Benelüks turunun
ikinci gününde akşam saatlerinde Paris’e ulaşıyoruz. İlk durağımız meşhur Eyfel
(Eiffel) Kulesi’nin en iyi göründüğü yer olan Trocadéro Meydanı. Biz de orada
bulunan birçok kişi gibi Paris’e ilk kez gelen meraklı turistler olarak kule
manzaralı fotoğraflarımızı çekiyoruz. Meydanın girişindeki kiosklarda pancake
satılıyor. Özellikle nutellalı olanları meşhurmuş, ondan alıyoruz bir tane. Ardından
Champs-Elysées (Kolaylık olsun diye yazı boyunca Şanzelize diyeceğim) caddesinde
bir yemek molası verip otele geçeceğiz. Henüz Paris hakkında izlenim
edinemedik; ancak çok da yorgunuz. Esas keşif yarın olsun diyerek otele
gidiyoruz. Otelimiz, şehir merkezine biraz uzak ve Saint Ouen denilen bir
bölgede bulunuyor. Grubumuzdaki birçok kişi otel odalarının küçüklüğünden
şikâyet ediyor. Paris çok sayıda turistin ziyaret ettiği bir şehir olduğu için
buradaki bütün oteller çok küçükmüş. Odalarda yataklar sıkışık bir biçimde
dizilmiş. Paris’e gidecek olanlar için bir ön bilgi olsun, otellerde pek konfor
aramayın.
3. gün:
Turun ikinci ve
üçüncü gününü Paris’te geçireceğiz. İlk gün grubumuzla birlikte ikinci günse
kendi başımıza gezeceğiz. Toplamda 2,5 gün boyunca Paris’te kalıyoruz yani. Bu
süre Paris’i hakkıyla yaşamak için oldukça az ama vaktiniz kısıtlıysa çok hızlı
bir Paris turu da yapılabiliyor bu sürede, tecrübeyle sabit. Bir gün 23 bin
adım atmışız, cep telefonunun adımsayarı öyle gösteriyor.
Paris’te
kaldığımız ikinci güne meşhur Eyfel Kulesi’ne tırmanıp şehre yukarıdan bakarak başlıyoruz.
Hava biraz yağmurlu ve kulenin girişinde sıra var. Yaklaşık bir saat kadar
bekledikten sonra kulenin 2. katına çıkıyoruz. Gustave Eiffel tarafından 1889
yılında Paris Evrensel Sergisi için yapılan bu kule, 321 m yüksekliğinde.
İkinci kata çıkmak için 700 basamaklık engeli aşmanız gerekiyor. Asansörle
çıkmanızda fayda var. Yılda yaklaşık 6 milyon turist tarafından ziyaret edilen
kulede asansör trafiği de sıkışık oluyor. Bu yüzden ya erken saatlerde gitmeli
ya da merdivenleri çıkmayı göze almalısınız.
Eyfel Kulesi,
fotoğraflardan görüldüğü gibi ihtişamlı bir yapı değil. Bu yüzden pek çok
kişinin kuleyi görünce hayal kırıklığına uğrayıp “metal yığını” olarak
nitelendirdiğini duymuşsunuzdur. Bence de çok fazla bir numarası yok; ama tepeden
Paris manzarasını izlemek güzel. Paris, yukarıdan bakınca bir pastayı andırır
biçimde tasarlanmış. Şehri oluşturan caddeler de bu pastanın dilimleri.
Zamanında şehirde çok isyan çıktığı için güvenlik birimlerinin şehrin her
noktasına hâkim olabilecekleri bir mimari plan yapılmış. Başka bir şehirde bu
tarz caddeler var mıdır bilmiyorum ama bana ilginç ve güzel geldi.
Eyfel
Kulesi’nden indikten sonra Seine Nehri üzerinde yaklaşık bir saat süren bir
tekne turu yaptık. Bu gezi sırasında Paris’in birçok turistik noktası
görülebiliyor. Nehir, şehri sol ve sağ yaka olmak üzere ikiye ayırıyor. Nehrin
üzerinde ihtişamlı yapılarıyla dikkat çeken köprüler var. Bunlarda çeşitli
mitolojik karakterler tasvir edilmiş genellikle. III. Alexandre Köprüsü, nehir
üzerindeki en güzel köprülerden biri.
Tekne turunu
yaparken bu şehrin ne kadar Londra’yı andırdığını düşünüyorum. Thames nehri
Londra için ne demekse Seine de Paris için öyle. Her işi şehirde de kendine
özgü mimari yapılar, değeri bilinmiş ve korunmuş tarihi eserler, yemyeşil
parklar, uzun ve geniş bulvarlar, her yerden fışkıran bir turist kalabalığı var.
