26 Nisan 2018 Perşembe

Benim Kitaplarım

Aylık Okuma Notları (Mart)


Mart ayı okumalarına geçmeden önce şubatın sonunda okuduğum iki kitapla başlamak istiyorum. Bir önceki yazımda şubat ortasına kadar okuduklarımı paylaşmıştım çünkü. 



1. Hoşbeş, İngiliz yazar John Berger’in yazdığı bir deneme kitabı. Romancı, eleştirmen, ressam, senaryo ve belgesel yazarı gibi birçok kimliğe sahip olan Berger’ın kitabın adından da anlaşılabileceği gibi okuruyla hoşbeş ettiği bir eser bu. Metis Yayınları’ndan çıkan kitabı okumadan önce dikkatimi çeken ilk şey, kapakta üç çevirmen (Aslı Biçen, Beril Eyüboğlu, Oğuz Tecimen) ismi yazmasıydı. Neden böyle bir tercih yapıldığını merak ettim doğrusu.

Berger, denemelerinde farklı konulardan bahsetmiş. Kitapta bazı resim, çizim ve fotoğraflara yer vermiş ve bunların kendisinde uyandırdığı çağrışımlardan ve imgelerden söz etmiş. Bu yönüyle diğer deneme kitaplarından ayrıldığı söylenebilir. Ben özellikle “Münasebetsizlik” ve “Kayıtsızlığa Karşı Nasıl Direnmeli?” başlıklı denemeleri sevdim.




2. Derdin İncinmesin, genç bir yazar olan Mustafa Orman’ın ilk öykü kitabı. Birkaç sene önce yayımlanan İzafi dergisinin editörüydü Orman. Daha sonra birçok dergide öykülerine rastladım. 2016’da basılan bu kitabı bir hayli övgü almıştı, bu yüzden okuma listeme eklemiştim. “Kitabı eline alıp hiçbir zaman okuyamayacak olan anneme” ithafıyla başlayan Derdin İncinmesin'de on altı öykü bulunuyor. Çoğunlukla Doğu coğrafyasından ve orada yaşayan insanların sorunlarından bahsediliyor öykülerde. Mekân isimleri verilmemiş, ancak olayların çoğunun Doğu’da geçtiği belli. Özellikle devlet-birey çatışmasına değinmiş yazar öykülerinde. Okuması, sindirmesi zor öyküler bunlar. Ölümler, şiddet, hapislik, işkence sinmiş her birine. Ben en çok “Güvercini Bileğinden Öp” öyküsünü sevdim. “Palto” öyküsü de içerdiği Gogol, Vüs’at Bener ve Oğuz Atay göndermeleriyle dikkat çekiciydi.

Yazarın dil kullanımı kendisiyle aynı kuşaktan olan diğer yazarlara göre oldukça farklı geldi bana. Yoğun ve şiirsel bir dil göze çarpıyor kitapta. Bir de öyküde çok tercih edilmeyen bir yöntemi seçerek ikinci tekil anlatıcının bakış açısıyla yazılmış birçok öykü. Bazı öykülerin dünyasına pek giremedim, dili rahatsız etti beni nedense. Yine de Mustafa Orman ne yazacak bundan sonra diye merak ediyorum.



3. Mart ayında 100 sayfa civarındaki kısa romanlar okudum genellikle. Öncelikle Barış Bıçakçı’dan başlayayım. Bizim Büyük Çaresizliğimiz kitabını ikinci kez okudum. Yazarın en sevdiğim kitabı değil kesinlikle; ancak seçmeli dersimde işlediğimiz “sinema uyarlaması olan kitaplar” konusuna uygun düştüğü için bunu seçmiştim. Daha önceki yıllarda da konu edinmiştik bu kitabı ama bu yıl bir kez daha okumak istedim. Kitapla ilgili fikrim pek değişmedi; ama uzun zaman sonra tekrar Barış Bıçakçı okumak iyi geldi. Öğrencilerin büyük bir kısmı kitabı beğenmediklerini söyledi. Kitaptaki dostluk temasına ve olay örgüsünde kadınların işlevine dair tartışmalar yapıldı. Daha önceki yıllarda  kitabı beğenenler çoğunluktaydı. Barış Bıçakçı, sınıfı ikiye bölüyor genelde. Kimileri onun tarzını çok seviyor, kimileri de niye bu kadar çok övülüyor diye soruyor. Barış Bıçakçı’yı seven eski bir öğrencime bu sene, Bizim Büyük Çaresizliğimiz çok eleştirildi derste dediğimde “Anlamamıştır onlar hocam” diyerek tepki gösterdi. Bu dönem Barış Bıçakçı üzerine bayağı konuşmuş olduk neticede.




