Aylık Okuma Notları (Temmuz/ Ağustos)
Yaz okulu, sınav
dönemi, tatil, hastalık derken yaz aylarında okuduğum kitaplarla ilgili
izlenimlerimi yazmaya epey ara vermiş oldum. Son olarak haziran okumalarımı
paylaşmıştım. Temmuz ve ağustosta bahsettiğim bu sebeplerle -veyahut bahanelerle
demeli- okumaya çok vakit ayıramadım. Üzerinden biraz zaman geçtiği için
kitaplara dair izlenimlerim de çok net olmayacak belki ama buyrunuz yeni
yazıya:
1. Ahmet
Büke’nin Ekmek ve Zeytin isimli öykü kitabını haziran ayında okuduğum Çiğden
Külahı’ndan çok daha başarılı buldum. Büke, buradaki öykülerde hem daha sağlam
kurgular yaratmış hem de öykü coğrafyasını genişleterek evrensel temalara
ulaşmış. Dil ve anlatım ise her zamanki gibi usta işi. Yani nerede karşınıza
çıkarsa çıksın direkt bu bir Ahmet Büke öyküsü diyebileceğiniz tarzda kendine
özgü bir üslubu var yazarın. Kimi yerlerde tekrara düşülüyor; ama kitabı
bitirdiğinizde vurucu ve etkileyici bir öykü dünyasıyla karşılaştığınız gerçeği
değişmiyor. “Serçeler Diyorum”, “Hidroloji Mühim Mevzu!”, “Musul’da Bir Göl”,
“Mısır’da Cuma”, “Soğuk ve Toz Zerrecikleri”, “Tam İstihdam” gibi öykülere
yıldız koymuşum. Demek ki en sevdiklerim bunlar. Büke, bu öykülerin her birini
bir gün içinde yazıyor sanırım. Çoğu öykünün altında yazılış tarihleri var.
2 - 3. Yalçın Tosun’dan
iki öykü kitabı okudum temmuz ayında. Peruk Gibi Hüzünlü ve Dokunma Dersleri.
Tosun’u ilk kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler’le tanımıştım. Bu kitabı
okuduğumda çarpılmıştım resmen. Derslerimde de birkaç öyküyü okuyup
inceliyorum. Buna rağmen diğer kitaplarını niye bu kadar geç okudum bilmiyorum.
Oysa hemen gidip almıştım hevesle.
Peruk Gibi
Hüzünlü’de öyküler, tematik olarak birbirleriyle ilintili olacak şekilde 4
grupta toplanmış. İlkinde çocukluk ve masumiyet, ikincisinde aşk, tutku ve
cinsellik, üçüncüsünde büyümek ve erkeklik hâlleri, dördüncüsünde ise kadınlık
hâlleri ve kırgınlık temaları ön planda. Böylelikle bölümler arasında bütünlük yakalandığı gibi okurun belli duygular üzerinde yoğunlaşması da sağlanıyor.
Kitapta en sevdiğim öykülerden biri “Üç Kadınlı Şehir,” Tosun’un çok uyguladığı
bir teknikle yazılmış. Farklı bakış açılarının aynı öykü içinde kullanılmasıyla
oluşturulan çokseslilik, benim öyküde de romanda da sevdiğim bir teknik. Burada
Zehra, Zöhre ve Zeren isimli üç kadınla onları bağrında taşıyan şehrin, İstanbul’un
hikâyesini okuyoruz.
Kitabın kapanışını
yapan “Madam Marini’nin Tamamlanmış Bir Resmi” de hayatın dışına itilmiş iki
yalnız insanın yaşamını çok vurucu bir sonla veren bir öyküydü. Film izler gibi
okudum. Dokunma Dersleri’ndeki “Ruhsar Hanım’la Levon Bey’in Beş Çayı”
öyküsüyle de bir duygudaşlık var gibiydi aralarında. İki öyküde de bir araya gelmeleri
pek düşünülemeyecek insanlar ortak paydada buluşturulmuş. Tosun; İstanbul’un farklı
ekonomik, sosyal ve siyasal çevrelerinden gelen insanlarının yazgısını
birbirine bağlıyor bir şekilde. Rumlar, çocuklar, travestiler, fahişeler, LGBTİ
bireyler; Tosun’un öykü kişileri arasında ön planda yer alıyor.
Dokunma Dersleri
de yine bölümlere ayrılmış bir kitap. "En çok Tanıdık Yabancılar Makamı" isimli
ikinci bölümü beğendim. Yazar, yine kendi sularında yüzüyor buradaki öykülerde de.
Ancak ben Peruk Gibi Hüzünlü’yü daha çok sevdim.