Güneşli havanın aniden bozması ve yağmur yağmaya başlaması bile aynı sanki.
Londra, ilk gerçek yurt dışı deneyimimi yaşadığım şehir olduğu için benim için
özeldir. Sanırım ona olan sevgimden dolayı bu karşılaştırmayı yapıyor ve –şimdilik-
Londra’yı galip sayıyorum.
Tekne turunu
tamamlayıp Lüksemburg Bahçeleri, Louvre Müzesi, Montmartre (Ressamlar Tepesi)
güzergâhını takip ediyoruz. Dünyanın en çok ziyaret edilen müzelerinden biri
olan Louvre, aslında kale olarak yaptırılmış, sonradan müzeye dönüştürülmüş.
Müzeyi oluşturan binalar, oldukça geniş bir alana yayılıyor. Louvre’un çıkışına
yakın bir yerde Benlüx adlı bir mağaza var. Buradan vergisiz parfüm, kozmetik
ürünleri, çanta vb. alabilirsiniz.
Fünikülerle
çıktığımız Ressamlar Tepesi’nde yemek yiyoruz ve Fransızların meşhur soğan
çorbasını deniyoruz. Burada çeşitli restoranlar ve cafe’ler var. Bunların
etrafına oturup tezgâh açan ressamlar, dileyen turistlerin resimlerini çiziyor.
Karakalem, suluboya ve adlarını bilmediğim çeşitli tekniklerde çizen birçok
ressam var. Tepeden görünen Paris manzarası, restoranlar ve ressamlar; pitoresk
bir tablo oluşturuyor gözümde. Zamanında birçok ünlü ressamın neden burada
yaşamayı tercih ettikleri anlaşılıyor. Tepenin ön taraflarında Adaklar Kilisesi
olarak da bilinen ve kireçtaşından yapıldığı için beyaz bir renge sahip olan
Sacré-Coeur Kilisesi’ni görüp merdivenlerden aşağı iniyoruz. Bu tepeye çıkarken
Pigalle semtinden geçiliyor. Ünlü kabare Moulin Rouge da burada. Ben filminden
dolayı Moulin Rouge’u çok daha farklı hayal etmiştim ama çok da güzel bir bina
gibi durmuyor. Paris’in “kırmızı noktası” olarak adlandırılan bu bölge, pek
tekin bir yer değil gibi gözüküyor.
Bu kadar
yürüyüşten sonra ayaklarımıza kara sular indi ama gün bitmedi henüz. Akşam,
Paris’in en ünlü eğlencelerinden biri olan Lido Şov’a gideceğiz. Paris’te iki
ünlü revü şovu var. Biri Moulin Rouge’da yapılıyor, diğeri ise Şanzelize’deki
Lido Şov’da. 23.00 ve 01.00 saatleri arasındaki bu şovun fiyatı 125 euro.
(Sanırım farklı saat ve fiyat seçenekleri de mevcut.) Şova giderken
kıyafetlerinize özen göstermeniz gerekiyor, sırt çantası ve terlikle içeri
kabul etmiyorlarmış. Şovu, bizim için ayrılan kırmızı koltuklu masalarda
izliyoruz. Yarım şişe şampanya verdiğimiz ücrete dâhil. Şovda dünyanın farklı
yerlerinden seçilmiş dansçılar çeşitli koreografilerde dans ediyorlar. Kadın dansçıların
birçoğunun göğüsleri açıkta; ama genel olarak çok da erotik bir şov değil. Şov,
çeşitli dans ve gösteri türlerinin birleşiminden oluşuyor. Buz pateni, kılıç
dansı, akrobasi, pandomim bunlardan birkaçı. Bir de canlı müzik yapan bir kadın
şarkıcı vardı. Bunun dışında görsel efektlerle süslenen şovda sahnede çeşitli
atraksiyonlar da yapıldı. Örneğin sahnenin orta kısmı aşağı- yukarı hareket
ettirildi, sahneye koyulan fıskiyelerden sular fışkırdı, masaların ucundaki
avizeler aşağı sarkıtıldı… Tüm bu unsurların harmanlanmasıyla oluşan Lido Şov,
bana biraz karışık ve değişik geldi. İzlemeseydim de olurdu diye düşündüm. Bir
de o kadar yorulmuştum ki ara sıra gözlerim kapandı. Bir kez daha merakıma
yenilen ben, uykulu gözlerle otele döndüm.
4. gün:
Dün Paris’in
turistik yerlerini –kimini yakından kimini uzaktan görerek- keşfetmiş olduk.
Bugün de şehrin kafelerini ziyaret edip biraz bohem takılacağız. Paris’te olmak
bunu gerektirir. Kafe kültürü, şehir yaşamının önemli bir parçası.
