18 Eylül 2018 Salı

Benim Kitaplarım

Aylık Okuma Notları (Temmuz/ Ağustos)


Yaz okulu, sınav dönemi, tatil, hastalık derken yaz aylarında okuduğum kitaplarla ilgili izlenimlerimi yazmaya epey ara vermiş oldum. Son olarak haziran okumalarımı paylaşmıştım. Temmuz ve ağustosta bahsettiğim bu sebeplerle -veyahut bahanelerle demeli- okumaya çok vakit ayıramadım. Üzerinden biraz zaman geçtiği için kitaplara dair izlenimlerim de çok net olmayacak belki ama buyrunuz yeni yazıya:

1. Ahmet Büke’nin Ekmek ve Zeytin isimli öykü kitabını haziran ayında okuduğum Çiğden Külahı’ndan çok daha başarılı buldum. Büke, buradaki öykülerde hem daha sağlam kurgular yaratmış hem de öykü coğrafyasını genişleterek evrensel temalara ulaşmış. Dil ve anlatım ise her zamanki gibi usta işi. Yani nerede karşınıza çıkarsa çıksın direkt bu bir Ahmet Büke öyküsü diyebileceğiniz tarzda kendine özgü bir üslubu var yazarın. Kimi yerlerde tekrara düşülüyor; ama kitabı bitirdiğinizde vurucu ve etkileyici bir öykü dünyasıyla karşılaştığınız gerçeği değişmiyor. “Serçeler Diyorum”, “Hidroloji Mühim Mevzu!”, “Musul’da Bir Göl”, “Mısır’da Cuma”, “Soğuk ve Toz Zerrecikleri”, “Tam İstihdam” gibi öykülere yıldız koymuşum. Demek ki en sevdiklerim bunlar. Büke, bu öykülerin her birini bir gün içinde yazıyor sanırım. Çoğu öykünün altında yazılış tarihleri var.


2 - 3. Yalçın Tosun’dan iki öykü kitabı okudum temmuz ayında. Peruk Gibi Hüzünlü ve Dokunma Dersleri. Tosun’u ilk kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler’le tanımıştım. Bu kitabı okuduğumda çarpılmıştım resmen. Derslerimde de birkaç öyküyü okuyup inceliyorum. Buna rağmen diğer kitaplarını niye bu kadar geç okudum bilmiyorum. Oysa hemen gidip almıştım hevesle.

Peruk Gibi Hüzünlü’de öyküler, tematik olarak birbirleriyle ilintili olacak şekilde 4 grupta toplanmış. İlkinde çocukluk ve masumiyet, ikincisinde aşk, tutku ve cinsellik, üçüncüsünde büyümek ve erkeklik hâlleri, dördüncüsünde ise kadınlık hâlleri ve kırgınlık temaları ön planda. Böylelikle bölümler arasında bütünlük yakalandığı gibi okurun belli duygular üzerinde yoğunlaşması da sağlanıyor. Kitapta en sevdiğim öykülerden biri “Üç Kadınlı Şehir,” Tosun’un çok uyguladığı bir teknikle yazılmış. Farklı bakış açılarının aynı öykü içinde kullanılmasıyla oluşturulan çokseslilik, benim öyküde de romanda da sevdiğim bir teknik. Burada Zehra, Zöhre ve Zeren isimli üç kadınla onları bağrında taşıyan şehrin, İstanbul’un hikâyesini okuyoruz.

Kitabın kapanışını yapan “Madam Marini’nin Tamamlanmış Bir Resmi” de hayatın dışına itilmiş iki yalnız insanın yaşamını çok vurucu bir sonla veren bir öyküydü. Film izler gibi okudum. Dokunma Dersleri’ndeki “Ruhsar Hanım’la Levon Bey’in Beş Çayı” öyküsüyle de bir duygudaşlık var gibiydi aralarında. İki öyküde de bir araya gelmeleri pek düşünülemeyecek insanlar ortak paydada buluşturulmuş. Tosun; İstanbul’un farklı ekonomik, sosyal ve siyasal çevrelerinden gelen insanlarının yazgısını birbirine bağlıyor bir şekilde. Rumlar, çocuklar, travestiler, fahişeler, LGBTİ bireyler; Tosun’un öykü kişileri arasında ön planda yer alıyor.


Dokunma Dersleri de yine bölümlere ayrılmış bir kitap. "En çok Tanıdık Yabancılar Makamı" isimli ikinci bölümü beğendim. Yazar, yine kendi sularında yüzüyor buradaki öykülerde de. Ancak ben Peruk Gibi Hüzünlü’yü daha çok sevdim.


