunda kalacağınızı söylemem gerek. Birkaç gece uykularınız da kaçabilir. Etkileyici bir kitap. Yazarın günümüz dünyasına dair tespitleri de oldukça düşündürücü. Örneğin "Riyanın altın çağını yaşadığı bu dünya artık bir çirkef çukurudur. Siz hâlâ bu dünyaya inanıyor musunuz?" (s. 430) vb. birçok soru, tespit, yorum ve değerlendirme var kitapta. 

Kitapla ilgili tek eleştirim, yazarın bazı yerlerde tekrara düştüğünü hissetmem. Evet, Ayfer Tunç hacimli romanlar yazmayı sever biliyorum; ama Şebnem'in hayatına dair bazı olayları çok ayrıntılı anlattığını düşündüm. Sanki biraz daha kısa verebilirdi kimi bölümleri. Böylece ben bu detayı daha önce okudum hissine de kapılmazdık. 

5. Sibel K. Türker'i ilk kez okudum. Bazen henüz hiç okumadığım ne kadar çok yazar olduğuna hayıflanıyorum; ama sanırım hep okumadığım birileri kalacak. O kadar çok kitap var ki okunacak ömür bile yetmeyecek merak edilen her yazarı keşfetmeye. Hayıflanmak gereksiz. Neyse ki merak ettiğim bir yazarı okuyabildim. Meğer Sibel K. Türker Ankara'da yaşıyormuş ve avukatmış. Hayatı Sevme Hastalığı'nı kitap fuarındaki sahaflardan almıştım. Türker, üretken bir yazar. Hangi kitabından başlamak gerekirdi emin değilim. Ben yine ismini sevdiğim için bunu seçtim. Kitap, Duygu Asena ve Yunus Nadi Roman Ödülleri'ni kazanmış. 

Türker'in değişik bir üslubu var. Kitap neyi anlatıyor diye sorarsanız tam olarak cevap veremem sanırım. Yani olay örgüsünün içine çeşitli konular ve temalar yedirilmiş ama yazarın esas derdi, farklı kadınlık hâllerini resmetmek ve kadınların ne yaşarlarsa yaşasınlar, hayatı sevmekten vazgeçmeyeceklerini ifade etmek sanırım. Kitabın başında bir anne-kız hikâyesi anlatılacak zannettim; ama olay daha farklı noktalara kaydı sonradan. Ki bence zorlu bir hayatı olan ve kızını yetimhaneye bırakmak zorunda kalan anne Şükran'dan daha çok bahsedilseydi daha etkileyici bir roman olurdu. Kitabın giriş cümlesi de bunu vadediyordu çünkü:"İnsan annesini kaybedince ölümlü olduğunu anlıyor. Bir de aşkın bitme noktasında."

Olay örgüsü, seslendirme sanatçısı olan Ayda ve komşusu bankacı Neşe arasında geçenler üzerinden ilerliyor. Ayda, sevgilisi Gurur tarafından terk edilip depresyona girince ilginç hareketleri ve kişiliğiyle dikkat çeken Neşe'yle yakınlaşıyor. İki kadının diyalogları ve yaşadıkları ekseninde -kitabın arka kapağında da belirtildiği gibi- aşk, yalnızlık, erkeklerle hesaplaşma, müzik, alkol, ahlak gibi pek çok konuya değiniliyor. Kitapta oldukça güzel pasajlar vardı ama bütününe baktığımda beni çok da etkilemedi. Daha yakından tanımak için birkaç kitabını daha okuyacağım Türker'in.

Son olarak bu kitapla ilgili neler söylenmiş diye bakarken daha önce duymadığım bir polemik hadisesinden haberdar oldum. Sibel K. Türker, kitabıyla ilgili eleştiri yazan Irmak Zileli'ye cevap vermiş ve bu konuda fikir belirten birileri daha olunca kitap etrafındaki polemik dalgası büyümüş. Bakalım, bunları okuduktan sonra kitabı daha geniş bir perspektiften değerlendirebilirim belki. 

Kitaptan bir alıntıyla bitireyim: 

"Tüm kutsal metinler iyilikle yalnızlığı bir arada görür, aynı değerde tutar. Peygambere karşılık müşrik-ler, inanana karşılık kâfir-ler. Lar, ler, lar, ler... Görüldüğü gibi düşman hep fazla sayıda, her daim kalabalık" (s. 166). 

