4 Ağustos 2017 Cuma

Benelüks/ Paris Turu Gezi Notları 2: Paris

Benelüks turunun ikinci gününde akşam saatlerinde Paris’e ulaşıyoruz. İlk durağımız meşhur Eyfel (Eiffel) Kulesi’nin en iyi göründüğü yer olan Trocadéro Meydanı. Biz de orada bulunan birçok kişi gibi Paris’e ilk kez gelen meraklı turistler olarak kule manzaralı fotoğraflarımızı çekiyoruz. Meydanın girişindeki kiosklarda pancake satılıyor. Özellikle nutellalı olanları meşhurmuş, ondan alıyoruz bir tane. Ardından Champs-Elysées (Kolaylık olsun diye yazı boyunca Şanzelize diyeceğim) caddesinde bir yemek molası verip otele geçeceğiz. Henüz Paris hakkında izlenim edinemedik; ancak çok da yorgunuz. Esas keşif yarın olsun diyerek otele gidiyoruz. Otelimiz, şehir merkezine biraz uzak ve Saint Ouen denilen bir bölgede bulunuyor. Grubumuzdaki birçok kişi otel odalarının küçüklüğünden şikâyet ediyor. Paris çok sayıda turistin ziyaret ettiği bir şehir olduğu için buradaki bütün oteller çok küçükmüş. Odalarda yataklar sıkışık bir biçimde dizilmiş. Paris’e gidecek olanlar için bir ön bilgi olsun, otellerde pek konfor aramayın.

3. gün:
Turun ikinci ve üçüncü gününü Paris’te geçireceğiz. İlk gün grubumuzla birlikte ikinci günse kendi başımıza gezeceğiz. Toplamda 2,5 gün boyunca Paris’te kalıyoruz yani. Bu süre Paris’i hakkıyla yaşamak için oldukça az ama vaktiniz kısıtlıysa çok hızlı bir Paris turu da yapılabiliyor bu sürede, tecrübeyle sabit. Bir gün 23 bin adım atmışız, cep telefonunun adımsayarı öyle gösteriyor.

Paris’te kaldığımız ikinci güne meşhur Eyfel Kulesi’ne tırmanıp şehre yukarıdan bakarak başlıyoruz. Hava biraz yağmurlu ve kulenin girişinde sıra var. Yaklaşık bir saat kadar bekledikten sonra kulenin 2. katına çıkıyoruz. Gustave Eiffel tarafından 1889 yılında Paris Evrensel Sergisi için yapılan bu kule, 321 m yüksekliğinde. İkinci kata çıkmak için 700 basamaklık engeli aşmanız gerekiyor. Asansörle çıkmanızda fayda var. Yılda yaklaşık 6 milyon turist tarafından ziyaret edilen kulede asansör trafiği de sıkışık oluyor. Bu yüzden ya erken saatlerde gitmeli ya da merdivenleri çıkmayı göze almalısınız.
Eyfel Kulesi, fotoğraflardan görüldüğü gibi ihtişamlı bir yapı değil. Bu yüzden pek çok kişinin kuleyi görünce hayal kırıklığına uğrayıp “metal yığını” olarak nitelendirdiğini duymuşsunuzdur. Bence de çok fazla bir numarası yok; ama tepeden Paris manzarasını izlemek güzel. Paris, yukarıdan bakınca bir pastayı andırır biçimde tasarlanmış. Şehri oluşturan caddeler de bu pastanın dilimleri. Zamanında şehirde çok isyan çıktığı için güvenlik birimlerinin şehrin her noktasına hâkim olabilecekleri bir mimari plan yapılmış. Başka bir şehirde bu tarz caddeler var mıdır bilmiyorum ama bana ilginç ve güzel geldi.

Eyfel Kulesi’nden indikten sonra Seine Nehri üzerinde yaklaşık bir saat süren bir tekne turu yaptık. Bu gezi sırasında Paris’in birçok turistik noktası görülebiliyor. Nehir, şehri sol ve sağ yaka olmak üzere ikiye ayırıyor. Nehrin üzerinde ihtişamlı yapılarıyla dikkat çeken köprüler var. Bunlarda çeşitli mitolojik karakterler tasvir edilmiş genellikle. III. Alexandre Köprüsü, nehir üzerindeki en güzel köprülerden biri.