4. Juan Rulfo,  Ova Alev Alev: Meksika edebiyatının kurucu isimlerinden Juan Rulfo, başta Marquez olmak üzere pek çok Latin Amerikalı yazara ilham vermiş. Öyküyü klasik anlatma geleneğinden kopararak farklı anlatım teknikleri ve ifade yollarıyla yeni bir kanal açmış. Modernist edebiyatta sık kullanılan geriye dönüş, bilinç akışı ve iç monolog gibi teknikler; Rulfo’nun öykü evreninde de karşımıza çıkıyor. Meksika kırsalında şiddet ve ölümün kol gezdiği bir atmosferde geçen öykülerde, yerel motifler kullanılsa da özellikle bizim coğrafyamıza yabancı gelmeyecek konu ve temalar işleniyor. Erkek egemen bir kültürün kodları, gelenekler, inançlar, kadınların geri planda kaldığı yaşamlar, baba-oğul çatışması, iktidar çekişmeleri öykülerin çatısını oluşturuyor.

“Çok Yoksul Olduğumuz İçin” kitaptaki favori öyküm. Derslerde de inceliyoruz bunu. Çeyizi durumundaki ineğin sel sularına kapılmasından sonra ablaları gibi fahişe olacağından korkulan küçük bir kızın hikâyesi anlatılıyor burada. Çok dokunaklı gerçekten. En sevdiğim öykülerden biridir. 


5- 6. İhsan Oktay Anar’dan iki roman okudum arka arkaya. Osmanlı döneminde yaşamış üç kuşak mucidin hikâyesinin merkezde olduğu Kitab-ül Hiyel’i ikinci okuyuşum. Derste işlediğimiz için tekrar okuma ihtiyacı hissettim ve ilk okumadan farklı detaylar yakaladım. Anar, böyle sürprizli bir yazar işte. Onu her okuyuşta yeni şeyler öğrenir, keşfeder ve kültür sahibi olursunuz. Kitab-ül Hiyel de metinlerarası ilişkilere fazlasıyla yer veren; bolca efsane, mit, dinî gönderme ve tarihi bilgi içeren, üstkurmacayla yazılan bir postmodernist metin örneği. Bu yüzden dikkatli okumakta fayda var. Öyle okudum, bitti deyip bir kenara atamıyor insan, üzerinde sıkça düşünüyor.


Suskunlar’ı ilk defa okudum. Anar, bu sefer Osmanlıda yaşayan müzisyen ve semazenlere dair bir roman yazmış. Olay örgüsü, Mevlevi kültürüyle ilgili birçok öğe içeriyor. Dini göndermeler yazarın diğer kitaplarında olduğundan daha fazla. Hatta kitaptaki karakterlerin isimleri de sembolik: Batın, Zahir, Eflatun, Davud vb. Kişiler arasında dini kendi çıkarlarına alet eden kötü kalpli insanlar da yer alıyor. Bu yüzden romanın tamamında din çok önemli bir unsur olarak kullanılıyor. Din adamlarının camide verdikleri vaazlarda ayet ve hadislerden alıntılar yapılmış. Bu bölümlerde Anar’ın Osmanlıca kullanımı had safhada. Bunun dışında yine çok renkli, katmanlı, izlekli, karakterli, teknikli bir “karnaval” diyebiliriz Suskunlar için. Anar’ın artık kemikleşmiş bir üslubu var zaten. Okuru onu bilir ve nasıl bir dünyayla karşı karşıya olacağını bilerek başlar okumaya. İhsan Oktay, bence son yılların en güçlü kalemlerinden biri. Onun romanlarını okuyunca aydınlanıyor sanki insan. Hep söylediğim gibi Anar okumak, sadece kurgunun o muhteşem dünyasına kendini kaptırmak değildir. Sonuç olarak hayatı ve insanı tanır; bu coğrafyada yaşananlara tanıklık eder, tarihin ne derece tekerrür ettiğine şaşırırsınız. En sonunda ise her şeye rağmen bu dünyanın bir mucize olduğunu kabul edersiniz.


7. Hikmet Hükümenoğlu’nun kısa bir zaman önce basılan Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri kitabı, özellikle kapağı nedeniyle çok konuşuldu. Evet, kapak daha farklı olabilirdi belki ama beni pek rahatsız etmedi açıkçası. İsminden dolayı yalnızca aşk öykülerinin yer aldığı bir kitap diye düşünmüştüm önce; ama kitapta yalnızca aşk yok tabii ki. Hatta açılış öyküsü, “Arıların Yön Duygusu” bir aile trajedisini anlatıyor. “Aşk Öyküleri- No.-“ üst başlığını taşıyan altı öykü var. Bunlarda aşkın türlü türlü hâllerine değiniliyor. Saplantıya dönüşeni de mevcut, karşılıksız olanı da. Bazen duygusal bir hava barındırıyor öyküler bazen de hikâye, kara mizaha evriliyor. Aşk gibi yani, ne zaman ne yapacağı belli olmayan cinsten.

