6 Kasım 2012 Salı

Kırık Dökük Birkaç Monolog 3


Hayatta hayal kırıklığıyla dolu anların mutlulukla dolu anlardan daha fazla olduğunu anladığında büyümüşsün demektir. Mutsuzluk demiyorum, hayal kırıklığı diyorum; çünkü mutsuzluk sürekli yaşanan bir durum değil , anlık bir durum. Evet çok klasik olacak ama söylemek zorundayım. Sevdiklerin, ailen yanındaysa, sağlık sorunun yoksa, işin ve az da olsa maddi imkanın varsa sürekli bir mutsuzluktan bahsetmek ayıptır çünkü. Bazı şeyler için şükretmek gerekir. Ama yine de mutlu anların fazlalığı hayal kırıklıklarını azaltmaz. Hayat dediğimiz şey hayal kırıklıklarının toplamından ibarettir. İlla ki birileri seni sırtından vurur, kazıklar, sana hak ettiğin değeri vermez ya da seni görmezden gelir. 

Bazı insanları görmek de hayal kırıklığı yaratır. Sen onu gördüğünde yaşayacağın mutluluğa dair hayaller kurarsın. Söylemek istediklerini önceden biçip tartarsın kafanda. En sevdiğin renkteki kazağını giyer, en sevdiğin ruju sürersin onu göreceğim diye. Ama gördüğün andan itibaren kafanda kurduklarının  gerçekleşmediğini görürsün ve keşke onu görmeseydim dersin. Bazı şeylerin sadece bir kişinin istemesiyle olmayacağını anlarsın. Bazı insanların önünde kalın, aşılmaz duvarları vardır, onları aşıp da kendilerine ulaşmak mümkün değildir. Kendilerini kapatmışlardır sana karşı, Üstelik de herkese açmışken. Senin ona söyleyecek güzel cümlelerin vardır. Ama ağzından dökülenler basit, sıradan, gündelik hayata dair önemsiz birkaç ayrıntıdır.

Geç bu hayal kırıklığı masalını, mantıklı düşün deyip huzurlu bir uykuya dalarsın. Ama uykunda bilinçaltın rahat bırakmaz seni bu sefer. Bilincinde eskisi kadar geniş bir yer ayırmadığını zannettiğin kişi bilinçaltının bilinmez dehlizlerinde yer edinmiştir Sigmund Freud'u haklı çıkarırcasına. Sonra uyumak ve hep uyumak istersin hayal kırıklığı yaratan o yüzü unutmak için.

23 Eylül 2012 Pazar

İzlenimler, tavsiyeler vesaire...


Kanal D'de Kayıp Şehir adlı bir dizi başladı. Şöyle  neymiş, ne değilmiş bir bakayım derken senaristler arasında Murat Uyurkulak ve Hakan Bıçakcı isimlerini görünce hemen ekrana yapıştım. Murat Uyurkulak Tol romanı ve Bazuka isimli öykü kitabının yazarı. (Bir de Har diye bir romanı var ama ben okumadım.) Hakan Bıçakcı ise Afili Filintalar'daki yazılarını okuduğum bir yazardı. Bu yaz da Ben Tek Siz Hepiniz isimli hikaye kitabını okumuştum. Bu iki isim bir araya gelince nasıl bir iş çıkar diye merak ettim. (Yıldırım Türker ve bir iki isim daha var senaristler arasında.)
Dizi genel olarak başarılı ama çok daha iyisi olabilirdi. Bir kere hikaye biraz sıradan. Karadeniz'den gelip İstanbul'da tutunmayan çalışan çok çocuklu fakir bir ailenin öyküsü anlatılıyor. Mahsun Kırmızıgül sayesinde bu konuya epey aşina olduk zaten. Bir de zengin-fakir karşıtlığı da çokça işlenen bir tema. Mesela ilk bölümde anne, ailesi aç olduğu için et çalıyor ama sonra gururuna yediremeyip etleri sokak köpeklerine dağıtıyor. Bu tarz sahneler o kadar çok işlendi ki Türk sinemasında artık sıkıldık. Bunlar dizinin eksik yanları ama karakter yaratımı ve öyküleme tarzı başarılı. Arka sokakların yaşamı, sinema estetiğiyle ve edebi bir dille anlatılıyor. Argo ve sert diyaloglara da yer veriliyor. Farklı bir iş olduğu için alışkanlıklarından vazgeçmeyi sevmeyen dizikoliklerimiz pek beğenmeyecektir diziyi.
Bu arada dizideki İrfan karakteri ve onu canlandıran İlker Kaleli çok sevimli.Uğur Polat her zamanki gibi döktürüyor, Gökçe Bahadır ise kalıplarının dışına çıkarak çok farklı bir karakter çiziyor.
Dizi yayından kaldırılmazsa Murat Uyurkulak ve Hakan Bıçakcı'nın daha iyi bir iş çıkartacağını düşünüyorum. Takipteyim bir süre daha. Tavsiye ederim herkese :)