19 Haziran 2018 Salı

Benim Kitaplarım


Aylık Okuma Notları (Nisan)



1. Edip'in Lastik Topu; en sevdiğim şairlerden biri olan Edip Cansever'in aile üyeleri, dostları ve yazar-şair arkadaşları tarafından aktarılan anılarının bir araya getirildiği bir portre kitabı. Fethi Naci, Memet Baydur, Selçuk Baran, Cemal Süreya ve Mefharet Cansever gibi isimlerle konuşan Ülkü Uluırmak, 1980'lerin ortalarında Cansever'le ilgili bir biyografi yazmak istemiş. Aradan geçen zamanla birlikte bu hayali gerçekleşmeyince elde ettiği bilgileri kullanmak adına bu anı kitabını hazırlamaya karar vermiş. Böylece Edip Cansever'i sevenler için gerçekten iyi bir kaynak çıkmış ortaya. Ben büyük bir ilgi ve merakla okudum. Şairlerin hayatlarına yakından bakmak her zaman ilgi çekicidir bana göre. Okuduklarımdan yola çıkarak özetle şöyle bir şair portresi çizebilirim size: Yirmi dört saat şiir düşünen, şiir yazan ve kafası şiirle dolu bir şair Edip Cansever. İçmeyi, rakı sofralarında arkadaşlarıyla konuşmayı, tartışmayı çok seviyor. En çok da şiir üzerine konuşmaktan zevk alıyor. Hatta kimi zaman fikirlerinden ödün vermediği için yakın dostlarıyla polemiklere giriyor. Bazı arkadaşlarıyla bu polemikler yüzünden yolları ayrılmış. Fethi Naci, bir zamanlar yakın arkadaş olduğu ancak sonradan darıldığı Cansever hakkında pek hoş konuşmamış mesela. Kitapta bana en ilginç gelen bölüm Naci'nin söyledikleriydi.

Bu konuyu bir kenara bırakıp tekrar Cansever portresine dönersek; tiyatro ve resim sanatlarına ilgi duyan şair, felsefe okumaları da yapıyor. İyi, evine bağlı, sadık bir eş ve anlayışlı bir baba. Çapkınlık hikâyeleriyle anılan birçok şairin aksine genç yaşta evlenen ve klasik bir aile babası imajı veren bir insan. Cemal Süreya'nın aktardığına göre kendini yoksul göstermeye çalışıyor. Yoksul kesimden gelen arkadaşlarının yanında burjuva kökenli oluşundan sıkılıyor. Benim tanıdığım Edip Cansever kısaca böyle. Siz en iyisi kitabı okuyun ve şairi daha yakından tanıyın. 


2. Yalnız Seni Arıyorum, uzun yıllar sonra ortaya çıkan gizli bir aşkın vesikaları konumundaki mektupların bir araya getirildiği bir eser. 1947-1950 yılları arasında yazılan bu mektupların muattabı, Nahit Hanım. Dönemin ünlü bürokratlarından Halil Vedat Fıratlı'nın (aynı zamanda Orhan Veli'nin öğretmeni de olmuştur) eşi olan Nahit Fıratlı, Orhan Veli'nin en büyük aşkı olarak biliniyor. "Ben Orhan Veli" şiirinde "Bir de sevgilim vardır, pek muteber; / İsmini söyleyemem,/  Edebiyat tarihçisi bulsun" diyerek ismi gizlenen Nahit Hanım, Cemal Süreya'nın deyişiyle "Cumhuriyet gibi bir kadın"dır ve pek çok ünlü şair ve yazarla (başta Sabahattin Ali) ahbaplık etmiştir.

Kitabın ön sözünde bu mektupların neden 64 yıl sonra gün yüzüne çıkarıldığına değinilmiş. Şairin mektuplarını saklayan kız kardeşi de Nahit Hanım da bu mahrem belgelerin yayımlanması yoluyla Orhan Veli'nin kişiliğine ve şairliğine zarar gelmesini istemiyorlarmış. Bir yanıyla haklı bir kararmış bence. Çünkü mektupları okuduğum zaman Orhan Veli adına üzüldüm. Öncelikle şiirlerindeki gibi muzip bir karakterden ziyade umutsuz bir şair portresi çıkıyor karşımıza. Sürekli parasızlıktan şikayet ediyor Orhan Veli. Dönemin en popüler şairlerinden biri; ama kış geldiğinde manto alacak parası olmadığı için dışarı çıkamıyor. Nahit Hanım, Ankara'da kendisi İstanbul'da yaşadığı için sık sık sevdiği kadını görme ümidinden bahsediyor; ancak Nahit Hanım'ın toplumsal konumundan dolayı bir araya gelmeleri de pek mümkün olmuyor. Benim kitapta Orhan Veli adına en çok üzüldüğüm nokta, sürekli olarak Nahit Hanım'ın serzeniş ve şikâyetlerine maruz kalarak kendini savunması. Nahit Hanım'ın mektuplarını okuyamıyoruz gerçi ama şairi ne kadar darladığı anlaşılıyor yazdıklarından. Kitapta beni güldüren kısımlardan biri Orhan Veli'nin at yarışlarıyla ilgili tahminlerde bulunduğu kısımlardı. Sevdiği kadına da "şu ata oyna falan" diye öğüt vermiş birçok kere. Bu kitaptan Orhan Veli'yle ilgili çok şey öğreneceksiniz. Mutlaka okuyun derim; ancak şiirlerinden tahmin ettiğinizden biraz daha farklı bir şair kişiliğiyle karşılaşıp şaşırabileceğinizi belirtmem gerek. 


