26 Nisan 2014 Cumartesi

Londra Günlükleri 3: Londra Deyince Aklıma Gelen 10 Şey


1. Londra metrosu: Biz Ankara'da açılacak bir metro hattını yıllarca bekleyeduralım Londra'daki metro ağını görünce "adamalar yapmış yahu" demekten kendinizi alamıyorsunuz. Londralıların "tube" dedikleri metro, 1863 yılında açılmış, dünyanın en eski yeraltı ulaşım sistemidir. Londra metrosu şehrin her yerine ulaştırır sizi. Ulaşımda zaman zaman aksamalar olsa da özellikle sabah saatlerinde tüm istasyonlarda aşırı bir yoğunluk vardır. Geniş bir ağa sahiptir ama bazı istasyonlar çok eskidir. Bir de bazıları yerin oldukça aşağısında olduğu için pek çok basamağı tırmanmak zorunda kalırsınız. Bir Bank istasyonu vardı mesela labirent gibi. Acayip dar koridorlardan ve merdivenlerden geçmiştik ki hiç tavsiye etmem.
Londra metrosunda birkaç dakikada bir duyulan bir anons var bir de Londra deyince aklıma gelen ilk cümlelerden biridir: "Mind the gap please!" 

Ahan da "tube"

Ah bu klasik turist pozları.
2. Kırmızı otobüsler ve telefon kulübeleri: Londra'da metro gibi bir ulaşım aracı varken diğer alternatifler pek düşünülmüyor ama Londra'ya gitmişken filmlerden de aşina olduğumuz kırmızı otobüslere binmemek olmaz. Üstelik otobüsler direkt olarak metro istasyonlarının girişlerinde duruyor, otobüsten inip metroyla devam edebiliyorsunuz yolunuza. Özellikle hava karardığında şehri şöyle bir gezmek için de otobüse binmenizi öneririm.
Herkesin yaptığı turistik hareketleri yapmam diyorsanız da o kırmızı telefon kulübelerinin önünde ya da içinde fotoğraf çektireceksiniz; çünkü o kadar nostaljik bir görüntüleri var ki kayıtsız kalamıyorsunuz. Bazı turistler bir kulübeye en çok kaç kişi sığabilir gibi ilginç denemelerde bulunuyorlar ki çok gereksiz :)


3. Pub kültürü: İngilizlerin bira sevdası malumunuz. Londra'nın her yeri buplarla dolu. İnsanlar içkilerini alıp pubların önünde ayakta içerken bir yandan da sohbet ediyorlar. Mekânların içi değil ama önleri çok kalabalıktı yaz aylarında. Günün yorgunluğuyla nasıl saatlerce ayakta durup sohbet ediyorlar diye düşünmüştüm. Biz olsak öyle saatlerce ayakta duramayız, hemen oturmak isteriz. 

4. Londra'nın simgeleri: Paris deyince akla hemen Eiffel Kulesi gelir mesela ama Londra'nın birkaç simgesi var: London Eye, (Avrupa'nın en yüksek dönme dolabı. Londra'nın en turistik mekânı, şehrin pek çok yerinden görülebiliyor. Lakin hiçbir numarası yok ve de pahalı. Herkes birbirine "London Eye'a binmeye gerek yok" diye tavsiye ediyor. Ben de binmenizi tavsiye etmiyorum. Ben yine de bindim, o ayrı :) Big Ben (Saat Kulesi) ve Tower Bridge (Kule Köprüsü) Ben üçü arasında bir seçim yapamıyorum, siz ne dersiniz?

5. Yağmur ve şemsiye: Londra deyince akla hemen yağmur, kapalı bir hava ve şemsiyeler gelir tabii ki. Hatta "Bu şehirde en yakın arkadaşınız şemsiye olmalıdır." gibi laflar ederler. Şahsen ben sıcağı sevmeyen biri olarak Londra'nın havasından pek şikayet etmedim ama günün her saatinde hava durumunun değişmesi biraz sinir bozucu olabiliyordu bazen. Mesela sabah yağmur yağarken 18.00'de güneşli ve ılık olabiliyordu hava.

6. Parklar: Londra'nın parklarıyla ilgili yazmıştım daha önce o yüzden sözü uzatmayacağım. Lakin o parkların güzelliği hiç gözümün önünden gitmiyor. "Ah nerde o parklar?" diye Leyla modunda geziyorum hâlâ. "Londra'nın parkları anlatılmaz, yaşanır." diyerek nokta koyuyorum burada.

