3 Kasım 2011 Perşembe

Sevdiğim Mısraların Bana Düşündürdükleri

Bazı aşklar bitmesi için yaşanır.
Bazı doğum günleri kötü geçer.
Bazı romeolar julietleri iplemez...
Boşver...
Kim aşktan ölmüş ki ! ( küçük İskender )

Evet, doğru kelime tam da bu: "iplemek". Sen beni hiç iplemedin aslında biliyorum. Sadece bir arkadaş olarak bile. Ama olsun önemli değil. Her şey geçer gider bu hayatta. Sen de benim hayatımdan geçip gittin bir süreliğine hiç fark etmesen de. Zaten önemli olan senin fark etmen de değildi; ama sen de beni anlasaydın daha iyi olurdu. Belki de olmazdı. Bilmiyorum.

Şair doğru demiş: kimse aşktan ölmez. Ben seni ölmeyi göze alacak kadar sevmedim o kadar da güvenme kendine. Evet sevdim ama olmayacağını anlayınca öldürdüm seni. Ölümün pek  dehşetli olmadı. Çok acımasız değilimdir. Kısa sürede hallettim işini. Acı çekmeden öldün, sessizce.


Senin kim olduğunu sordular bana. Doğru dürüst bir cevap veremedim. Bilmiyorlardı ki seni ben yaratmıştım, ben istediğim için vardın. Artın yoksun. Yine ben istediğim için. Şimdi yeni senler bulma vakti.

Romeom şimdilik çok uzaklardasın sanırım, görünmüyorsun bana. Ama sen mutlu ol Jülyetinle. Sen pek tanımazsın beni -hiç tanımaya çalışmadın ki- ama iyi biriyimdir esasında. Beddua etmem kimseye. Mutlu ol diyorum bak. Vallahi billahi Jülyetinle.

Güz Gelir




Yaz geçer demiştim. Evet yaz geçti, sonbahar geldi. Sonbahar deyince neler gelir aklınıza? Ben düşündüm taşındım, sonra da oturdum, yazdım:

Hüzün: Sonbahar hüznüyle beraber gelir. Günler kısalır, yapraklar dökülür, yağmur damlaları camlara vurur, soğuk rüzgarlar eser. Yazın uzun, sıcak ve coşkulu günleri geride kalmış çok eski zamanların anıları gibi canlanır zihnimizde. Hüzün duygusu bütün yoğunluğuyla bastırırken Ankara hoyrat ve acımasız davranır mevsimlerin el yalnızı sonbahara karşı. Ondan bir an önce kurtulup kışa kavuşma arzusundadır.
Yalnızlık: Kendini yalnız hissedenler için mevsimlerin önemi yoktur; ama hüznünü azaltacak ya da paylaşacak birine en çok sonbaharda ihtiyaç duyar insan.
Yağmur: Yağmur, ben evdeysem ve elimde kahve fincanım dışarıyı seyredebileceksem yağmalı. Bu yaşıma geldim, yürürken paçalarıma su sıçratmamayı öğrenemedim hâlâ. Sonbahar, bana hayatta öğrenemediğim şeylerin acısını hissettirir.
Krizantemler: Kasımpatı demeye dilim varmaz annemin yaz başında ektiği ve kasım başında boy vermeye başlayan sarı, pembe, kırmızı krizantemlere.
Battaniye: Kırmızı battaniyemin altına girip televizyon seyretmek. İşte sonbahar tam da bu.
Oralet: Portakallı oraleti her mevsimde unutur, sadece güzün hatırlarım.
Özcan Alper'in Sonbahar filmi: Son baharını yaşayan Yusuf'un öyküsünü izleyeli beri hayatı daha az sevdiğim doğrudur. Yusuf'un tabutu soğuk ve karlı bir kış günü Karadeniz'in tepelerinden indirilirken tulum çalar acı acı. Yüreğim acır bu ülkenin nice Yusuflarına. 
Film festivalleri: Ankara'da yapacak şey yok diyenlere inat film festivalleri şehre renk getirir sonbaharda. Sinema tutkunlarıyla birlikte filmleri izlemek; oyuncu ve yönetmenlerle tanışmak çok keyiflidir.
Tiyatro: Ekim ayıyla beraber perde açan Ankara Devlet Tiyatrosu, maddi kaygıyla popülist eğilimlere yönelen özel İstanbul tiyatrolarından daha çok izlenmeye değerdir.
12 Eylül: Kaç düşünürünü faili meçhul cinayetlere kurban verdin, kaç masumunu astın, kaç insanını buharlaştırdın, kaç düşünen beynini susturdun, kaç gencini yok ettin sen güzel ve yalnız ülke ? Biliyorsun ki bugün yaşadıklarının milâdı 12 Eylül'dür.
Eylül: Bir zamanlar en sevdiği ay Eylül olan bir adam tanıdım. Bu adama dair her şey silindi belleğimden; ama eylül yazınca buraya aklıma geliverdi birden. İnsan hayatta çok büyük sözler etmemeli, inanmadığı şeylere dair vaatlerde bulunmamalı. Uzun yıllardan geriye kalan tek şey, bu cümle işte. Gerisi boş. Sevmiyorum seni eylül, iyi ki geçip gittin. Sevmiyorum seni, tıpkı o adamı hiç sevmediğim gibi.