Tekne turunu yaparken bu şehrin ne kadar Londra’yı andırdığını düşünüyorum. Thames nehri Londra için ne demekse Seine de Paris için öyle. Her işi şehirde de kendine özgü mimari yapılar, değeri bilinmiş ve korunmuş tarihi eserler, yemyeşil parklar, uzun ve geniş bulvarlar, her yerden fışkıran bir turist kalabalığı var. Güneşli havanın aniden bozması ve yağmur yağmaya başlaması bile aynı sanki. Londra, ilk gerçek yurt dışı deneyimimi yaşadığım şehir olduğu için benim için özeldir. Sanırım ona olan sevgimden dolayı bu karşılaştırmayı yapıyor ve –şimdilik- Londra’yı galip sayıyorum.



Tekne turunu tamamlayıp Lüksemburg Bahçeleri, Louvre Müzesi, Montmartre (Ressamlar Tepesi) güzergâhını takip ediyoruz. Dünyanın en çok ziyaret edilen müzelerinden biri olan Louvre, aslında kale olarak yaptırılmış, sonradan müzeye dönüştürülmüş. Müzeyi oluşturan binalar, oldukça geniş bir alana yayılıyor. Louvre’un çıkışına yakın bir yerde Benlüx adlı bir mağaza var. Buradan vergisiz parfüm, kozmetik ürünleri, çanta vb. alabilirsiniz.



Fünikülerle çıktığımız Ressamlar Tepesi’nde yemek yiyoruz ve Fransızların meşhur soğan çorbasını deniyoruz. Burada çeşitli restoranlar ve cafe’ler var. Bunların etrafına oturup tezgâh açan ressamlar, dileyen turistlerin resimlerini çiziyor. Karakalem, suluboya ve adlarını bilmediğim çeşitli tekniklerde çizen birçok ressam var. Tepeden görünen Paris manzarası, restoranlar ve ressamlar; pitoresk bir tablo oluşturuyor gözümde. Zamanında birçok ünlü ressamın neden burada yaşamayı tercih ettikleri anlaşılıyor. Tepenin ön taraflarında Adaklar Kilisesi olarak da bilinen ve kireçtaşından yapıldığı için beyaz bir renge sahip olan Sacré-Coeur Kilisesi’ni görüp merdivenlerden aşağı iniyoruz. Bu tepeye çıkarken Pigalle semtinden geçiliyor. Ünlü kabare Moulin Rouge da burada. Ben filminden dolayı Moulin Rouge’u çok daha farklı hayal etmiştim ama çok da güzel bir bina gibi durmuyor. Paris’in “kırmızı noktası” olarak adlandırılan bu bölge, pek tekin bir yer değil gibi gözüküyor.



Bu kadar yürüyüşten sonra ayaklarımıza kara sular indi ama gün bitmedi henüz. Akşam, Paris’in en ünlü eğlencelerinden biri olan Lido Şov’a gideceğiz. Paris’te iki ünlü revü şovu var. Biri Moulin Rouge’da yapılıyor, diğeri ise Şanzelize’deki Lido Şov’da. 23.00 ve 01.00 saatleri arasındaki bu şovun fiyatı 125 euro. (Sanırım farklı saat ve fiyat seçenekleri de mevcut.) Şova giderken kıyafetlerinize özen göstermeniz gerekiyor, sırt çantası ve terlikle içeri kabul etmiyorlarmış. Şovu, bizim için ayrılan kırmızı koltuklu masalarda izliyoruz. Yarım şişe şampanya verdiğimiz ücrete dâhil. Şovda dünyanın farklı yerlerinden seçilmiş dansçılar çeşitli koreografilerde dans ediyorlar. Kadın dansçıların birçoğunun göğüsleri açıkta; ama genel olarak çok da erotik bir şov değil. Şov, çeşitli dans ve gösteri türlerinin birleşiminden oluşuyor. Buz pateni, kılıç dansı, akrobasi, pandomim bunlardan birkaçı. Bir de canlı müzik yapan bir kadın şarkıcı vardı. Bunun dışında görsel efektlerle süslenen şovda sahnede çeşitli atraksiyonlar da yapıldı. Örneğin sahnenin orta kısmı aşağı- yukarı hareket ettirildi, sahneye koyulan fıskiyelerden sular fışkırdı, masaların ucundaki avizeler aşağı sarkıtıldı… Tüm bu unsurların harmanlanmasıyla oluşan Lido Şov, bana biraz karışık ve değişik geldi. İzlemeseydim de olurdu diye düşündüm. Bir de o kadar yorulmuştum ki ara sıra gözlerim kapandı. Bir kez daha merakıma yenilen ben, uykulu gözlerle otele döndüm.