4. Juan Rulfo, Ova Alev
Alev: Meksika edebiyatının kurucu isimlerinden Juan Rulfo, başta Marquez
olmak üzere pek çok Latin Amerikalı yazara ilham vermiş. Öyküyü
klasik anlatma geleneğinden kopararak farklı anlatım teknikleri ve ifade
yollarıyla yeni bir kanal açmış. Modernist edebiyatta sık kullanılan geriye
dönüş, bilinç akışı ve iç monolog gibi teknikler; Rulfo’nun öykü evreninde de
karşımıza çıkıyor. Meksika kırsalında şiddet ve ölümün kol gezdiği bir atmosferde
geçen öykülerde, yerel motifler kullanılsa da özellikle bizim coğrafyamıza
yabancı gelmeyecek konu ve temalar işleniyor. Erkek egemen bir kültürün
kodları, gelenekler, inançlar, kadınların geri planda kaldığı yaşamlar,
baba-oğul çatışması, iktidar çekişmeleri öykülerin çatısını oluşturuyor.
“Çok Yoksul
Olduğumuz İçin” kitaptaki favori öyküm. Derslerde de inceliyoruz bunu. Çeyizi
durumundaki ineğin sel sularına kapılmasından sonra ablaları gibi fahişe
olacağından korkulan küçük bir kızın hikâyesi anlatılıyor burada. Çok dokunaklı
gerçekten. En sevdiğim öykülerden biridir.
5- 6. İhsan
Oktay Anar’dan iki roman okudum arka arkaya. Osmanlı döneminde yaşamış üç kuşak
mucidin hikâyesinin merkezde olduğu Kitab-ül Hiyel’i ikinci okuyuşum. Derste
işlediğimiz için tekrar okuma ihtiyacı hissettim ve ilk okumadan farklı detaylar
yakaladım. Anar, böyle sürprizli bir yazar işte. Onu her okuyuşta yeni
şeyler öğrenir, keşfeder ve kültür sahibi olursunuz. Kitab-ül Hiyel de metinlerarası
ilişkilere fazlasıyla yer veren; bolca efsane, mit, dinî gönderme ve tarihi
bilgi içeren, üstkurmacayla yazılan bir postmodernist metin örneği. Bu yüzden
dikkatli okumakta fayda var. Öyle okudum, bitti deyip bir kenara atamıyor insan,
üzerinde sıkça düşünüyor.
Suskunlar’ı ilk
defa okudum. Anar, bu sefer Osmanlıda yaşayan müzisyen ve semazenlere dair bir
roman yazmış. Olay örgüsü, Mevlevi kültürüyle ilgili birçok öğe içeriyor. Dini
göndermeler yazarın diğer kitaplarında olduğundan daha fazla. Hatta kitaptaki
karakterlerin isimleri de sembolik: Batın, Zahir, Eflatun, Davud vb. Kişiler
arasında dini kendi çıkarlarına alet eden kötü kalpli insanlar da yer alıyor.
Bu yüzden romanın tamamında din çok önemli bir unsur olarak kullanılıyor. Din
adamlarının camide verdikleri vaazlarda ayet ve hadislerden alıntılar yapılmış. Bu bölümlerde Anar’ın Osmanlıca kullanımı had safhada. Bunun dışında yine çok renkli,
katmanlı, izlekli, karakterli, teknikli bir “karnaval” diyebiliriz Suskunlar için. Anar’ın artık
kemikleşmiş bir üslubu var zaten. Okuru onu bilir ve nasıl bir dünyayla karşı karşıya
olacağını bilerek başlar okumaya. İhsan Oktay, bence son yılların en güçlü kalemlerinden
biri. Onun romanlarını okuyunca aydınlanıyor sanki insan. Hep söylediğim gibi Anar
okumak, sadece kurgunun o muhteşem dünyasına kendini kaptırmak değildir. Sonuç olarak hayatı
ve insanı tanır; bu coğrafyada yaşananlara tanıklık eder, tarihin ne
derece tekerrür ettiğine şaşırırsınız. En sonunda ise her şeye rağmen bu dünyanın bir
mucize olduğunu kabul edersiniz.
7. Hikmet
Hükümenoğlu’nun kısa bir zaman önce basılan Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri
kitabı, özellikle kapağı nedeniyle çok konuşuldu. Evet, kapak daha farklı olabilirdi
belki ama beni pek rahatsız etmedi açıkçası. İsminden dolayı yalnızca aşk
öykülerinin yer aldığı bir kitap diye düşünmüştüm önce; ama kitapta yalnızca
aşk yok tabii ki. Hatta açılış öyküsü, “Arıların Yön Duygusu” bir aile
trajedisini anlatıyor. “Aşk Öyküleri- No.-“ üst başlığını taşıyan altı öykü var. Bunlarda aşkın türlü türlü hâllerine değiniliyor. Saplantıya dönüşeni
de mevcut, karşılıksız olanı da. Bazen duygusal bir hava barındırıyor
öyküler bazen de hikâye, kara mizaha evriliyor. Aşk gibi yani, ne zaman ne
yapacağı belli olmayan cinsten.