Kitapla aynı ismi taşıyan öyküyü büyük bir merakla okudum. Burada ilginç kişilik özellikleri ve zevkleri olan pasta ustası Faik Bey’in aşk karşısındaki çaresizliği ve yenilgisi anlatılıyor. Faik Bey, siparişle özel olarak yaptığı pastalara kişiye özel notlar da koyuyor. Bir gün eve gelen bir müşteri -Süreyya Hanım-, Faik Bey’den kendisi için bir öykü yazmasını istiyor ve olaylar gelişiyor. Çok yaratıcı bir öykü konusu bu bence; ama öykünün sonunda biraz hayal kırıklığına uğradım sanki. Daha farklı bitebilirdi bana kalırsa.

“Sumru, Cemre ve Ben” ile “İki Kişi Bir Bavula Sığmak Zor”, bu kitabın en iyileri bence. “Sumru, Cemre ve Ben” öyküsünde üç arkadaşın anne olmak üzerine yaptıkları feminist yorumlar çok hoşuma gitti. “Yürüyün be kızlar, kim tutar sizi” demek geldi içimden. Gerçi olaylar geliştikçe bu konuşmalar biraz lafta kaldı; ama bu öyküdeki söylemi ve güçlü kadın figürlerini sevdim.

Son olarak bu kitapta beni en çok rahatsız eden şey, bütün “hâlâ” kelimelerinin “hala” şeklinde yazılmasıydı. Nedenini gerçekten hiç anlamadım ve okurken çok rahatsız oldum.


8. İsmini Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” isimli şiirinde geçen bir dizeden alan Maveraünnehir Nereye Dökülür?, Engin Barış Kalkan’ın ilk öykü kitabı. Kitapta dokuz öykü var ve hacimli öyküler bunlar genelde. Olay anlatımını ıskalamayan yazar, bu noktada günümüzün genç yazarlarından -çoğunlukla- ayrılıyor diyebiliriz. Olaylar, genelde İstanbul’da, Kadıköy’de, ortak mekânlarda geçiyor. Zaten öyküler ufak öğelerle birbirine bağlanmış denebilir. “Serpme Kahvaltı”da yıllar sonra tekrar alevlenen bir eski aşk, “Ayfer Daha Ne Yapsın?”da radyo oyunu oynamaktan zevk alan sevgililer, “Rabarba”da bir düğün salonunda gerçekleşen ufak çaplı bir sinir krizi; öykünün merkezinde yer alıyor. Kitaba adını veren son öykü ise sürprizli. Yazar, burada üstkurmaca tekniğini kullanarak bu eseri nasıl yazdığını anlatıyor gibi. Burada eseri yazan kişi, Kalkan’ın kendisi olmayabilir tabii de nedense bana öyle geldi. Bu öyküler neden ve nasıl bir ruh hâliyle yazılmış sorusunun cevabını almış gibi hissettim. Kalkan, kendine özgü bir üslup yaratmayı başarmış bence. Çok farklı bir tarzla karşılaşmadım belki ama sevdim ben bu kitabı. Kalkan, kitapta birkaç kez ismini andığı Raymond Carver’ın öykülerinden bir hayli etkilenmiş görünüyor. Umarım ikinci öykü kitabı yakında çıkar.


9. Tatile gitmeden önce son okuduğum kitap yine öykü türünde oldu. Ankara Kitap Fuarı’nda İletişim Yayınları’nın indirim standından aldığım Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler’in yazarı 1995 doğumlu Batıkan Köse. İnsan bu genç yaşında İletişim’den kitap çıkarabilen bir yazarı merak ediyor doğrusu. Kitaptan birkaç öykü okuduktan sonra devam etmemeye karar vermiştim aslında. Tamamen kelime oyunlarına yaslanan, anlamın çok geri planda kaldığı, tuhaf kişi ve olayların yer aldığı öykülerdi bunlar. Sonra biraz daha şans vereyim dedim. İyi ki de öyle yapmışım. Okudukça yazarın tarzına alıştım, hatta eğlenmeye başladım. Köse’nin çok değişik bir üslubu var. Mizah ve dil oyunları en önemli anlatım unsurları. Ancak bu dil oyunları biraz azaltılsa daha iyi olabilir. Sevdiğim öykülerin isimleri içeriklerine dair bir fikir verebilir size: “Misafirli Çocuklu Zeytinli Rüyanın Psikanalizi”, “Rüya Vergisi”, “Meddahbaşı Mehmet Rıza’nın Manav Torunu”, “Babamın Postmodern Otobiyografik Romanı” ve bence kitabın hem en komiği hem de en şahanesi “Bir Buluşmanın Cirosu”.

Son olarak uzun yıllar sonra ilk kez bir kitabı bitiremediğimi de ekleyeyim. Can Yayınları’nın yayımladığı Guillermo Cabrera Infante imzalı Vefasız Peri. Kendimi zorladım ama kitap ilerlemedi bir türlü. Çok fazla söz oyunu ve gönderme vardı metinde ama esas olan yazarın derdini, ne yapmak istediğini anlamamamdı sanırım.

Vee geldik sona. Bol öykülü iki ay oldu. Hüzün mevsiminde tekrar görüşeceğiz.