4. gün:
Dün Paris’in turistik yerlerini –kimini yakından kimini uzaktan görerek- keşfetmiş olduk. Bugün de şehrin kafelerini ziyaret edip biraz bohem takılacağız. Paris’te olmak bunu gerektirir. Kafe kültürü, şehir yaşamının önemli bir parçası.

Otelden çıkıp metroya biniyoruz. Metroda nasıl bilet alacağımıza dair küçük bir kafa karışıklığı yaşıyoruz ama sistemi kolay çözüyoruz. Paris’e ilk kez gelenler genellikle Paris metrosunu kullanmak konusunda sıkıntı yaşayacaklarını düşünürler. Pek öyle değilmiş. Önemli olan önceden rotanızı ve ineceğiz durakların isimlerini belirlemek ve farklı renklerdeki metro hatlarını takip etmek. Bir kez aktarma yapıp Saint-Germain durağında iniyoruz.



Paris, 20 idari bölgeye ayrılmış. Kentin çevresinde ise banliyöler var. Bir zamanların edebiyat ve felsefe merkezi olan Saint-Germain Mahallesi, şehrin bohem havasının en çok hissedildiği yerlerden. Burada hemen metro durağının çıkışında Paris’in en eski ve en meşhur kafelerinden ikisi bulunuyor. Cafe de Flore ve Les Deux Magots. Şarkılara ilham olan, pek çok dizi ve film sahnesinde görülen Cafe de Flore, biraz kalabalık olduğu için Les Deux Magots’a oturmayı tercih ediyoruz. Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir başta olmak üzere birçok yazar ve düşünür, bu kafenin müdavimiymiş bir zamanlar. Varoluşçuluk akımı da burada yapılan sohbetler sırasında filizlenmiş. Bu kafeye oturma sebeplerimden biri de onların ruhunu yâd etmekti ama pek o havayı alamadım. Ağır bir havası vardı buranın. Paris’teki kafelerin masa ve sandalyeleri sokağı görebilecek şekilde yan yana istiflenmiş. O yüzden tanımadığınız kişilerle dip dibe oturuyorsunuz genellikle. Masalar da çok küçük. Parisliler, sokağı ve insanları izlemeyi sevdikleri için zamanla böyle bir kafe kültürü oluşmuş. Benim hoşuma gitti doğrusu. Ancak kendimize şöyle bir ziyafet çekelim derseniz tüm ısmarladıklarınız masaya sığmayabilir. Biz kahvaltı yapmadan otelden çıktığımız için burada bir şeyler yeriz demiştik ama saat 12’ye geldiğinden kahvaltı saati bitmiş, çikolatalı kruvasan kalmamıştı. Parisliler kruvasan ve kahveyle kahvaltı ediyorlar çoğunlukla. Biz de menüden anlayabildiğimiz kadarıyla tereyağlı ekmek ve yoğurt sipariş ettik.



Les Deux Magots’tan çıkıp Saint-Germain’in sokaklarında yürüdük. Burada da Şanzelize’deki gibi mağazalar ve şık butikler var. Biraz ilerleyip tıpkı Saint-Germain gibi şehrin sol yakasında yer alan ve çoğunlukla kalburüstü kesimin yaşadığı Saint Michel’e varıyoruz. Bu mahallede, Notre Dame Katedrali’ne yakın bir noktada Shakespeare and Company adlı çok meşhur bir kitapçı var. Burayı keşif listeme almıştım. Kitapçının yerini tam bulamayınca yolda adres soruyorum birkaç kişiye. İlgiyle dinleyip yolu tarif ediyorlar. Hatta yaşlı bir amca vardı, el-kol hareketleriyle ve Fransızca olarak yol tarifi yaptı bana. Fransızların İngilizce konuşmadığına dair yaygın bir kanaat vardır. Bazıları bu durumu İngilizce bilmemelerine bazıları da kendi dillerini üstün saydıkları için İngilizce konuşmaktan kaçınmalarına bağlar. Bana ikincisi daha mantıklı geliyor ve gözlemlediğim kadarıyla adres sorduğunuzda İngilizce konuşuyor ve yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bir kadın telefonunu çıkarıp sorduğum kafenin adresini navigasyondan buldu mesela.