18 Eylül 2011 Pazar

Benim Kitaplarım


Önce bir girizgâhla başlamalı. Uzun zamandır okuduğum kitapları değerlendireceğim bir bölüm açmayı düşünüyordum; ama buraya yazma niyetiyle açtığım dosyaların çoğu ilerde bir makale ya da inceleme yazısına dönüşmek üzere başka dosyalara atıldılar. Sanırım mesleki bir alışkanlıktan kaynaklanıyor bu durum. Kendi blogumuzda iki satır kitap yorumu yapamıyoruz canım keyifle :)

Neyse her şeyin bir ilki var.Yeraltı edebiyatına karşı mesafeli durmuştum şimdiye kadar. Ancak son zamanlarda edebiyat dergilerinde yeraltı edebiyatıyla ilgili çokça yazı okuyunca artık zamanı geldi dedim ve Chuck Palahniuk'un Gösteri Peygamberi'yle başladım işe. Palahniuk Dövüş Kulübü ve Ölüm Pornosu romanlarıyla anılıyor özellikle. Ama Gösteri Peygamberi de yazarın tarzını yansıtan tipik bir roman.

Roman, Amerika topraklarındaki Creedish kilisesinde katı kurallarla yetiştirilmiş, dış dünyayı tanımayan Tender Branson'ın hayatın bazı ufak sürprizleriyle (belki de felaketleriyle demeli) karşılaşması sonucunda dünyanın en ünlü ruhani liderine dönüşme sürecini anlatan şaşırtıcı, etkileyici ve karanlık bir roman. Tam olarak bu yüzyılın dünyasını ve insanını anlatıyor. İletişim araçlarının ve özellikle televizyonun hayatımızdaki yeri, bir dakikada şöhret olan yalancı peygamberler, dini liderler, yeteneksiz starlar, taşıyıcı annelik, porrnografi, cinselliğin metalaştırılması, insanları sömüren ilaç firmaları, alışveriş ve tüketim çılgınlığı, dış görünüşe verilen önem, kozmetiğin önemli hale gelmesi gibi meselelere değiniyor. Branson'un adım adım yok olmasıyla sonuçlanan kişisel öyküsü okuru derinden etkiliyor; ama beni en çok etkileyen nokta yazarın günümüz insanının yaşam tarzını, alışkanlıklarını, günlük ritüellerini, düşünme ve duygulanma biçimlerini anlatırken yakaladığı gözlem gücü ve sahicilik. Ayrıca Palahniuk, eserinde çok eleştirel bir dil kullanıyor. Bahsettiğim meselelerle ilgili eleştirel yorumlarda bulunuyor. 