Hamiş: Bu arada bu kadar dizi izlersem doktora tezini kim yazacak diye düşünmedim değil.


Behzat Ç'yi sevmem için birçok neden var ama sadece bu diyaloglar bile yeter sanırım. Adalet arayışından vazgeçmeyeceğini söyleyen Savcı Esra'ya Behzat'ın yanıtı şöyle olur: "Artık senin hukukun yok, bitti o. Onların hukuku var."
Bu diyalogları yazan senarist Ercan Mehmet Erdem'i tebrik etmek gerek cesaretinden dolayı. Daha aylar önce hukukun simgesi Esra'yı öldürerek adalet sistemimizin işleyişini eleştirmiş ve bugün yaşananlara bir gönderme yapmıştı. Dizinin sevilmesinin nedenlerinden biri de bol entrikalı aile dramalarının izlendiği bir ülkede gündemi yakalayan ve eleştiri yapmaktan çekinmeyen bir dizi olması zaten.
Yeni sezonda Behzat'ın derin devletle mücadelesini izleyeceğiz. Polisiye hikâyeler yerine siyasi entrikaları izlemek daha keyifli olacak bence. Ama önce birkaç bölüm Behzat'ın çıldırmasını ve kendi hayaletleriyle konuşmasını izleyecekmişiz gibi görünüyor.
Yalnız dizinin cuma günü 23.15'e alınması pek hoş olmadı. Alıştığımız gün ve saatinde kalsa iyiydi ama birilerini rahatsız etti tabi dizinin erken saatte gösterilmesi.
Bu ülkede yaşayan insanların umutsuzlukları ve karamsarlıkları yüzlerinden okunuyor. Kızılay sokaklarında dolaşırken biraz dikkat edin insanların yüzlerine. Kimi işinden memnun değil, kimi yalnızlıktan şikayet ediyor, kiminin tek bir dostu yok.Yaşadığı hayattan, içinde bulunduğu ortamdan ve sahip olduğu imkanlardan memnun olan çok az insan var.
Birkaç hafta önce Bulgaristan'daydım. Orada insanlar stres diye bir kavramı bilmiyorlar bile. Keyiflerine düşkünler, büyük dertleri yok, memleketlerinde her gün bir olay olmuyor. Bu yüzden de her sabah işe gitmeden önce kahvelerini keyifle yudumlamayı, iş çıkışında ise arkadaşlarıyla bir araya gelip soğuk bir bira içmeyi ihmal etmiyorlar. Hayatlarının merkezinde işleri değil, kendi zevkleri var. Orada yürürken insanların yüzlerine bakarsanız Türkiye'de gördüklerinizi göremezsiniz.
Bu ülke insanlarını mutsuz ediyor. Şırnak'ın bir köyünde öğretmen olabilmek için yıllarca bekleyen gençlerin,  tezkeresini almaya on beş gün kala ne uğruna mücadele ettiğini bilmediği bir savaşta ölen askerlerin, sokak ortasında bıçaklanan kadınların, istismara uğrayan küçük kızların ülkesi burası. Olaysız bir gün geçmiyor ama topumsal akıl tutulması yüzünden her şey anında unutuluyor.
Tekinsiz bir hayat yaşıyoruz. Bu karmaşada hayatta kalabilmek için hepimize iyi şanslar...

