26 Ağustos 2011 Cuma

Yaylalara Çıkmak Lazım

İnsanın hayallerini gerçekleştirmesi güzel bir şey. 2011 Temennileri başlıklı yazımda uzun süredir Doğu Karadeniz yaylalarına gitmek istediğimi yazmıştım. Sonunda cittum, cezdum ve cordum. Şimdi de gözlemlerimi paylaşmak istiyorum:


Gorgit Yaylası

Bölgenin coğrafî şartları sebebiyle yaylaları kendi imkanlarınızla gezmeniz biraz zor. Bu yüzden bölgeyi yakından bilen acentalara  ya da yerel rehberlere başvurmak en sağlam yol. Ben uzun araştırmalarım sonucunda Bukla Tur'u buldum ve neticede çok memnun kaldım.Rehberlerimiz Rizeliydi ve bölgeyi gayet iyi tanıyorlardı. Ayrıca on dört kişilik çok keyifli bir gezi grubumuz vardı. Kaldığımız yerlerde beş yıldızlı otellerin konforunu aramadığımız ve zorlayıcı hava koşullarına aldırmadan doğaya uyum sağlamaya çalıştığımız için büyük bir sorunla ya da tatsızlıkla karşılaşmadan gezimizi noktaladık.

Trabzon'dan Artvin'e doğru yapılan yolculukla ve dinlenmeyle geçen ilk günün sonunda Artvin'in Macahel vadisinde küçük bir pansiyona yerleştik. Aslında pansiyonun sahipleri İstanbul'da yaşıyor ve sadece mayıs ile ekim ayları arasındaki dönemde Macahel'e geliyorlarmış. Şimdilik kendi evlerini pansiyon olarak kullanıyorlar. Ama yakında yeni inşa ettikleri evi hizmete açacaklar. Bu şirin pansiyonda yufkalar pişerken ateşin başında ev sahibi teyzelerle sohbet etmek, yemek salonunda şarkı söylemek, horon alıştırmaları yapmak, doğanın seslerini dinleyerek uyumak ve kuş sesleriyle uyanmak çok keyifliydi. Ancak belirtmek gerekir ki tatilde rahatlıktan vazgeçemeyenler için Macahel uygun bir yer değil. Macahel, Gürcü dilinde "avuç içi" anlamına geliyor. Vadi; Efeler, Kayalar, Maral, Camili, Uğur ve Düzenli isimli altı köyden oluşuyor. Muhteşem bir manzaraya sahip vadinin içindeyken kendinizi evrendeki küçücük bir nokta olarak görmeniz mümkün. Zira başınızı kaldırıp baktığınızda ulu dağlardan, yeşil düzlüklerden ve bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremeyeceksiniz.

İkinci gün yine Macahel'deyiz. Bugün beş- beş buçuk saatlik uzun bir yürüyüş var. Araçla belli bir noktaya kadar gideceğiz. Aslında Macahel vadisindeyiz hâlâ ama yükseklerdeki toprak yoldan inip Camili köyüne varmak bir hayli zaman alıyor. Yolda çok az insana rastlıyoruz. Issız ve sessiz bir bölge burası. Sonunda araçtan inip yürüyüşe başlıyoruz. Hedef: Gorgit yaylası. Dere kenarlarından, orman içlerinden, çamurlu patikalardan geçiyoruz; büyük kayalardan atlıyoruz. Nefes nefese kalıyorum ve çok zorlanıyorum ama Gorgit yaylasına çıktığımda derin bir nefes alıyorum. Gorgit'teki yayla evlerinde kimse olmadığı için yayla bir hayli ıssızdı ve bu haliyle insanı ürkütüyordu. Gorgit bir geçiş noktası imiş. Macahelliler burada kısa bir süre kaldıktan sonra Karçal Dağlarının ardındaki diğer yaylalara göçerlermiş. Yaylanın adı da buradan geliyor "gör ve git" mânasında. Dört bir yanı sarp kayalık ve dağlarla kaplı olan bu kimsesiz yayla, korku filmleri için uygun bir mekan olabilir gibi geliyor bana.