3. İlginç ve farklı bir kitap okumak isteyenlere önerebileceğim Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın romanı (novella da denebilir) Japon yazar Juniçiro Tanizaki'nin elinden çıkma. Tanizaki'yi ilk kez okuduğum için tarzı bana çok farklı geldi. Kitabın konusu da öyle. Kısaca bahsetmem gerekirse hikâye, kitabın adından da anlaşılabileceği gibi iki kadın; Fukuko ile Şinako, bir adam, Şozo ve Lili isimli bir kedi arasında geçiyor. Şozo, Şinako'dan ayrılıp kuzeni Fukuko'yla evlenir. Başlangıçta her şey yolunda gibi görünür ta ki Şinako, Fukuko'ya bir mektup yazıp kocasının en sevdiği varlık olan kedisi Lili'yi ona vermelerini isteyene kadar. Bundan sonra yaşanan olaylar, bir kedinin insanlar arasındaki ilişkileri ne kadar etkileyebileceğini gösteriyor. Kocasıyla mutlu olmaktan başka hiçbir şey istemeyen Fukuko, işlerin beklediği gibi gitmediğini anlayınca evliliği bambaşka bir şekle evriliyor. Ben kedileri çok sevmediğim için kedi sevgisinin nelere mal olacağını tam olarak kestirememiş olabilirim ama Tanizaki, hiç kuşkusuz sadece bundan bahsetmiyor. İnsan ruhunun karmaşıklığı, karanlığı ve insan ilişkilerinin anlaşılmazlığına dair bir roman bu aynı zamanda. 




4. Fasa Fiso, Teoman'ın çocukluğundan bugüne tüm yaşamını ayrıntılı olarak anlattığı anı kitabı. Teoman benim taa çocukluğumdan beri en sevdiğim müzisyen olduğu için böyle bir kitap yazmasına çok sevindim. Gerçi eskiden ona ait tüm yazıları ve röportajları biriktirdiğim için hakkında birçok şey biliyordum ama onun kendi kaleminden okumak ayrı bir zevk oldu tabii. Ayrıca edebiyata büyük bir ilgisi olan Teoman'ın edebî yanının kuvvetli olduğunu da söyleyebilirim. Kitapta Teoman'ın yazdıklarının dışında röportajlardan alınmış kimi pasajlar da var. Birçok fotoğraf ve belge de tabii. Zaten oldukça hacimli bir kitap Fasa Fiso. Teoman hem özel hayatını, aile yaşamını, müzisyenliğini anlatmış uzun uzun, hem de özeleştiri yapmış, kendisiyle yüzleşmiş sık sık. Özellikle müziği bırakmasına neden olan süreci ve iç dünyasının karmaşıklığını, ruhsal problemlerini açık açık yazmaktan çekinmemiş. Teoman'la ilgili birçok yeni şey de öğrendim kitaptan. Bir kere bizim tahmin ettiğimizden çok daha çapkın biriymiş. Aşk maceralarına da hatırı sayılır bölümler ayırmış zaten. Bu kitap Teoman'ın mirası gibi geldi bana. Mesleğinden eskisi gibi zevk almayan Teoman, yapabileceği her şeyi yapmaya çalışıp kariyer puzzle'ını tamamlamak istiyor gibi. Bu kitabı yazmasaymış bir şeyler eksik kalacakmış sanki. Gerçi ön sözde burada yazdıklarımı çok da ciddiye almayın, neticede her şey fasa fiso diyor ama bence gerçek hiç de öyle değil. Koskoca bir hayat var ortada. Teoman'ı seviyorsanız mutlaka okuyun bence kitabı. Ben altını çize çize okudum. Hatta başka hiç kimse için yapmayacağım bir şekilde saatlerce ayakta bekleyip imzamı da kaptım. Hatıra fotoğrafımız da şurada dursun :) 