1 Eylül 2012 Cumartesi

Benim Kitaplarım 2

Dünyanın gittikçe daha karanlık bir yer olmaya başladığı şu zamanlarda özellikle savaş çığırtkanlarının okuması gereken, savaşın anlamsızlığını ve acımasızlığını anlatan iki roman var. İlki Hakan Günday okurlarının yazarın en sevdiği kitabı olması sebebiyle sürekli ismini duydukları Gecenin Sonuna Yolculuk. Özellikle Günday'ın Kinyas ve Kayra romanını okuduktan sonra iki roman arasındaki bağlantıları kolayca fark edebilirsiniz. Zira yaşadıkları hayattan umutlarını kesip "ruh ölümlerini"gerçekleştirmek için Afrika'ya giden Kinyas ve Kayra sık sık romanın kahramanı Bardamu gibi sert, acımasız ama aynı zamanda nükteli bir dille konuşurlar.

Louis-Ferdinand Celine'in 1932'de yazdığı roman kendini bir anarşist olarak tanımlayan Bardamu'nın Birinci Dünya Savaşı'na katılması ve ardından yaşadıklarını anlatır. Savaşın anlamsızlığını vurgulayan Bardamu vatan, millet gibi içleri boşaltılmış kavramları ve tüm o kahramanlık söylemlerini yadsır. Çünkü bu kavramları yüceleştiren savaşa katılmayan ve yalnızca kendi rahatlıklarını düşünen, zenginliklerine zenginlik katan sivillerdir. Paris'te hayat olduğu gibi devam ederken savaşta her gün binlerce genç ölmektedir. Savaşta kahramanlık gösterenlerin isimleri er geç unutulacaktır ama Bardamu ve onun gibilerinin gençliği yok olmuştur artık. Bardamu henüz yirmi yaşındayken hayata inanmadığını söyler.

Savaşta yaralanan ve sinirleri yıpranan Bardamu artık kimsenin işine yaramadığı için ordudan atılır. Önce sıcağın, sıtmanın ve sivri sineklerin diyarı Afrika'ya ardından da yeni dünyayı keşfetmek için Amerika'ya gider. Sonunda Paris'e dönen ve tıp eğitimini tamamlayan Bardamu'nun hayatı savaş sonrasında çok da değişmemiştir aslında. Hâlâ alaycı, nihilist ve kötümserdir. Yaşamı sevmese de hayatta kalmayı sürdürür ve bunun için yalan söylemekten ve kendini küçük düşürmekten çekinmez. Bardamu'nun hayatı hiçbir zaman tamlık olmamıştır. Ne annesine karşı sevgi besleyebilmiş, ne beğendiği kadınlarla dilediğince sevişebilmiş, ne de hayatını sürdürmek için gerekli olan parayı kazanabilmiştir.

Burjuvazi karşıtı olan Celine burjuva dilini kullanmak yerine argoya ağırlık veren yeni bir dil geliştirir romanında. Sert, acımasız, kötümser ama aynı zamanda da nükteli bir dildir bu. Okur gerçeği bütün açıklığıyla dile getiren bu sert dilden rahatsız olabilir. Gecenin Sonuna Yolculuk'un okunması ve sindirilmesi kolay bir roman olduğu söylenemez bu yüzden.

İkinci kitap Yaşar Kemal'in 20. yüzyılın en iyi romanı olarak gördüğü 1929 tarihli Erich Maria Remarque romanı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. Bu romanın kahramanı Paul, Bardamu gibi ani bir kararla cepheye gitmez. Paul'ün hocası onu ve arkadaşlarını "memleket için canını verme" konusunda yüreklendirir. Henüz yirmi yaşında olan bu gençler, İngiltere'nin savaş uçakları üzerlerine bomba yağdırdığı gün savaşın hiç de hocalarının anlattığı gibi bir şey olmadığını anlarlar. Paul ve arkadaşları kayıp bir neslin çocuklarıdır. Paul, arkadaşları birer birer gözünün önünde can verdikçe savaştan kurtulsa bile hayatına devam edemeyeceğini anlar. Sonunda Paul de öldüğünde Batı cephesinde kayıtlara geçmeye değer önemli bir olay olmadığı yazılır.