4. Hazır üzerinde bu kadar konuşuyorken bir de Veciz Sözler kitabını okuyayım dedim. Veciz Sözler, Bıçakçı’nın ilk kitabı aslında ama ben okumamıştım. Sevdiğim yazarların bütün külliyatı tamamlamıyorum ki geride okunacak bir şeyler kalsın hep. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de olay örgüsü nasıl ki Ender ve Çetin’in dostluğu üzerinden ilerliyorsa Veciz Sözler’de de Sulhi ve Hasan’ın dostluğu ön planda. Anlatılanlar bir radyo programının etrafında kurgulanmış. Sulhi, bu programı dinledikçe kendi geçmişine dönüyor. İçinde yine bolca aforizma, şiirsel cümle, şiirlerden alıntılar, kitap isimleri, Ankara, aşk, dostluk ve kısaca bütün bir hayat var. Ben çok sevdim Veciz Sözler’i.



5. Barış Bıçakçı’dan söz açmışken yazarın senaryosunu Pelin Esmer’le birlikte yazdığı İşe Yarar Bir Şey filminde (bu filmi de şiddetle öneririm) gönderme yapılan Hızlandıkça Azalıyorum kitabından bahsedeyim. Norveçli yazar Kjertsti Skomsvold tarafından kaleme alınan ve Jaguar Yayınları'nca basılan bu roman, eleştirmenlerce çok beğenilmişti. Ne zamandır okumayı istiyordum zaten ama filmde paylaşılan “Ben turuncuyum ve hiçbir şey turuncuyla kafiyeli değil” cümlesinin bu kitaba ait olduğunu görünce okuma önceliğini bu kitaba verdim. Bıçakçı’nın kitaplarında paylaştığı eserlerden oluşan okuma listeleri yapıyorum. Sevdiğim bir yazarın işaret ettiği yazarları takip etmek keyifli oluyor. 


Hızlandıkça Azalıyorum, refah içinde yaşamaktan kaynaklanan zaman bolluğunda hayatın anlamı üzerine düşünen bir Norveçlinin elinden çıkmış. Son zamanlarda okuduğum Norveçli yazarlarda hep bir sorgulama hâli hissediyorum. Bu kitapta çok fazla bir olay yok. Yaşı ilerlemiş bir kadın olan Mathea, kendini insanlardan ve dış dünyadan soyutlayan, yalnızca kocası Epsilon’la diyalog kuran biri. O kadar silik bir karakter ki okuldan mezun olurken diplomasını verecek olan müdür, “Sen kimsin?” diye soruyor ona. Dikkat çekmiyor hiç. Olay örgüsü boyunca yaklaşan ölümü üzerine düşünüyor. Yazarın üslubu, olayı anlatma biçimi, yalınlığı ve sadeliği öncelemesi, yer yer aforizmalara başvurması bana Bıçakçı’yı hatırlattı. İkisi de pek bir şey anlatmıyormuş gibi görünüp çok şey anlatıyorlar aslında. Bu tarz kitapları sevenlere öneririm.



6. Arapça yazanlar arasında Nobel kazanan tek isim olan Mısırlı Necib Mahfuz’un Aşk Zamanı kitabı, ne zamandır merak ettiğim bu yazarla tanışmama vesile oldu. Kitapta soylu bir aileden gelen ve genç yaşta dul kalan Ain Hanım ile oğlu İzzet arasındaki ilişki anlatılıyor. Olaylar başlangıçta daha çok Ain Hanım ekseninde geçecekmiş gibi görünse de ilerleyen sayfalarda İzzet karakterine odaklanıyor yazar. İzzet’in çocukluğu ve okul hayatıyla başlayıp yetişkinliğine kadar geçen dönemde yaşadıklarına şahit oluyoruz.


Hep Avrupalı ve Amerikalı yazarları okuduğum için Müslüman- Arap kültüründen bahseden bir yazarı okumak çok ilginç bir deneyim oldu. Mısır toplumunun yaşam biçimi, gelenekleri ve Müslümanlığın günlük hayata etkilerine dair birçok şey öğrendim. Kız çocuklarının ve kadınların toplumsal konumunun nasıl algılandığını okurken bayağı şaşırdım. Örneğin İzzet ve erkek arkadaşları okul sonrasında dışarda oyun oynarken kız çocuklarının oynamasına izin verilmiyor. Bunlar az çok bildiğimiz şeyler belki ama bizzat Arap kültürünün içinde yetişmiş bir yazardan okumak başka oluyor. Kitapla ilgili eleştirmek istediğim birkaç nokta ise bazı karakterlerin yeterince işlenmemesi ve olay örgüsünün kimi kısımlarının geçiştirilmesi. Nobel ödüllü bir yazarın daha farklı bir üslup geliştirmesini beklerdim.





7. Bu ay ikinci kez okuduğum kitaplardan bir diğeri de Chuck Palahniuk’un Dövüş Kulübü’ydü. Yine seçmeli ders için okudum ve sinema uyarlamasını da tekrar izledim. Film, 1999’da çekilmiş. Ne kadar zaman geçmiş üzerinden, halbuki bana henüz birkaç sene olmuş gibi geliyordu. Filmi lisenin başlarında izlemiştim sanırım. Çok karmaşık gelmişti. Şimdiki izleyişimde tüm taşlar yerine oturdu. Kitaba ve Palahniuk’un dünyasına çok sadık bir film zaten. Üzerine söylenecek çok söz yok. Yalnız, filmde sürekli olarak Starbucks bardakları gösteriliyordu, o dikkatimi çekti. Demek ki Starbucks tee o yıllardan beri kapitalizmle özdeşleştirilen bir markaymış. Bize yıllar sonra geldiği için filmdeki bu detay fark edilmedi belki de. Bir de Edward Norton nerelerde kaldı acaba? Çok iyi oyuncu sahiden.