Üçüncü gün nispeten daha kolay bir yürüyüş umuyoruz ama Maral Şelalesi'ne inmek çok kolay olmuyor. Orman içindeki düz bir patikada geçen kısa bir yürüyüşten sonra şelaleden akan suların seslerini duyuyoruz. Düz patikayı bitirip aşağı doğru inmeye başlıyoruz. Hafif bir yağmur da yağdığı için toprak sürekli kayıyor; ancak hedefe yaklaştıkça şelaleye girmek hevesi arttığından hızlı bir şekilde yola devam ediyoruz. Belli bir noktadan sonra tahta basamaklardan iniyoruz. Ve sonunda şelalenin soğuk ve gürleyerek akan sularına giriyoruz. Hadi itiraf edeyim. Su çok hızlı aktığı için ancak belime kadar girebildim ve ayakta durabilmek için arkadaşlarımdan destek aldım. Ama yine de çok keyifliydi. Dönüş yolunda her yanım ıslanmıştı, üşümüştüm. Muhteşem manzaralı İremit Pansiyon'da sıcacık bir mercimek çorbası içince ve Gürcü yemeklerini ( Gürcü yahnisi, silor tatlısı..) tadınca kendime geldim. Dönüşte Camili köyünü gezdik. Askerî sınır ucuna kadar ulaştık, jandarmalarla sohbet ettik, Gürcistan sınırındaki köylere baktık, Tema'nın yaptırdığı konukevini gördük. Akşam yine Macahel Dede Han'daydık.

Macahel'de geçirdiğimiz üç günün ardından Artvin'den ayrılma vakti geldi. Dönüş yolunda ilk durak Borçka- Karagöl'dü. ( Şavşat'ta da Karagöl var.) Mavi ve yeşilin birbirine kardeş olduğu gölün kıyısında uzun bir fotoğraf molası verdim. Gorgit'e çıkarken o kadar zorlanmıştım ki her fırsatta fotoğraf diye tutturmama rağmen o anda gözüm hiçbir şeyi görmemişti. Zaten genellikle mola yerlerinde fotoğraf çekebildim. Tek kişinin zor sığdığı patikalarda ya da yan tarafı uçurum olan yerlerde durup fotoğraf çekmek akıl kârı değil çünkü. Gözümü karartıp birkaç kere fotoğraf çekme teşebbüsünde bulundum ve dengemi  yitirdim. Bu yüzden tedbiri elden bırakmamakta fayda var.

 Rize, Çamlıhemşin sınırlarına vardığımızda bizi Fırtına deresi karşıladı ve coşkulu sularıyla uzun süre bize eşlik etti. Şenyuva Köprüsü'nde fotoğraf molası verdikten sonra şahane bir köye gittik; Ortan Köyü'ne. Zengin Hemşinlilerin yaptırdığı eski ahşap konaklara hayran oldum ama bunlara sahip olmak için ya Rizeli olmak gerekiyor ya da Rize'ye gelin gitmek. İlki olmadığına göre ikinci ihtimali değerlendirmeli :) Buradaki konaklar da manzaraları da süper.Hemşinlilerin zengin olmalarının sebebi zamanında Rusya'ya gidip orada pastacılığı ve mimariyi öğrenmeleriymiş. Bugün bildiğimiz büyük pastanelerin sahipleri genellikle Hemşinli imiş. Bu köyde konakları gezmek, odaların camlarını açıp oksijen depolamak, hatta bulutlara dokunmak mümkün.

Demircioğlu Konağı'nda muhlama ve kara lahana dolması yedik. Erişteyi kavurup üzerine şerbet dökmüşler ve ceviz serpmişlerdi. Buna erişte tatlısı deniyormuş, ilk defa yedim. Yemeği yapan teyze ellerinde hangi malzeme varsa onu kullandıklarını ve ortaya böyle bir tatlının çıktığını söyledi.

Ortan köyünden sonra Zilkale'ye de uğradık ve Goboca Pansiyon'a doğru yol aldık. Yeşiller içindeki bir tepede olan bu pansiyona sisler içinde giriş yaptık. Pansiyon birkaç aydır hizmet veriyordu ama yıldızlı otelleri aratmayacak konfora sahipti. Ev sahibi İsmail amcanın ablası Alime teyzeyle sohbet ettik. Ağustos ayında ocağın başında ısındık. Uzun bir süreden sonra eşyalarımı kurutabildiğim için mutluydum.

Ertesi gün Doğu Karadeniz'de Kaçkar'dan sonraki en yüksek dağ olan Verçenik Dağı'na çıktık. Televizyondan  izlemeye alışık olduğum ama ilk defa çıplak gözle gördüğüm dağ kamplarına benzeyen, insan ayağının az bastığı topraklardan geçtik. Büyük kayaların üzerinden atladık. Siz siz olun ayağınızı yere sağlam basın ve kayalara güvenin. Benim gibi düşmekten korkmayın :) Kayaları aştıktan sonra sizi Verçenik gölleri karşılayacak. Kendinize güveniyorsanız buz gibi sulara atlayın. Suyun kenarına oturabilir ya da sırtınızı sarp kayalara dayayarak rahat bir uykuya da dalabilirsiniz. Dağdan inişte daha uzun ve düz bir patikadan dönüş yaptık. Akşam yine Goboca'da kaldık.