Kitapla aynı ismi
taşıyan öyküyü büyük bir merakla okudum. Burada ilginç kişilik özellikleri ve zevkleri
olan pasta ustası Faik Bey’in aşk karşısındaki çaresizliği ve yenilgisi
anlatılıyor. Faik Bey, siparişle özel olarak yaptığı pastalara kişiye özel
notlar da koyuyor. Bir gün eve gelen bir müşteri -Süreyya Hanım-, Faik Bey’den
kendisi için bir öykü yazmasını istiyor ve olaylar gelişiyor. Çok yaratıcı bir
öykü konusu bu bence; ama öykünün sonunda biraz hayal kırıklığına uğradım
sanki. Daha farklı bitebilirdi bana kalırsa.
“Sumru, Cemre ve
Ben” ile “İki Kişi Bir Bavula Sığmak Zor”, bu kitabın en iyileri bence. “Sumru,
Cemre ve Ben” öyküsünde üç arkadaşın anne olmak üzerine yaptıkları feminist
yorumlar çok hoşuma gitti. “Yürüyün be kızlar, kim tutar sizi” demek geldi
içimden. Gerçi olaylar geliştikçe bu konuşmalar biraz lafta kaldı; ama bu
öyküdeki söylemi ve güçlü kadın figürlerini sevdim.
Son olarak bu
kitapta beni en çok rahatsız eden şey, bütün “hâlâ” kelimelerinin “hala” şeklinde
yazılmasıydı. Nedenini gerçekten hiç anlamadım ve okurken çok rahatsız oldum.
8. İsmini Ece Ayhan’ın
“Meçhul Öğrenci Anıtı” isimli şiirinde geçen bir dizeden alan Maveraünnehir
Nereye Dökülür?, Engin Barış Kalkan’ın ilk öykü kitabı. Kitapta dokuz öykü var
ve hacimli öyküler bunlar genelde. Olay anlatımını ıskalamayan yazar, bu noktada günümüzün
genç yazarlarından -çoğunlukla- ayrılıyor diyebiliriz. Olaylar, genelde İstanbul’da,
Kadıköy’de, ortak mekânlarda geçiyor. Zaten öyküler ufak öğelerle birbirine
bağlanmış denebilir. “Serpme Kahvaltı”da yıllar sonra tekrar alevlenen bir eski
aşk, “Ayfer Daha Ne Yapsın?”da radyo oyunu oynamaktan zevk alan sevgililer, “Rabarba”da
bir düğün salonunda gerçekleşen ufak çaplı bir sinir krizi; öykünün merkezinde
yer alıyor. Kitaba adını veren son öykü ise sürprizli. Yazar, burada üstkurmaca
tekniğini kullanarak bu eseri nasıl yazdığını anlatıyor gibi. Burada eseri yazan
kişi, Kalkan’ın kendisi olmayabilir tabii de nedense bana öyle geldi. Bu
öyküler neden ve nasıl bir ruh hâliyle yazılmış sorusunun cevabını almış gibi
hissettim. Kalkan, kendine özgü bir üslup yaratmayı başarmış bence. Çok farklı
bir tarzla karşılaşmadım belki ama sevdim ben bu kitabı. Kalkan, kitapta birkaç
kez ismini andığı Raymond Carver’ın öykülerinden bir hayli etkilenmiş
görünüyor. Umarım ikinci öykü kitabı yakında çıkar.
9. Tatile
gitmeden önce son okuduğum kitap yine öykü türünde oldu. Ankara Kitap Fuarı’nda
İletişim Yayınları’nın indirim standından aldığım Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı
Gerçekler’in yazarı 1995 doğumlu Batıkan Köse. İnsan bu genç yaşında İletişim’den
kitap çıkarabilen bir yazarı merak ediyor doğrusu. Kitaptan birkaç öykü
okuduktan sonra devam etmemeye karar vermiştim aslında. Tamamen kelime
oyunlarına yaslanan, anlamın çok geri planda kaldığı, tuhaf kişi ve olayların
yer aldığı öykülerdi bunlar. Sonra biraz daha şans vereyim dedim. İyi ki de
öyle yapmışım. Okudukça yazarın tarzına alıştım, hatta eğlenmeye başladım. Köse’nin
çok değişik bir üslubu var. Mizah ve dil oyunları en önemli anlatım unsurları.
Ancak bu dil oyunları biraz azaltılsa daha iyi olabilir. Sevdiğim öykülerin isimleri
içeriklerine dair bir fikir verebilir size: “Misafirli Çocuklu Zeytinli Rüyanın
Psikanalizi”, “Rüya Vergisi”, “Meddahbaşı Mehmet Rıza’nın Manav Torunu”, “Babamın
Postmodern Otobiyografik Romanı” ve bence kitabın hem en komiği hem de en
şahanesi “Bir Buluşmanın Cirosu”.
Son olarak uzun
yıllar sonra ilk kez bir kitabı bitiremediğimi de ekleyeyim. Can Yayınları’nın
yayımladığı Guillermo Cabrera Infante imzalı Vefasız Peri. Kendimi zorladım
ama kitap ilerlemedi bir türlü. Çok fazla söz oyunu ve gönderme vardı metinde
ama esas olan yazarın derdini, ne yapmak istediğini anlamamamdı sanırım.
Vee geldik
sona. Bol öykülü iki ay oldu. Hüzün mevsiminde tekrar görüşeceğiz.