Fransızların yardımseverliğini bir kenara bırakıp yoluma devam edecek olursam sora sora Shakespeare and Company’yi bulduk nihayet. Burada ikinci el de dâhil olmak üzere birçok İngilizce kitap satılıyor. İçindeki kitap rafları ahşaptan yapılmış ve sanırım yıllar geçtikçe bu eski tarzı korumaya özen göstermişler. Oldukça nostaljik bir havası var. Kendine özgü dokusu olan yerleri seviyorum. Kitapçıyı gezdikten sonra kafe kısmında oturup kahve içiyoruz. Yanında da güzel bir elmalı turta yiyoruz. Mekânın önü genellikle kalabalık oluyor. Kitap almayacak olanlar bile bu şirin yeri görünce içeri bakmadan edemiyor.



Kitapçıdan çıkınca Notre Dame Katedrali’nin yanından geçip Seine Nehri boyunca yürüyoruz. Dün tekneyle gördüğümüz yerlerden bir de yürüyerek geçelim bakalım. İlgimizi çeken bir yer olursa ara sokaklara giriyoruz ya da beğendiğimiz köprülere bakıyoruz. Yağmur yağmaya başlıyor ve Louvre Müzesi’ne doğru geliyoruz. Cam Piramit’i arkamızda bıraktıktan sonra biraz yürüyüp Jeanne D’arc heykeliyle selamlaşıyoruz. Opera Meydanı’na doğru gidip Opera Garnier binasını görüyoruz. Bu ihtişamlı opera binası, III. Napoléon tarafından mimar Charles Garnier’e yaptırılmış. Tekrar Louvre’un içinden geçip Tuileries Bahçeleri’ni (Jardin des Tuileries) takip ediyoruz. Paris’teki park ve bahçeler Londra’dakiler kadar güzel ve büyük değil. Ancak bahçenin içindeki ıhlamur ve kestane ağaçlarının altına oturup biraz soluklanabilirsiniz. Paris halkı yaz günlerinde burayı güneşlenmek için kullanıyor daha çok. Tuileries Bahçeleri’nin sonu Concorde Meydanı’na ulaşıyor. Fransız Devrimi sırasında aralarında Kral XVI. Louis ve devrimin liderlerinden Robespierre’in de bulunduğu 1119 kişi bu meydanda kurulan giyotinde idam edilmiş. Dolayısıyla Concorde’un Fransa tarihinde önemli bir yeri var. Bu arada bir dipnot olarak ekleyeyim Fransız Devrimi hakkında daha çok bilgi edinmek isterseniz İngiliz yazar Charles Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi romanını mutlaka okuyun derim.



Concorde’u geçince Paris’in simgelerinden Şanzelize’ye ulaşacaksınız. Bu rotayı çizerseniz Paris’in en önemli turistik merkezlerini görmüş oluyorsunuz. Biraz fazla yürünüyor; ama değer. Bahsettiğim bu güzergâh için metro kullanmaya gerek yok. Dilerseniz rotayı tam tersinden başlatabilirsiniz. Şanzelize’nin diğer ucu, Arc de Triomphe yani Zafer Takı’na bağlanıyor. Arc de Triomphe’un bulunduğu meydan place Charles de Gaulle olarak geçiyor. 12 bulvar bu meydana açılıyor. O yüzden dönüşlerde trafik sıkışıyor. Parisliler burada kaza yapmadan dönüş yapabilen herkesin usta bir şoför olduğuna inanıyormuş.