Son ve en keyifli yürüyüşümüzde yayla transını gerçekleştirdik.Önce bir yanı uçurum olan toprak bir yolda uzun bir araç yolculuğu yaptık. Sonra kimi zaman orman içinde tek kişinin zor adım atabildiği patikalardan geçtik, çanurlara battık, suları aştık. Kimi zaman yan yana yürüyebildiğimiz taşlı asfalt yollardan. Kelebeklerin, ayıların izini sürdük. Endemik bitkileri tanımaya çalıştık. Binbir çeşit ve renkteki zehirli mantarları gördük. Dağ çilekleri, böğürtlen ve ahududulardan yedik. Bugünkü rotamızda Çat vadisindeki  Elevit, Palovit, Tirovit yaylalarını araçtan gördük; Amlakit'ten itibaren yürümeye başladık ve Hazindag yaylasını geçip Pokut'a ulaştık. Medeniyetten uzak kalmış bu yerlerde sadece kendimizi ve doğayı dinledik. Yöre insanlarını tanımaya çalıştık. Her yaylanın ayrı bir güzelliği vardı bana göre. Pokut'taki Doğa Konuk Evi'nde kalırken geceyi neşeli kahkahalarımızla aydınlattık, türküler söyledik. Yıldızlara baktık, hava tahminleri yaptık. Önümüze gelen bulut parçalarını duman zannettik.

Sabah güneşin doğuşunu izlemek için erkenden kalktık. Yürüyüş esnasında gördüğüm bir levhada yayladakilerin suyu idareli kullanması gerektiği yazıyordu. Burada doğanın kanunları geçerliydi öncelikle, insanın kendi rahatını düşünerek koyduğu kurallar değil. Doğa bize her şeyi sunmuştu; ama biz onu tüketiyorduk durmadan.

Pokut Yaylası
Pokut'tan Sal yaylasına kısa bir yürüyüş yaptık ve unimoga binip tekrar Çamlıhemşin'e inmeye başladık. Sallana sallana inerken bildiğimiz tüm şarkıları Laz diline uyarlamaya çalıştık. Hedef bu sefer Ayder'di. Beş-altı yıl önce gördüğüm ve "Burada ölebilirim." dediğim Ayder yaylasında büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Büyük otelleri, pansiyonları, hediyelik eşya satan dükkanlarıyla tam bir turizm merkezine dönüşmüştü Ayder. Eskilerden izler aradımsa da bulamadım. Bir Gelintülü Şelalesi kalmıştı sanki. Onun dışında yeni bir şehir inşa edilmişti Ayder'e. Doğanın güzelliği mahvedilmişti.

Akşam Bukla Oberj'de Behçet'in söylediği şarkılarla coştuk önce. Ardından dışarı çıkıp tulum eşliğinde horon oynadık. Yağmur atıştırırken halka olmuş, elleri birbirine kenetlenmiş onlarca insan hep bir ağızdan aynı şeyleri söyledik. O an sanki herkes birbirini yıllardır tanıyordu.

Bu muhteşem gezi ertesi sabah Trabzon havaalanında sona erdi. Yeşilden ve maviden uzaklaşıverdim bir saat içinde.

Çamlıhemşin'den bir görüntü.
Yaylalara çıkmak hayatımın en güzel tecrübelerinden biriydi. Henüz yaylalara çıkmadıysanız çok şey kaybediyorsunuz bence. Gidin, görün, pişman olmayacaksınız. Ha unutmadan birkaç küçük tavsiye de vereyim: Yolculukta mutlaka Karadeniz müziği dinleyin. Pirimiz Kazım Koyuncu'dur her daim. Ama Karmate ve Marsis de dinleyin derim. Ayakkabınız ıslandı diye üzülmeyin hemen. Geceden içine gazeteleri yığın, ıslaklığı hemen çekecektir gazeteler. Yanınıza su geçirmeyen kıyafetler alın. Çünkü o kadar nem var ki hiçbir şey kurumuyor. Grup arkadaşlarınızla aynı tuvalet ve banyoyu kullanmak zorunda kalabilirsiniz, hazırlıklı olun. Hattınız mümkünse Turkcell olsun. Diğerleri Macahel'de çekmiyor. Her yerde farklı malzemelerle yapılan muhlamalarla -ya da  kuymak- karşılaşacaksınız, bilginize. Yağmur yağdığında hemen moralinizi bozmayın, Karadeniz her haliyle güzel. ( Tabii Allah'ın bileceği iş de sis çıkmasa iy olur: ) O kadar yürümüşken etrafı görememek olmaz.)



Eeee hadi ne duruyorsunuz?