Remarque'nin dili ve anlatımı Celine'inki gibi alaycı ve nükteli değildir. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok savaşın içinde yazılan gerçekçi bir savaş romanıdır. Gecenin Sonuna Yolculuk ise yine savaşın gereksizliği üzerine kuruludur ancak Celine savaşı anlatıyor gibi görünmesine rağmen bütün kurumları ve değerleriyle hayatın anlamsızlığını anlatmıştır.

Celine'in deyişiyle "Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur." İktidar sahiplerinin bitmek tükenmek bilmeyen hırslarının ve otorite kurma isteklerinin bir sonucu olan savaş, sonunda hiçbir şeye değmez. Kahramanca dövüşen ve halk denen yığının bu kahramanlığa hak ettikleri pâyeyi vereceğini düşünen askerlerin ismi tarihin unutmaya hazır belleğine kaydedilir.

Savaşın gerçek acısını Bardamu ve Paul kadar hissedemeyeceğini bilse de herkes bu iki "gerçek kahramanla" tanışmalıdır. Böylece okurlar kendi gecelerinin sonuna doğru yolculuk eden bütün gerçek kahramanlar için yeni bir kayıt düşebilirler.



27 Mart 2012 Salı

Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Yazı*



* (Edip Cansever)
ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
oysa güneş pek batmadı senin evinde
söyle
ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.

Cansever'in deyişiyle yarın yaş değiştirme törenim var. Aslında "25 Yılın Bilançosu" başlığını taşıyan bir yazı yazacaktım. Öyle planlamıştım ama çok fazla içimden gelmedi bugüne kadar yaşadıklarımın dökümünü yapmak. Bir de hayattan çok keyif almadığım, yaptığım şeylerin çoğundan sıkıldığım bir dönemdeyim. Yazı yazma isteğimi de köreltiyor bu durum haliyle.

Hayat benim için hiçbir zaman toz pembe olmayacak biliyorum. Çünkü babam giderken ışıkları söndürdüm ben. Ama yine de aydınlığa bakmaya çalışıyorum, hayat devam ediyor neticede.

Bu yaşıma kadar öğrendiğim bir şey var: Can baba haklı değil, sevdiğin kadar sevilmiyorsun bu hayatta. Bir zamanlar bir adamı sevmiştim. Şimdi  hiçbir iz kalmadı ondan. Neye yaradı birlikte geçirilen o kadar yıl?

Çok sevdiğim arkadaşlarım var ama benim onlara verdiğim değerin karşılığını alamadığımı hissediyorum bazen. Aramıza gündelik dertler, koşturmacalar, başka sıkıntılar giriyor.Yaptığın iyiliklerin, gösterdiğin yakınlığın karşılığını alamıyorsun her zaman. Birini sevdiğin zaman karşılığını alamama ihtimalin de var. Bunu böyle kabul etmek lazım galiba. 

Eskiden yaş değiştirme törenlerini çok severdim. En çok da hediye almayı tabii. Büyüdükçe pek çok şeyin değeri azalıyor. İleriki yaşlarında nelerle karşılaşacağını merak etmemeye başlıyorsun, hayat senden güzelliklerini esirgiyor çoğu zaman. Ama yine de bir sihirli değnek olsa elimde neler isterdim neler: Dünya turu yapmak, flamenko ve fotoğrafçılık öğrenmek, izleyemediğim bütün filmleri izlemek,okuyamadığım kitapları okumak...

Biraz karamsar mı oldu yazdıklarım? 27'ye bir yıl var daha ama 27 yaş sendromu etkisini erken mi gösterdi ne? Neyse zaten bu, yaş değiştirme törenine yetişen öyle bir yazı. Öğrencilerim dersi dinlese, tezime başlasam, yazmam gereken yazıları bitirsem, bahar gelse de bahçede kitap okusam, sevdiğim biri telefon etse, tanışmak istediğim biriyle tanışsam.. daha keyifli olur belki hayat. Belki de Nazım haklıdır. Güzel günler görürüz, güneşli günler.