7. Kozmopolit kültür: Dünyanın her yerinden insanın yaşadığı, çalıştığı ya da turist olarak bulunduğu bir şehir Londra. Londra'da geçirdiğim ilk gün karşılaştığım insanlar beni çok şaşırtmıştı. Adeta bir mikrokozmos olan bu şehirde hiç gidemeyeceğiniz ülkelerin insanlarıyla tanışabilir, sohbet edebilirsiniz. Sırf bunun için bile gidilebilir yani.

8. Tersten akan trafik: Bilindiği gibi İngiltere'de trafik soldan akıyor. Başta karşıdan karşıya geçerken bile bu durumu idrak etmekte zorlanıyorsunuz. Sonra tabii ki her şeye alışıldığı gibi buna da alışılıyor. İngilizler trafiğin soldan akmasıyla övünüyorlar ama bunun nedenini tam olarak bilmediklerini söylüyorlar genelde. İnternetten de kolayca öğrenebilecekleri halde bu konu hakkında bir fikirlerinin olmayışına şaşırdığımı itiraf etmeliyim. (Aslında soldan akan trafiğin müsebbibi Napolyon'dur.)

9. İngiliz aksanı: Amerikan İngilizcesine göre çok daha havalıdır ama çok zor anlaşılır. Zira Londra'dayken hiçbir Londralıyla doğru düzgün anlaşamamış olmam da bunu kanıtlıyor. Bir de İngilizler kendi dillerini o kadar önemsiyorlar ki sizin söylediklerinizi anlamıyorlarsa hemen muhabbeti kesiyorlar. İlla onlar gibi konuşacaksınız. Bu durum da insanda bir gerginliğe neden oluyor doğrusu. (Bu noktada bir kişisel anektod aktarayım efenim. Gittiğim İngilizce kursunda çok yakışıklı bi İngiliz vardı. Çocuk bana "how's it going?" diye soruyordu sürekli. Ben de İngiliz aksanıyla konuşamıyorum diye gerilip kem küm ediyordum. Neticede bir türlü diyalog kuramadık yani. İngiliz asaleti karşısındaki yenilgim ve çocukla muhabbet edemeyişim içimde uktedir hâlâ :)

10. "I'm sorry": İngiltere sokaklarında ve metrosunda en çok duyabileceğiniz cümle. İnsanlar sürekli birbirinden özür diliyor. Bizde adam sana çarpar mesela, özür dilemeyi bırak, "Ne diyon bacım?" diye üste çıkıp kavgaya bile girişir. İngilizler hakikaten kibar insanlar, daracık metronun içinde size değmeseler bile sizi rahatsız etmişler gibi özür dileyiveriyorlar. Bu kadar kibarlık da bir yere kadar, biz Türküz neticede :)

20 Nisan 2014 Pazar

Kırık Dökük Birkaç Monolog 6



Son yılların en şahane Türk filmlerinden biri olan Kaybedenler Kulübü'ndeki en güzel repliklerden biri şudur: "Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?"
Son yıllarda ne kadar çok duyuyoruz buna benzer cümleleri.
Herkes bir şeylerden ya da birilerinden şikayet ediyor. En çok da "yalnızlık" kelimesi dillendiriliyor ağızlarda.
Kimi dostunu vefasızlıkla suçluyor, kimi eski şarkıları dinleyip "Ah nerde o eski aşklar? Şimdiki insanlar hissetmiyor ki oturup adamakıllı şarkı yapsınlar." diye geçmişe güzellemeler sunuyor.
Herkes aynı dertlerden muzdarip ama kimse birbirinin ilacı, merhemi, yara bandı olmuyor. Olamıyor. 
Adını andığım filmdeki adamların dediği gibi herkes yalnızlıktan şikayet edip yalnız kalıyor.
Kimse ilk adımı atan kişi olmak istemiyor; serde gurur var, pişmanlık var çünkü. Hatta bir nebze de olsa duygusuzluk, hissizlik.
Kimsenin eli telefona gitmiyor ama herkes her an tetikte. Bir çağrı ya da bir mesaj bekleniyor. Hiç olmadı sosyal medya iletilerinde imâlı bir söz. 
Uzun bekleme anlarından sonra gelen mesajların beklenenden değil bir bankadan, telefon operatöründen ya da bilmem kaç yıldızlı bir otelden gelmesine içerleniyor. Küfürler savruluyor.
Kadınlar kendilerini anlayan olgun erkekler bulamamaktan yakınıyor. En entelektüel görünen erkeklerin bile belli bir aşamayı geçmeden sağlıklı ilişkiler kurma ehliyetine sahip olamadıklarını tecrübe ediyor.
"30'uma kadar evlenmeliyim." düsturu kendilerine toplum tarafından dayatılmış olan kadınlar evlenilecek adam bulamadıklarından yakınıyor. Tehlike çanları çalarken ilk adımı atmaya çalışıyorlar ama nafile. Henüz büyüyememiş erkekler kendilerini naza çekiyor. Üstelik bu adamlar dünyanın en önemli insanı pozlarını takınıp, ıssız adam triplerini yaşıyor.
Erkeklerse... Bence ne istediklerini tam olarak bilemiyorlar.

