1. Londra metrosu: Biz Ankara'da açılacak bir metro hattını yıllarca bekleyeduralım Londra'daki metro ağını görünce "adamalar yapmış yahu" demekten kendinizi alamıyorsunuz. Londralıların "tube" dedikleri metro, 1863 yılında açılmış, dünyanın en eski yeraltı ulaşım sistemidir. Londra metrosu şehrin her yerine ulaştırır sizi. Ulaşımda zaman zaman aksamalar olsa da özellikle sabah saatlerinde tüm istasyonlarda aşırı bir yoğunluk vardır. Geniş bir ağa sahiptir ama bazı istasyonlar çok eskidir. Bir de bazıları yerin oldukça aşağısında olduğu için pek çok basamağı tırmanmak zorunda kalırsınız. Bir Bank istasyonu vardı mesela labirent gibi. Acayip dar koridorlardan ve merdivenlerden geçmiştik ki hiç tavsiye etmem.
Londra metrosunda birkaç dakikada bir duyulan bir anons var bir de Londra deyince aklıma gelen ilk cümlelerden biridir: "Mind the gap please!"
Ahan da "tube" |
Ah bu klasik turist pozları. |
2. Kırmızı otobüsler ve telefon kulübeleri: Londra'da metro gibi bir ulaşım aracı varken diğer alternatifler pek düşünülmüyor ama Londra'ya gitmişken filmlerden de aşina olduğumuz kırmızı otobüslere binmemek olmaz. Üstelik otobüsler direkt olarak metro istasyonlarının girişlerinde duruyor, otobüsten inip metroyla devam edebiliyorsunuz yolunuza. Özellikle hava karardığında şehri şöyle bir gezmek için de otobüse binmenizi öneririm.
Herkesin yaptığı turistik hareketleri yapmam diyorsanız da o kırmızı telefon kulübelerinin önünde ya da içinde fotoğraf çektireceksiniz; çünkü o kadar nostaljik bir görüntüleri var ki kayıtsız kalamıyorsunuz. Bazı turistler bir kulübeye en çok kaç kişi sığabilir gibi ilginç denemelerde bulunuyorlar ki çok gereksiz :)
3. Pub kültürü: İngilizlerin bira sevdası malumunuz. Londra'nın her yeri buplarla dolu. İnsanlar içkilerini alıp pubların önünde ayakta içerken bir yandan da sohbet ediyorlar. Mekânların içi değil ama önleri çok kalabalıktı yaz aylarında. Günün yorgunluğuyla nasıl saatlerce ayakta durup sohbet ediyorlar diye düşünmüştüm. Biz olsak öyle saatlerce ayakta duramayız, hemen oturmak isteriz.
4. Londra'nın simgeleri: Paris deyince akla hemen Eiffel Kulesi gelir mesela ama Londra'nın birkaç simgesi var: London Eye, (Avrupa'nın en yüksek dönme dolabı. Londra'nın en turistik mekânı, şehrin pek çok yerinden görülebiliyor. Lakin hiçbir numarası yok ve de pahalı. Herkes birbirine "London Eye'a binmeye gerek yok" diye tavsiye ediyor. Ben de binmenizi tavsiye etmiyorum. Ben yine de bindim, o ayrı :) Big Ben (Saat Kulesi) ve Tower Bridge (Kule Köprüsü) Ben üçü arasında bir seçim yapamıyorum, siz ne dersiniz?
5. Yağmur ve şemsiye: Londra deyince akla hemen yağmur, kapalı bir hava ve şemsiyeler gelir tabii ki. Hatta "Bu şehirde en yakın arkadaşınız şemsiye olmalıdır." gibi laflar ederler. Şahsen ben sıcağı sevmeyen biri olarak Londra'nın havasından pek şikayet etmedim ama günün her saatinde hava durumunun değişmesi biraz sinir bozucu olabiliyordu bazen. Mesela sabah yağmur yağarken 18.00'de güneşli ve ılık olabiliyordu hava.
6. Parklar: Londra'nın parklarıyla ilgili yazmıştım daha önce o yüzden sözü uzatmayacağım. Lakin o parkların güzelliği hiç gözümün önünden gitmiyor. "Ah nerde o parklar?" diye Leyla modunda geziyorum hâlâ. "Londra'nın parkları anlatılmaz, yaşanır." diyerek nokta koyuyorum burada.
7. Kozmopolit kültür: Dünyanın her yerinden insanın yaşadığı, çalıştığı ya da turist olarak bulunduğu bir şehir Londra. Londra'da geçirdiğim ilk gün karşılaştığım insanlar beni çok şaşırtmıştı. Adeta bir mikrokozmos olan bu şehirde hiç gidemeyeceğiniz ülkelerin insanlarıyla tanışabilir, sohbet edebilirsiniz. Sırf bunun için bile gidilebilir yani.
8. Tersten akan trafik: Bilindiği gibi İngiltere'de trafik soldan akıyor. Başta karşıdan karşıya geçerken bile bu durumu idrak etmekte zorlanıyorsunuz. Sonra tabii ki her şeye alışıldığı gibi buna da alışılıyor. İngilizler trafiğin soldan akmasıyla övünüyorlar ama bunun nedenini tam olarak bilmediklerini söylüyorlar genelde. İnternetten de kolayca öğrenebilecekleri halde bu konu hakkında bir fikirlerinin olmayışına şaşırdığımı itiraf etmeliyim. (Aslında soldan akan trafiğin müsebbibi Napolyon'dur.)
9. İngiliz aksanı: Amerikan İngilizcesine göre çok daha havalıdır ama çok zor anlaşılır. Zira Londra'dayken hiçbir Londralıyla doğru düzgün anlaşamamış olmam da bunu kanıtlıyor. Bir de İngilizler kendi dillerini o kadar önemsiyorlar ki sizin söylediklerinizi anlamıyorlarsa hemen muhabbeti kesiyorlar. İlla onlar gibi konuşacaksınız. Bu durum da insanda bir gerginliğe neden oluyor doğrusu. (Bu noktada bir kişisel anektod aktarayım efenim. Gittiğim İngilizce kursunda çok yakışıklı bi İngiliz vardı. Çocuk bana "how's it going?" diye soruyordu sürekli. Ben de İngiliz aksanıyla konuşamıyorum diye gerilip kem küm ediyordum. Neticede bir türlü diyalog kuramadık yani. İngiliz asaleti karşısındaki yenilgim ve çocukla muhabbet edemeyişim içimde uktedir hâlâ :)
10. "I'm sorry": İngiltere sokaklarında ve metrosunda en çok duyabileceğiniz cümle. İnsanlar sürekli birbirinden özür diliyor. Bizde adam sana çarpar mesela, özür dilemeyi bırak, "Ne diyon bacım?" diye üste çıkıp kavgaya bile girişir. İngilizler hakikaten kibar insanlar, daracık metronun içinde size değmeseler bile sizi rahatsız etmişler gibi özür dileyiveriyorlar. Bu kadar kibarlık da bir yere kadar, biz Türküz neticede :)