Akşamı Şanzelize’de tamamlayıp otele döneceğiz biz. Şanzelize’yi hayal ettiğim gibi bulamadığımı hissediyorum. Şarkılarda, filmlerde karşımıza çıkan, nice sanat eserine ilham kaynağı olmuş bu simgesel cadde, biraz lüks ve zenginlik kokuyor açıkçası. Burada pahalı butikler ve bazı mağazaların şubeleri var. Araba galerileri de var; ama bunlarda araba satılmıyor. Markaların tanıtımı için yapılmış, gösteri yerleri gibi düşünebilirsiniz. Bir de caddede daha çok kafe olacağını düşünmüştüm; ama kafe ve lokantaları bulmak için caddenin çevresindeki sokaklara girmeniz gerekiyor. Yine de iki akşam yemeğini de burada yedik. İlk akşam Vesuvio adlı bir İtalyan lokantasında pizza yerken, ikincisinde de 29 rue de Marignan sokağındaki L’Entrecote’ta et, patates ve creme brulee’nin tadına baktık. Her ikisinde de yemekler lezzetliydi ve hesap da makuldü. Şanzelize’de Ladurée adında meşhur bir makaroncu da bulunuyor. Buradan ne zaman geçsek önünde bir kuyruk vardı.

Yemeğimizi yedikten sonra metroya binip otele döndük. Paris maceramız burada bitti; ama tadı damağımda kaldı. Şehrin ruhunu yakalamak için mümkünse 5-6 gün kalınmalı bence burada. O güzelim kafelere oturup insanları izlemeli. Paris’te keşfedecek birçok turistik mekân, müze, kafe, semt ve cadde bulunuyor. Yakın bir gelecekte olur mu bilmem ama umarım tekrar görüşeceğiz Paris.


1 Ağustos 2017 Salı

Benelüks/ Paris Turu Gezi Notları 1: Belçika

Yaz tatilinde rotamız bu kez Benelüks ülkeleri ve Paris’i içeren bir tur oldu. Bilindiği gibi Benelüks tabiri Belçika, Hollanda (Netherlands) ve Lüksemburg kelimelerindeki ilk hecelerin birleştirilmesinden ibaret. Bu üç ülke arasında imzalanan anlaşmalar neticesinde ekonomik birliğe dayanan bir topluluk oluşturulmuş. Coğrafi yakınlık nedeniyle Paris’i de kapsayan Benelüks turları, çoğunlukla Belçika’nın Brüksel Başkent Bölgesi’nden başlıyor. Ben de turumuzu gün gün anlatarak devam edeceğim.

1. Gün: Brüksel
Gezilecek Yerler: Şubat 2014’te bir haftalık gezimde Belçika’nın Gent şehrinden trenle günübirlik olarak Brüksel’e gelmiştim. Bu ikinci gelişim. İlk ziyaretimden hatırladığım yaklaşık 1 saat süren tren yolculuğunun oldukça güzel manzaraları içerdiği ve bir hayli keyifli geçtiği idi. Brüksel’i gördükten sonra da görkemli binalarını, şehri saran çikolata ve waffle kokusunu sevdiğimi, bunların dışında Brüksel’in bana biraz sıkıcı geldiğini düşünmüştüm. Aslında bu şehre dair genel izlenim bu yönde. Diğer Avrupa şehirlerine gitmek için bir ara durak olarak görülüyor Brüksel.

Şehrin en güzel yeri Grand Place (diğer adı Grotte Markt) adı verilen meydan. Farklı mimari tarzlara sahip binaların uyum içinde bulunduğu bu meydan, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Geçmişte aristokrasinin ve çeşitli loncaların elinde bulunan binalar; yaldızlı işlemeleri, süsleri ve heykellerinin ihtişamıyla dikkat çekiyor. Binalar arasında Şehir Müzesi ve Bira Müzesi de var. Meydan, yaz-kış her mevsimde kalabalık. Meydana bakan restoranlara oturup Belçika’nın yerel lezzetlerinin tadına bakabilirsiniz.