Bunca şeyden sonra düşünüyorum hâlâ ?: "Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?"


Yazıyla ilgisiz not: Kaybedenler Kulübü'nün şahane oyuncusu Nejat İşler lise yıllarından beri hayranı olduğum biri. Ne olur tamamen iyileşsin artık da biz ondan hep böyle şahane replikler duyalım.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Fısıldadıklarım 4




Neler olmuştu bugüne kadar? Duyan, gören, hatırlayan var mı?
Bizler işimize gücümüze giderken, vaktimizin çoğunu ortalama bir hayat standardını tutturmak için iş yerlerinde tüketirken, hayattan az da olsa mutlu anlar çalmak için tatil parası biriktirirken, bir yerlerde bizden habersiz milyon dolarlar sıfırlanmıştı.
Geçen yıl bu zamanlar on binlerce insan büyük büyük şehirlerde kendilerine ayrılmış küçücük metrekareleri yalnızca göğe bakmak, derin bir nefes almak, toprağa dokunmak için savunmak zorunda kalırken, birilerinin inadı yüzünden gençliklerini yaşayamayan, hatta henüz genç bile olamayan çocuklar ölmüştü.
Bu ülkede çocuklar öldürülürken birileri annelerin evlat acısını görmezden gelmiş, gözünü nefret bürümüş insanlar cennete giden küçük bir çocuğun kalbini yaralamışlardı.
Türlü türlü ihmalkârlık nedeniyle dünyanın başka yerlerinde olmayacak şeyler olmuş, her seferinde "aslında böyle olmalıydı", "şöyle yapılmalıydı" diyerek gereklilik kipinin bolca kullanıldığı cümleler kurulmuştu.
Her çağda, her ülkede örneklerine fazlasıyla rastlanan otorite düşkünleri, gözlerinden şimşekler çaka çaka nefret kusmuşlardı televizyonda, sosyal medyada.
Köşe yazarları doğruyu ve tarafsız olanı yansıtıp yansıtmama konusunda kararsız kalmışlardı. Kararlarını önceden vermiş olanlar küçük kızlarının alımlı bir genç kız olduğuna tanık olamamışlardı.
Toplumu oluşturan insanlar bir arada yaşama isteklerini kaybetmiş, "biz", "siz" ayrımı yapılırken tahammülsüzlük sınırları, aradaki çizgileri yok edemeyecek kadar genişlemişti.
En önemlisi de bu ülkenin gençleri umutlarını yitirmişti. "Bu ülkeden bir şey olmaz Hocam, gideceğiz okul bitince." cümleleri sıkça tekrarlanır olmuştu. Sosyal medyada dünyadaki en iyi yaşam standartlarına sahip ülkelerden biri olan Uruguay'a taşınma geyikleri yapılmaya başlanmıştı.
Sokak ortasında kadınlar dövülmüştü , bıçaklanmıştı, öldürülmüştü. Onları korumakla görevli bir kadın gözlerini kapamıştı bunca yaşanana, üç maymunu oynamıştı.
Ömürlerini bilim yapmaya adamış genç insanlar, kendi haklarını savunuyorlar diye okullarından atılmış, henüz daha yolun başındayken bu ülkede bilim yapılabileceğine dair inançlarını kaybetmişti.


Neler olacak bundan sonra? Duymak, görmek, hatırlamak isteyenler olacak mı?
Umut ışığını gösterecek mi bunca karanlıktan sonra?
Bir yanımız gitmeli diyor, öbür yanımız kalmalı. Gelecek olan baharı beklemeli.
"Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar/ Işıklı maviliklere süreceğiz." diyen büyük bir şairle aynı topraklarda doğmuş olanlara umutsuzluk yakışmaz çünkü.
Beklemeli, umudu.
Baharı.
Çok yakında gelir -mi- belki!