Yaş değiştirme törenim kutlu olsun :)









12 Mart 2012 Pazartesi

Canımın İçi Böyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur*


Filmler ve romanlar bizi fena halde kandırıyor. Misal, bir film izledim geçenlerde: Robert De Niro ve Meryl Streep'in oynadıkları "Falling in Love". Türkçeye "Geç Gelen Sevgi" adıyla çevirmiş filmlere alakasız isimler koymakla görevli kimseler- her kimseler. Filmdeki olay örgüsü gayet basit: Noel öncesinde bir dükkanda tanışan kadın ve adam daha sonra trende karşılaşırlar ve hemencecik birbirlerine aşık olurlar. İkisinin de evli olması büyük bir sorundur ama aşkın gücü galip gelir ve nihayet mutlu sona ulaşılır: Kadınla adam bütün engelleri aşıp aşklarının filizlendiği  yerde, trende bir araya gelirler. Şimdi düşünelim böyle bir şeyin gerçek hayatta olması ne kadar mümkün? Bir yerde tesadüfen gördüğünüz ve ilk bakışta fiziksel görünüşünden etkilendiğiniz bir erkeğe hemen açılabilir misiniz? Bizim Türk erkeklerimiz -en entelektüelleri, okumuş-yazmışları bile- ilk adımı kendileri atmak isterler çoğu zaman. Siz onların gösteremediği cesareti gösterip beğeninizi biraz hissettirseniz bile hemen koltukları kabarır beyefendilerin. Basit bir kahve içme teklifinizi dünyanın en büyük aşk ilanı gibi algılarlar. Sizden uzaklaşıp fildişi kulelerindeki kabuklarına çekilmeleri ve sizi görmezden gelmeleri de olasıdır.

Romanlar filmlere göre daha az aldatırlar insanı. En büyük aşk hikayelerinde bile bir trajedi yaşanır çünkü sonunda. Anna Kareninalar, Madam Bovaryler, Bihterler hep o büyük trajediyi yaşamadılar mı? Aşklarını yaşayıp mutlu olsaydı bu kadınlar, romancılar o güçlü çatışmalarını yaratamayacak ve okurlar büyük aşkların kahramanları olan bu kadınları hatırlamayacaklardı. Bu yüzden yazarları sinemacılardan daha gerçekçi ve inandırıcı bulmuşumdur. Sinemanın masalsı dünyasını değil, romanın katı gerçekçiliğini tercih etmişimdir.

Sinemada en tehlikeli tür, romantik komedidir. Gerçek hayatta olmayacak ne varsa -garip tesadüfler, anlık karşılaşmalar, ilk görüşte yaşanan aşklar, iyiliğin ve masumiyetin yüceltilmesi vb.- romantik komedi türünde sentezlenmiştir hepsi. Uzun süredir yalnızsanız romantik komedi izlemeyin derim. Filmin ardından yaşadığınız katharsisle büyük umutlara kapılır ve pembe gözlüklerle hayata bakarsınız bir süre. Ama nihayetinde yalnız ve mutsuz olduğunuz gerçeğini fark edersiniz.

"Çok istersen olur, umudunu kaybetme, dene, yenil ama tekrar dene" mottosundan ilham alan filmlere inanmayı bıraktım ben artık. Biliyorum senle ben yan yana gelemeyeceğiz. Yılbaşı öncesinde girdiğimiz dükkanda aldığımız hediyeler karışmayacak, benim bindiğim treni sen kaçıracaksın ya da trende senin için ayırdığım yan koltuğa bir başkası oturacak. Çünkü böyle şeyler yalnızca filmlerde olur canımın içi.

* Cümlenin aslı: "Canımın içi böyle şeyler yalnızca romanlarda olur." Murat Menteş, Dublörün Dilemması. Murat Menteş de Cüneyt Arkın'ın bir filminden almış bu cümleyi. Ben de onlardan aldım işte.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Kısa İyidir!