 İnsanların tek başınalığa aşina oldukları, aynı kalıptan çıkmış gibi birbirine benzedikleri, kendilerinden başkasına tahammül edemedikleri karanlık, ürkütücü bir çağın yansıması roman. Bu çağda cinayetler işlenir, toplu katliamlar yapılır. Branson gibi dünyadan umudunu kesenler sahte arama hatları kurarak insanları ölüme gönderir. Duygular köreltilmiştir bu çağda, bütün acılar sindirilmiş. Ama yine de kaçınılmaz son gelene kadar beklemek gerekir. Yazgının önüne geçilemez çünkü.

Gösteri Peygamberi karamsar bir roman. Dünyanın düzelmeyeceğini hissediyor insan, hatta daha da kötüye gideceğini. Zamanın tekdüze akışı içinde fark edemediğimiz pek çok şeye değiniyor yazar. Hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmadığını hissettiriyor. Sindirmesi zor bir roman. Bu yüzden her okurun keyif alamayacağını düşünüyorum. Ayrıca naçizane önerim: küfür, argo ve cinsellik öğelerinden hoşlanmayanlar kitaba hiç bulaşmasın :)

Palahniuk çok katmanlı bir roman yazmış ama uzun uzadıya yazarsam yine makalenin sahasına girmekten korkuyorum. Okuduklarımı unutmamak için buraya not düşmem yeterli. Kitaptan düşündürücü bir alıntıyla bitiriyorum artık: "İntihar olmakla şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır." ( Bu söz üzerine bile bir yazı yazılır; ama artık susmalıyım :)

Bu arada başlığım tabii ki de Füruzan'ın Benim Sinemalarım kitabına bir göndermedir.

11 Eylül 2011 Pazar

Tanpınar'ın İzinde Bursa

Koza Han

Bursa deyince aklıma Tanpınar ve Bursa'da Zaman şiiri gelir ilkin. Tanpınar'ın şiirindeki gibi havayı kuşatan uhrevi bir ahenkle karşılaşırız Bursa'da. En çok da  Bursa merkezde yer alan, Osmanlı döneminden kalmış cami, türbe ve hanları gezerken hissederiz bu mistik havayı. Koza Han'ın bahçesinde türk kahvemizi yudumlarken Tanpınar'ın dediği gibi hâl diye bir şeyin olmadığını; hâlin geçmiş ve geleceğin terkibinden oluştuğunu düşünürüz. Tanpınar'ın çok sevdiği eski zaman insanları bir sokağın köşesinden fırlayıp her an karşımıza çıkabilir. Tanpınar'ın Huzur romanında Bursa için şöyle demesi boşuna değildir: "Orada musıkî, şiir, tasavvuf hep iç içe konuşuyor. Taş dua ediyor, ağaç zikrediyor."

Bursa, Osmanlı'nın görkemli mirasını en çok yansıtan şehirlerden biri. Tarihi ve mimari yapılar gözleri kamaştırıyor. Osmanlı'yı anlayabilmek için Bursa'nın tarihi  yapılarını görmek şart. Şehrin tarihi yüzü dışında başka bir yüzü daha var: Bursa büyük alışveriş ve iş merkezleriyle, fabrikalarıyla tam bir sanayi şehri aynı zamanda. Bu yüzüyle şehir, geleceğe uzanmak istiyor. Ancak şehir, eskiyle yeniyi bir arada yaşamakta biraz zorlanıyor gibi. Tarihi bir yapının yanına onunla hiç uyumlu olmayan yepyeni bir yapı eklenmiş bazı yerlerde.

Geçen yılki kısa Bursa gezimde merkezdeki han ve camileri görmüş, Tophane'de gezmiş, teleferikle Uludağ'a çıkmıştım. Televizyonlardaki program ve dizilerden aşina olduğum Cumalıkızık köyünde ise aradığımı bulamamış ve hayal kırıklığına uğramıştım. Cumalıkızık kısa sürede anılan bir yer olunca turistik bir merkeze dönüşmüş ve tarihi yapısını muhafaza edememiş. Bursa gezim İznik ilçesi ve gölünü de gördükten sonra sona ermişti.