Otelden çıkıp
metroya biniyoruz. Metroda nasıl bilet alacağımıza dair küçük bir kafa
karışıklığı yaşıyoruz ama sistemi kolay çözüyoruz. Paris’e ilk kez gelenler
genellikle Paris metrosunu kullanmak konusunda sıkıntı yaşayacaklarını
düşünürler. Pek öyle değilmiş. Önemli olan önceden rotanızı ve ineceğiz
durakların isimlerini belirlemek ve farklı renklerdeki metro hatlarını takip
etmek. Bir kez aktarma yapıp Saint-Germain durağında iniyoruz.
Paris, 20 idari
bölgeye ayrılmış. Kentin çevresinde ise banliyöler var. Bir zamanların edebiyat
ve felsefe merkezi olan Saint-Germain Mahallesi, şehrin bohem havasının en çok
hissedildiği yerlerden. Burada hemen metro durağının çıkışında Paris’in en eski
ve en meşhur kafelerinden ikisi bulunuyor. Cafe de Flore ve Les Deux Magots.
Şarkılara ilham olan, pek çok dizi ve film sahnesinde görülen Cafe de Flore,
biraz kalabalık olduğu için Les Deux Magots’a oturmayı tercih ediyoruz. Jean-Paul
Sartre ve Simone de Beauvoir başta olmak üzere birçok yazar ve düşünür, bu
kafenin müdavimiymiş bir zamanlar. Varoluşçuluk akımı da burada yapılan
sohbetler sırasında filizlenmiş. Bu kafeye oturma sebeplerimden biri de onların
ruhunu yâd etmekti ama pek o havayı alamadım. Ağır bir havası vardı buranın.
Paris’teki kafelerin masa ve sandalyeleri sokağı görebilecek şekilde yan yana
istiflenmiş. O yüzden tanımadığınız kişilerle dip dibe oturuyorsunuz
genellikle. Masalar da çok küçük. Parisliler, sokağı ve insanları izlemeyi
sevdikleri için zamanla böyle bir kafe kültürü oluşmuş. Benim hoşuma gitti
doğrusu. Ancak kendimize şöyle bir ziyafet çekelim derseniz tüm
ısmarladıklarınız masaya sığmayabilir. Biz kahvaltı yapmadan otelden çıktığımız
için burada bir şeyler yeriz demiştik ama saat 12’ye geldiğinden kahvaltı saati
bitmiş, çikolatalı kruvasan kalmamıştı. Parisliler kruvasan ve kahveyle
kahvaltı ediyorlar çoğunlukla. Biz de menüden anlayabildiğimiz kadarıyla
tereyağlı ekmek ve yoğurt sipariş ettik.
Les Deux
Magots’tan çıkıp Saint-Germain’in sokaklarında yürüdük. Burada da
Şanzelize’deki gibi mağazalar ve şık butikler var. Biraz ilerleyip tıpkı Saint-Germain
gibi şehrin sol yakasında yer alan ve çoğunlukla kalburüstü kesimin yaşadığı
Saint Michel’e varıyoruz. Bu mahallede, Notre Dame Katedrali’ne yakın bir
noktada Shakespeare and Company adlı çok meşhur bir kitapçı var. Burayı keşif
listeme almıştım. Kitapçının yerini tam bulamayınca yolda adres soruyorum
birkaç kişiye. İlgiyle dinleyip yolu tarif ediyorlar. Hatta yaşlı bir amca
vardı, el-kol hareketleriyle ve Fransızca olarak yol tarifi yaptı bana.
Fransızların İngilizce konuşmadığına dair yaygın bir kanaat vardır. Bazıları bu
durumu İngilizce bilmemelerine bazıları da kendi dillerini üstün saydıkları
için İngilizce konuşmaktan kaçınmalarına bağlar. Bana ikincisi daha mantıklı
geliyor ve gözlemlediğim kadarıyla adres sorduğunuzda İngilizce konuşuyor ve
yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bir kadın telefonunu çıkarıp sorduğum kafenin
adresini navigasyondan buldu mesela.
Fransızların
yardımseverliğini bir kenara bırakıp yoluma devam edecek olursam sora sora Shakespeare
and Company’yi bulduk nihayet. Burada ikinci el de dâhil olmak üzere birçok
İngilizce kitap satılıyor. İçindeki kitap rafları ahşaptan yapılmış ve sanırım
yıllar geçtikçe bu eski tarzı korumaya özen göstermişler. Oldukça nostaljik bir
havası var. Kendine özgü dokusu olan yerleri seviyorum. Kitapçıyı gezdikten
sonra kafe kısmında oturup kahve içiyoruz. Yanında da güzel bir elmalı turta yiyoruz.