* Bugüne kadar hiç Paul Auster okumadım ama New York Üçlemesi en çok okumak istediğim kitaplardan. Malumunuz Türkiye'de ifade özgürlüğü olmadığını, 100'den fazla gazeteci ve yazarın hapiste olduğu bir ülkeye gelmeyeceğini söyledi Auster. Eminim ki bugüne kadar Auster'ın adını bile duymamış olan başbakanımız yine o çok sevdiği külhanbeyi edâlarını takınarak Auster'a cevap verdi. Bu vesileyle yine İsrail'e sataşma imkânını elde etmiş olduğu için de ayrıca sevinmiş olmalı. Auster'ın hassasiyetini anlıyorum ama ülkelerin politikaları yüzünden okurlar mağdur olmamalı bence. Edebiyatın ülkelerüstü bir yeri olmalı.

* Okan Bayülgen'in programlarını izlemekle geçti çocukluğum ve ilk gençliğim. Ama son zamanlarda Okan'ın megaloman tavırları iyice arttı ve bu tavırları beni sinirlendiriyor. Geçenlerde küçük İskender'i çağırmıştı programa. Sözde "yalnızlar diskosu" adıyla bir konsept yapıyor. Tüm program boyunca Türkiye'nin yaşayan en büyük şairlerinden birine iki şiir okuttu yalnızca. Saatlerce kendisi konuştu. Bir de reytingleri hiç umursamıyormuş gibi bir tavır takınıp her fırsatta - özellikle de ciddi meseleler konuşulduğu zaman- seyircilere sıkılıp sıkılmadıklarını soruyor. 90'lar programı yaparken de Uğur Mumcu'yu da anıyoruz dedi. Sonra da "bu bir siyaset programı değil ama" gibi talihsiz bir açıklama yaptı. Bu kadar korkak olmasına gerek yok. Bir-iki cümleyle siyasetten bahsetti diye bir şey kaybetmiş olmaz. Bu tavırlarıyla kendi izleyici kitlesini de hafife aldığını gösteriyor. Oysa onu izleyenlerin bir çoğu okuyan, yazan, çizen, kültürlü insanlar bence.

* Sayın Hüseyin Çelik, Andımız'ın ayet olarak görülmemesi gerektiğini buyurdu. Atatürk'ü koruyan bir kanun maddesi varken peygamberimizi koruyan yasalar yok dedi.  Bu sözler de bir kez daha gösterdi ki bu hükümetin Atatürk'le bir derdi var. Kim ne derse desin. Çocukların her sabah Ata'yı anarak güne başlamaları birilerini rahatsız ediyor.

* Geçen gün öğretmen atamaları yapıldı. Kars- Kağızman'a atanan bir öğretmen iki yıldır bu günü beklediğini ağlayarak anlattı. Bu görüntüleri izlerken bu ülkenin gençlerini hebâ ettiğini düşündüm. Kayıp bir nesiliz biz. Kimileri iş bulamıyor, kimileri akademik kariyer yapacağım diye eşleriyle ayrı şehirlerde yaşamak zorunda kalıyor, kimileri de Doğu'nun ücra bir köyüne atandığı için seviniyor.

* Ercümenç Çözer karakterini özledim. Behzat Ç'de bir daha onu izleyebilecek miyiz acaba?

* Göğe Selam albümünde Teoman'ın Dönence yorumu müthiş olmuş. Pek çok kişi Teoman'ın iyi bir söz yazarı ve besteci olduğunu ama iyi bir yorumcu olamadığını düşünür. Bence Dönence'yi müthiş bir samimiyetle ve duygusallıkla söylemiş.

* Kadına karşı şiddet meselesini merkeze alan ama aynı zamanda iyi bir kara komedi örneği olarak takdim edilen Kurtuluş Son Durak filmini sevmedim. Bu kadar ciddi bir meseleyi komedi unsurlarıyla birlikte vermesi hoşuma gitmedi. Bir de filmde bir bütünlük yok sanki. Komedi mi dram mı, tam olarak belli değil. Pedro Almodovar filmlerinin kötü bir kopyası gibi. Özellikle de Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınları anımsatıyor.

* Bir adamın kızını sattığı, hatta bunu belgelediği bir ülkede yaşıyoruz. Allah, insanlara akıl fikir versin. Bizim de akıl sağlığımızı korusun.