5. Virginia Woolf'un kült eseri Mrs. Dalloway'i ikinci okuyuşum. Hakkıyla ilk okuyuşum demem lazım aslında; çünkü ilk okuduğumda kitap bana çok karmaşık gelmişti. Halbuki bu sefer iki buçuk günde ve çok büyük zevkle tamamladım okumayı. Demek ki her kitabın bir zamanı var. Bilinç akışı tekniğiyle yazılan ve "Mrs. Dalloway, çiçekleri kendi alacaktı" cümlesiyle açılan kitap, evinde bir parti vermeye hazırlana Mrs. Dalloway'in bir gün içinde yaşadıklarını anlatıyor. Bu tek gün içinde sokağa çıkan, sonra evine dönen, parti hazırlıkları yapan, kızı, eşi ve hizmetçileriyle konuşan, evinde eski bir dostunu ağırlayan Dalloway; kendisiyle ve geçmişiyle de hesaplaşıyor aynı zamanda. Karakterinin bilincinden geçenleri yansıtan yazar, İngiliz toplumuna ve dönemin ekonomik, sosyal, kültürel sorunlarına dair de pek çok tespitte bulunuyor. Feminist edebiyatın yapı taşlarından olduğu kadar bir dönem romanıdır da Mrs. Dalloway. V. Woolf'un uzun ve tumturaklı cümleleri, şiirsel tespitleri ve betimlemeleri var kitapta. Dili biraz karmaşık geleceğinden kimi cümlelere takılabilirsiniz okurken. Bazı yerleri birkaç kez okudum anlamak için. Belki İngilizcesinden okumak daha iyi olabilir. Bu arada kitabı birçok farklı yayınevi yayımlıyor. Ben İletişim'den çıkan Tomris Uyar çevirisini okudum. Bu çeviri 1977 yılına ait olduğu için biraz eskimiş. Diğer çevirilerle ne gibi farklılıkları olduğunu da merak ettim doğrusu. Örneğin Kırmızı Kedi'den çıkan İlknur Özdemir çevirisi iyidir diye düşünüyorum ama ben, elimde bulunan İletişim çevirisini okudum mecburen. Bu edebiyat klasiğini herkes okumalı. Bunu bitirir bitirmez de daha eski bir yazımda (ocak okumaları) sözünü ettiğim Michael Cunningham'ın Saatler'ini okuyun lütfen. Eminim siz de benim gibi daha çok Virginia Woolf okumadığınıza hayıflanacaksınız. 


6. Bu ayın son kitabı Norveçli yazar Erlend Loe'nin Naif. Süper'i. Loe'yi YKY'den çıkan Doppler romanıyla tanımış ve çok sevmiştim. Yeni bir kitabının yayımlanacağını duyunca hemen alıp okumak istedim. Gerçi Naif. Süper, Doppler'den önce yazılmış, hatta Türkçeye de çevrilmiş (Tavanarası Yayınları). Ancak bu baskısı pek rağbet görmemiş. Doppler hayranı olan o kadar çok okur var ki bu kitabı tekrar yayımlamak farz olmuş sanırım. İki çeviri de Dilek Başak'a ait. Bu kez Siren Yayınları basıyor. Neden YKY basmadı diye merak etmedim değil ama yayıncılık sektörünün işleyişi hakkında fazla bilgim olmadığı için konunun pek deşilecek tarafı yok. Twitter'da birinin hesabında okudum (yanılmıyorsam) YKY, Loe'nin başka bir kitabını daha yayına hazırlıyormuş. Merakla bekliyorum. Naif. Süper'e gelecek olursam, kitap hayatın anlamını arayan 25 yaşındaki genç bir delikanlının eğlenceli hikâyesi. Yazarın su gibi akan mizahi üslubu sayesinde çok kolay okunuyor. Doppler kadar mükemmel değil ama bence çok iyi kitap. Ben, Erlend abiyi en sevdiğim yazarlar listesine ekledim çoktan. Bu yüzden ondan hep güzel sözlerle bahsedeceğim sanırım. Kitapla ilgili daha ayrıntılı bilgileri oggito'daki incelememden öğrenebilirsiniz. O da şurada: 

https://oggito.com/anlam-arayisinin-pesinde-naif-super-06201861991


Herkese iyi okumalar, bol edebiyatlı günler.