Grand Place’a oldukça yakın bir yerde Brüksel’in simgesi olan Manneken Pis yani İşeyen Çocuk heykelini görebilirsiniz. Gerçi ben, buraya ilk kez gittiğimde bu heykelin bulunduğu sokağı bir türlü bulamadım. Sonradan anladım ki bulduğum hâlde burayı teğet geçmişim. Çok daha büyük ve görkemli bir şey göreceğimi umuyordum sanırım ki görünce “bu muymuş yahu” demekten kendimi alamadım. Üstelik birkaç kişiye de Manneken Pis’in yerini sorup rezil oldum. Sürekli etrafında dolaştığım için nasıl görmedin der gibi bakmışlardı. Neyse, bu ayrıntıları bırakıp sadede gelirsem tekrar; bu heykelin kısaca hikâyesine değinebilirim. 61 cm boyunda bronzdan yapılan bu heykelde, işeyen bir çocuk tasvir ediliyor. Aslında bu çocuğun hikâyesinde dair birçok rivayet var; ama en bilineni çocuğunu kaybeden bir ailenin, onu bulduğu bu noktada bir heykel yaptırdığı yönünde. Bence dünyanın en saçma turistik simgesi ama oldukça popüler. Turistlerin çoğu heykelin önünde fotoğraf çektiriyor. Wafflecılar da nemalanmış çocuktan. İşeyen Çocuk şeklinde çikolatalar yapıp dükkânların vitrinine koyulmuş. Hediyelik eşya satanların da gözdesi bu çocuk. Anahtarlıklar, biblolar vb. başta olmak üzere çeşitli Manneken Pis hediyelikleri yapılmış. İşin ilginç yanlarından biri de bu heykele zaman zaman çeşitli kıyafetler giydirilmesi. Manneken Pis’e ait 800 civarında giysi, müzede sergileniyor ve özel günlerde heykele giydiriliyormuş. Kışın gittiğimde üzerinde asker üniformasını andıran yeşil bir kıyafet vardı.

Manneken Pis’i bir kenara bırakırsak şehrin diğer bir simgesi olan Atomium’dan da bahsedebilirim. 1953’te burada düzenlenen Dünya Fuarı için yapılan ve sonradan yerinden kaldırılması planlanan bu yapı, zaman içinde Brüksel’in önemli bir turistik merkezi hâline gelmiş. Belçika’nın dokuz yönetim birimini temsil eden dokuz bölümden oluşan bu yapı, tasarlanırken bir atom parçasının 165 milyar kere büyütülmesi esas alınmış. Yapısı ve adı itibarıyla da atom kelimesiyle bağlantısını kurabilirsiniz. En üst kattaki bölümde çok pahalı bir restoran varmış. Onun dışındakiler çeşitli amaçlar için kullanılıyormuş.

Brüksel’de görülecek diğer yerlere gelince Kraliyet Sarayı, Saint-Hubert Galerileri, De Laeken Botanik Bahçesi, Notre Dam edu Sablon ve bahçesi sayılabilir. Bunun dışında AB’ye ait olan birçok binayla karşılaşmak da mümkün Brüksel’de. Özellikle Saint-Hubert’i gezmenizi öneririm. Belçika çikolatacılarının ve çeşitli dükkânların bulunduğu bu galerilerin üstü kapalı ve çok hoş bir biçimde tasarlanmış. 2014 kışında burayı gezerken ara sokaklara girdiğimde çok güzel binalar ve sokak sanatı örnekleriyle de karşılaşmıştım. Zamanınız varsa eğer mutlaka şehrin sokaklarına girin ve karşınıza çıkacak güzellikleri takip edin. Brüksel’de birçok müze de bulunuyor. İlginizi çeken birini tercih edebilirsiniz.






Yeme-İçme: Brüksel’de hem meydanda hem de meydana yakın sokaklarda birçok farklı ülkeye ait restoranlar bulunuyor. Biz Cafe Georgette adlı küçük bir cafe’den patates ve bira aldık. Akşam da Türk mahallesinde Belçika’da yaşayan kuzenlerimizle buluşup bir Türk lokantasından pide ısmarladık. 
Daha önceki gezimde buradan paket paket Belçika çikolatası taşımıştım.  Bu sefer burada bulunma amacım esasen Paris’e gitmek olduğu için, Brüksel’i biraz teğet geçtim sanırım. Çikolataların yüzüne bile bakmadım. Ama buraya ilk kez geliyorsanız çikolata almanız farzdır tabii ki. Ancak İsviçre çikolatalarını daha çok sevdiğimi söylemeliyim.
Kışın geldiğimde burada keşfettiğim lezzet duraklarından biri Le Cour Gourmande adlı bir tatlıcıydı. Özellikle kurabiyelerine bayılmıştım. Daha sonra gittiğim birçok Avrupa şehrinde bu tatlıcının şubelerine rastladım ver her seferinde kurabiyelerden aldım. Artık nereye gitsem bu şirin dükkânı arayacağım, belli.