8. Evett, şimdi yeraltından çıkıp bir şairin iç dünyasına giriş yapalım. Cemal Süreya’nın On Üç Günün Mektupları eserinden söz edeceğim. Süreya, eşi Zuhal Tekkanat geçirdiği ameliyat nedeniyle hastanede yatarken on üç gün boyunca mektup yazıyor ona. Şairin ölümünden sonra bu mektuplar Tekkanat tarafından yayınevine veriliyor. YKY tarafından basılan bu kitaba şairin sonradan yazdığı bazı mektuplar da eklenmiş ve daha hacimli bir eser ortaya çıkmış. Eski baskılarda yalnızca on üç güne ait mektuplar vardı. Süreya, boş bulduğu zamanlarda; kahve, lokanta, ada, ev gibi farklı mekânlarda yazmış bu mektupları. İçine aşk şiirleri yerleştirmiş, resimler çizmiş.  Sürgünlüğünden, aşkından, memur hayatının zorluklarından, edebiyatçılarla olan ilişkilerinden ve en çok da aşkından bahsediyor bu mahrem belgelerde. Şairi ve iç dünyasını yakından tanımak isteyenler için çok iyi bir kaynak. Cemal Süreya’ya dair birçok şey öğrendim kitabı okuyunca. Örneğin para kazanmak için filmlerin müstehcenlik içerip içermediğine karar verecek olan bilirkişilik görevi yapmış ara sıra. Bir kız çocuk sahibi olmayı çok istemiş. Hatta sık sık Elif Zeyno olarak adlandırmayı hayal ettiği bu kızdan bahsediyor şair, o varmış gibi konuşuyor. Kendisine yakışan şiirsel bir dille yazmış mektupları, hiç bitmesin istedim okurken.



9 ve 10. Bu yılki okuma hedeflerimden biri de 2000’lerde basılan şiir kitaplarını okumak. Bu dönem şiirini pek bilmiyorum. Gonca Özmen’le başlamak istedim. Belki Sessiz ve Kuytumda kitaplarını okudum. Özmen, adını Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde duyurmuş ilkin. 2000 yılında da Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülleri’nde birincilik kazanmış. Ben önce Belki Sessiz’i okudum ama ilk kitabı Kuytumda. Burada yer alan “Daralma” şiirinden sevdiğim birkaç dizeyi paylaşayım:


Öyle daralttık ki içimizi
Bir saksılık toprağa yer yok
Herkesin kendini gösteriyor pusulası


Ağaç kendi göğünü biliyor sadece. (s. 22)



11. Ve geldik bu ayın en beğendiğim kitabına. 6.27 Treni, Fransız yazar Jean-Paul Didierlaurent tarafından yazılan ve 2017’de Can Yayınları tarafından basılan bir roman. Kitapta 36 yaşındaki Guylian’ın hikâyesini okuyoruz. Kahramanımız, kâğıt geri dönüşüm fabrikasında çalışan, işini sevmeyen, az konuşan, evinden pek dışarı çıkmayan ve küçük kırmızı balığıyla yaşayan bir adam. Bu tekdüze yaşamında zevk aldığı ender şeylerden biri, sabah işe giderken bindiği trende yüksek sesle kitap okumak. Okuduğu metinler çalıştığı fabrikadaki kitapları paramparça eden Zerstor 500 adlı devasa makineden kurtarabildikleri. Bu yüzden eline ne geçerse onu okuyor. Trendekiler de alışmışlar artık ona, ilgiyle Guylian’ın okuduklarını dinliyorlar. Guylian, bir gün tesadüf eseri trende her zaman oturduğu koltuğun altında bir flaş bellek buluyor. Bellekteki dosyalarda Julie adlı biri tarafından yazılan yazılar var. Guylian, yazılardan etkilenip bu kadının peşine düşüyor. Olay örgüsü başlangıçta neredeyse bir distopya gibi ilerliyordu ama bu olaydan sonra bambaşka bir seyirde devam ediyor ve romantik bir sonla bitiyor kitap. Julie karakterinden ve onun yazdıklarından çok zevk aldığımı söyleyebilirim. Kitabın iyimser bir bakış açısıyla sonlanması da ayrıca mutlu etti beni. Edebiyatın gücü ve hayatımızı nasıl değiştirebileceği düşüncesi çok iyi işlenmiş kitapta. Bazen öğrenciler yakınıyor, “Hocam önerdiğiniz kitaplar hep mutsuz ve karamsar bitiyor. Şöyle mutlu sonla biten bir kitap yok mu diye?” Artık bu soruya cevabım belli kesinlikle. Kitaptan bir alıntıyla bitireyim:

“Çünkü, ne düşünülürse düşünülsün, hayatta hiçbir şey hep aynı kalmaz. 14717 gibi çirkin bir sayı bile, gün gelir, biraz yardımla sonunda güzelleşebilir.” (s. 132).