* Yurtdışından gelmek ve sarışın olmak bu ülkede popüler olmak için yeter. Modanın m'sinden anlamayan, üstelik de çok kötü giyinen ve tonlarca makyaj yapan İvana Sert'in moda programında atıp tutmasına gıcık oluyorum.

* Egoistokur son günlerde keyifle okuduğum sitelerden biri. Edebiyatla ilgil bazı bilgiler çok sıkmadan, eğlenceli bir biçimde anlatılıyor sitede. Yazar asistanlığı diye bir meslek olabileceğini düşünmemiştim önceden. Sitede bu konuyla ilgili birkaç yazı var. Lale Müldür, Vedat Türkali ve Attila İlhan'ın asistanlarıyla konuşmuşlar. İlginç ve güzel bir meslek olmalı.

* Flash Tv'de akıllara durgunluk veren programlar var. Dilberay'ın hapishane dekorunda geçen Kadere Mahkumlar isimli programına bir göz atın derim. Bu kadar enteresan bir konsept hiçbir ülkede yoktur sanırım.

* Kandillerde ve bilumum özel günlerde cepten herkese aynı kutlama mesajını gönderenler, yapmayınız; samimi değilsiniz.

* Facebook'ta Volkan Konak'ın bir şarkısını paylaşan bir memur görevinden alınmış. Ben de siyasete dair iki çift laf ettim diye tırstım şimdi bu haberi duyunca. Daha önce de yazmıştım fikirlerimizi ifade etmekten korkuyoruz artık.

Şimdilik bu kadar. Kısa iyidir :)

15 Ocak 2012 Pazar

Fısıldadıklarım 4


Bak, kar yağıyor ne güzel. Kardanadam yapalım seninle. Burnuna havuç takmayı unutmayalım ama olur mu? Sonra da yürürüz şehrin sokaklarında. Bu beyaz örtü en çok Ankara'ya yakışır, görmemek olmaz. Yürürken adımlarımızı sağlam basalım yere, ayak izlerimiz kalsın sadece seninle yürüdüğümüz yerlerde. Eldivenlerimi unutmuşum evde. Olsun, elin elimde oldukça hiç üşümem nasılsa. Canımız isterse Kuğulu'ya kadar da çıkarız belki. Bol köpüklü bir Türk kahvesi içeriz. Birlikte kurduğumuz hayallere göre yorumlarız fincandaki şekilleri.

Yağmuru sevmem, bana hep hüzün verir bilirsin; kaybedip de ulaşamadıklarımı, arayıp da bulamadıklarımı, isteyip de elde edemediklerimi hatırlatır. Oysa kar öyle mi? Bir iki kar tanesi düşsün yere, hemen çocukluğumun güzel günleri canlanıverir zihnimde. Sabahtan akşama kadar  kar topu oynamalar, altımıza bir naylon serip yokuş aşağı kaymalar, yapılan kardanadamları dağıtıp tekrar yapmalar... O zamanlar sen yoktun yanımda tabii; ama o kadar çok anlattım ki sana sensiz geçen zamanlarımı artık senin de anıların oldu bunlar. Sen de bana anlat her şeyi, hayatına dahil olmadığım zamanlarda neler yaptın, bilmek istiyorum demiştim bir gün. Senden önceki tarihime seni de ekledim ben. Senin de öyle yapmanı istedim. Ne istediysem yaptın, kırmadın beni. Teşekkür ederim. Bir gün yeni bir tarih yazalım seninle dedin. Hem de bugünden itibaren yazmaya başlayalım dedin. O an gördüm gözlerini. Sadece senin değildi artık onlar, ben de vardım içlerinde.

Tarihimize bir gün daha eklendi ne güzel değil mi? Sevdiğimiz şehir, sen, ben ve bembeyaz kar taneleri...

Kar yağışı devam edecekmiş yarın da. Öyle söylüyor haber bültenleri. Soğuk bir Ankara sabahına uyanınca anlayacağım sen diye hitap ettiğim birinin olmadığını. Kim bilir belki bir kar tanesi olup üzerime düşersin. Uzun zamandır öpülmemekten kurumuş dudaklarıma düşersin. Kim bilir... Sen..