Mekânın önü genellikle kalabalık oluyor. Kitap almayacak olanlar bile bu şirin
yeri görünce içeri bakmadan edemiyor.
Kitapçıdan
çıkınca Notre Dame Katedrali’nin yanından geçip Seine Nehri boyunca yürüyoruz.
Dün tekneyle gördüğümüz yerlerden bir de yürüyerek geçelim bakalım. İlgimizi
çeken bir yer olursa ara sokaklara giriyoruz ya da beğendiğimiz köprülere
bakıyoruz. Yağmur yağmaya başlıyor ve Louvre Müzesi’ne doğru geliyoruz. Cam
Piramit’i arkamızda bıraktıktan sonra biraz yürüyüp Jeanne D’arc heykeliyle
selamlaşıyoruz. Opera Meydanı’na doğru gidip Opera Garnier binasını görüyoruz. Bu
ihtişamlı opera binası, III. Napoléon tarafından mimar Charles Garnier’e
yaptırılmış. Tekrar Louvre’un içinden geçip Tuileries Bahçeleri’ni (Jardin des
Tuileries) takip ediyoruz. Paris’teki park ve bahçeler Londra’dakiler kadar
güzel ve büyük değil. Ancak bahçenin içindeki ıhlamur ve kestane ağaçlarının
altına oturup biraz soluklanabilirsiniz. Paris halkı yaz günlerinde burayı güneşlenmek
için kullanıyor daha çok. Tuileries Bahçeleri’nin sonu Concorde Meydanı’na
ulaşıyor. Fransız Devrimi sırasında aralarında Kral XVI. Louis ve devrimin
liderlerinden Robespierre’in de bulunduğu 1119 kişi bu meydanda kurulan
giyotinde idam edilmiş. Dolayısıyla Concorde’un Fransa tarihinde önemli bir
yeri var. Bu arada bir dipnot olarak ekleyeyim Fransız Devrimi hakkında daha
çok bilgi edinmek isterseniz İngiliz yazar Charles Dickens’in İki Şehrin
Hikâyesi romanını mutlaka okuyun derim.
Concorde’u
geçince Paris’in simgelerinden Şanzelize’ye ulaşacaksınız. Bu rotayı çizerseniz
Paris’in en önemli turistik merkezlerini görmüş oluyorsunuz. Biraz fazla
yürünüyor; ama değer. Bahsettiğim bu güzergâh için metro kullanmaya gerek yok. Dilerseniz
rotayı tam tersinden başlatabilirsiniz. Şanzelize’nin diğer ucu, Arc de
Triomphe yani Zafer Takı’na bağlanıyor. Arc de Triomphe’un bulunduğu meydan
place Charles de Gaulle olarak geçiyor. 12 bulvar bu meydana açılıyor. O yüzden
dönüşlerde trafik sıkışıyor. Parisliler burada kaza yapmadan dönüş yapabilen
herkesin usta bir şoför olduğuna inanıyormuş.
Akşamı
Şanzelize’de tamamlayıp otele döneceğiz biz. Şanzelize’yi hayal ettiğim gibi
bulamadığımı hissediyorum. Şarkılarda, filmlerde karşımıza çıkan, nice sanat
eserine ilham kaynağı olmuş bu simgesel cadde, biraz lüks ve zenginlik kokuyor
açıkçası. Burada pahalı butikler ve bazı mağazaların şubeleri var. Araba
galerileri de var; ama bunlarda araba satılmıyor. Markaların tanıtımı için
yapılmış, gösteri yerleri gibi düşünebilirsiniz. Bir de caddede daha çok kafe
olacağını düşünmüştüm; ama kafe ve lokantaları bulmak için caddenin çevresindeki
sokaklara girmeniz gerekiyor. Yine de iki akşam yemeğini de burada yedik. İlk
akşam Vesuvio adlı bir İtalyan lokantasında pizza yerken, ikincisinde de 29 rue
de Marignan sokağındaki L’Entrecote’ta et, patates ve creme brulee’nin tadına
baktık. Her ikisinde de yemekler lezzetliydi ve hesap da makuldü. Şanzelize’de
Ladurée adında meşhur bir makaroncu da bulunuyor. Buradan ne zaman geçsek
önünde bir kuyruk vardı.
Yemeğimizi
yedikten sonra metroya binip otele döndük. Paris maceramız burada bitti; ama
tadı damağımda kaldı. Şehrin ruhunu yakalamak için mümkünse 5-6 gün kalınmalı
bence burada. O güzelim kafelere oturup insanları izlemeli. Paris’te keşfedecek
birçok turistik mekân, müze, kafe, semt ve cadde bulunuyor. Yakın bir gelecekte
olur mu bilmem ama umarım tekrar görüşeceğiz Paris.