İzlenim: Daha önce de söylediğim gibi Brüksel, özellikle gidip görülmesi gereken bir şehir değil; ama hakkını yemeyelim tümden. Şehrin mimari özellikleriyle dikkat çeken bir yanı da var. Amsterdam, Paris ya da Lüksemburg’a giderken uğrayabilirsiniz buraya. Başka bir şehirden gelecekseniz trenle seyahat etmeniz güzel olur. Tren yolculuğunda çok güzel yerler görmüştüm. Belçika oldukça yeşil bir ülke.
Brüksel, çok fazla göç aldığı için şehrin yerlileri artık göçmenler olmuş. Belçikalılar genellikle şehre yakın banliyölerde yaşayıp, iş için şehir merkezine gelmeyi tercih ediyormuş. Bu yüzden şehirde daha çok Afrika kökenli insanlarla karşılaşmanız mümkün. Turistik yerlerde çantanıza falan dikkat edin diye uyarmışlardı bizi ama ben tekin olmayan bir durum göremedim.

2. Gün: Brugge, Paris
Sabah, otelden ayrılıp romantik bir Orta Çağ kasabası olarak bilinen Brugge şehrine doğru yol alıyoruz. Daha önce Brugge’le ilgili izlenimlerimi yazmıştım. Bu vesileyle aynı şeyleri tekrar yazmamak adına ilk kez kendi yazıma referans vereceğim J http://uvercinka-sibel.blogspot.com.tr/2014/02/kanallar-ve-kuleleriyle-musemma-iki.html. Bu yazıda da belirttiğim gibi Brugge’e gidenler buraya genellikle bayılır; ama Brugge bende büyük bir etki bırakmadı. Yaz mevsimi belki izlenimlerimi değiştirir diye düşünmüştüm ama bu sefer de rüzgârlı ve serin bir hava vardı. Brugge, bize güneşli yüzünü göstermedi nedense.

Bir şehri ikinci kez görmek hoş oluyormuş. Meraklı turist gözleriyle değil de anın tadını çıkaran bir yerli gibi bakıyorum şehre. Önce grubumuzla birlikte kısa bir şehir turu yapıyoruz. Sonra sokaklara dalıp çıkarken birkaç mağazaya göz atıyoruz. Güzel ve orijinal kıyafetler satan mağazalar var Brugge’de.

Biraz soluklanmak için Mozarthuys isimli hem restoran hem de brasserie olarak hizmet veren bir yere oturup kahve içiyoruz. 2014’te geldiğimde burayı gözüme kestirmiştim zaten. Küçük bir meydanda bulunan nezih bir mekân.

Kanal kenarında biraz gezinti yaptıktan sonra Bira Duvarı adlı verilen bir yere gidip Belçika biralarını keşfediyoruz. Belçika’da 600’e yakın bira çeşidi ve her bir biranın da ayrı bardağı var. Bunları Bira Duvarı’nda görebilirsiniz. Ben kadınların sevdiği alkol oranı düşük bir vişneli birayı denedim. Mekânın dışında kanala bakan küçük bir yerde biranızı yudumlayabilir, çıkışta da bira mağazasına uğrayıp alışveriş yapabilirsiniz.


Biralarımızı aldıktan sonra bizim için artık Paris’e hareket etme vakti geliyor. Yolda organizasyon şirketinin ayarladığı şoförle tatsızlık yaşadığımız için bir saatlik bir kayıpla akşamüstü Paris’e ulaşabiliyoruz. Normalde bu tür aksilikler canımı sıkar; ama bu sefer aldırış etmeden bekliyorum. Gideceğim yer Paris olunca tüm olumsuzlukları bir yana bırakıyorum.


Paris izlenimlerim için diğer yazıma beklerim J