Birkaç hafta önceki kısa gezimde ise Marmara Denizi kıyısındaki Mudanya ilçesi ile ilçeye bağlı Tirilye kasabasını gezdim. Tatile gitmeden önce gideceğim yer hakkında araştırma yaparım. Özellikle de Mehmet Yaşin'in gezi yazılarından bilgi edinirim. Yaşin, Yakınname adlı eserinde Tirilye sokaklarında gezerken karşılaştığı Rumlardan kalma tarihi evlerden çok etkilendiğini yazmış ve bu küçük kasabayı bir hayli övmüş. Ancak ben Mudanya'yı da Tirilye'yi de çok sevdiğimi söyleyemem. Mudanya'da mübadeleden sonra göçen Rumlardan kalan çok sayıda konak var ve bu konakların olduğu sokaklar denize açılıyor. Manzara güzel ama evler çok bakımsız. Evlerin bazıları iç mimarlar tarafından restore edilmiş. Ama pek çoğu yıkılmak üzere. Ya da terk edilmiş öylece. Bu kayıtsızlık insanın canını sıkıyor. Ayrıca sokaklar çok kötü kokuyor, kanalizasyon artıkları direkt denize dökülüyor.

Tirilye'de de aynı kayıtsızlıkla karşılaşınca tarihe sahip çıkma konusunda sınıfta kaldığımızı düşündüm. Geçmişin izlerini taşıyan mimari yapıları korumadığımız gibi yanına alakasız bir şekilde beton binaları dikiyoruz. Tirilye'de yıkılmaya yüz tutmuş muhteşem bir yapı var: Taş Mektep. Burası Tanzimat döneminde eğitim reformlarını hayata geçirmek amacıyla yapılmış ve uzun yıllar hizmet vermiş. Ancak aradan geçen zaman içinde bina eskimeye başlayınca yetkililer binayı tamir etmeyi değil terk etmeyi uygun görmüşler. O gün bugündür bina öylece duruyor. Buna hayıflanmamak elde değil.

Tiriliye'nin adı  1963'te Zeytinbağı olarak değiştirilmiş aslında ama genelde herkes Tirilye ismini kullanıyor. Bence bu küçük kasabanın en sevimli yeri Çamlı Kahve. Bir tepenin üzerindeki bu kahveden Marmara'nın uç noktasına kurulmuş kasabayı kuşbakışı izleyebiliyorsunuz. Sahil kıyısına kurulmuş balık lokantalarına da mutlaka uğrayın derim. Bizim oturduğumuz Şekerev balıkçısı gayet güzeldi. Personelin ve özellikle de mekan sahibinin canayakın tavırlarından memnun kaldık. Mekan sahibi her detayla tek tek ilgilendi. Hatta bir ara ablamın yanına yaklaştı ve ondan mutfağı teftiş etmesini istedi. Mutfak gayet temizmiş ve tüm aşçılar  kadınmış. Lokantada ilk defa yediğim bir tatlı vardı. Çikolata soslu helva. Helvayı fırında ısıtmışlar, üzerine çikolata sosu ve ceviz dökmüşler. İki tabak yedim, utanmasam üçüncüyü de yiyecektim :) Tirilye'nin zeytini ve zeytinyağı meşhur. Lokantaların kaşısındaki sokakta tezgah açan kadınların ürettikleri ürünleri satın alabilirsiniz. Zaten buranın en büyük esprisi de bu sanırım.

Tirilye'den dönerken Mehmet Yaşin'in tavsiye ettiği Uluabat Gölü kıyısındaki Gölyazı kasabasına uğramak istedik. Gölyazı tabelasını bulmakta biraz zorlandık ve neredeyse Balıkesir'e varacaktık. Kasabaya ulaştığımızda geç olmuştu ama kısa bir gezinti yaptık. Uluabat Gölü'nün kıyısına indik ama göl çok kirliydi. Göl, kuş cenneti olarak anılıyor ama okuduğum yazılardan anladığım kadarıyla uzun zamandır çok fazla kuş uğramıyormuş göle. Ben birkaç kuş gördüm ama kuş türleri hakkında pek fazla bilgiye sahip olmadığım için yorum yapamıyorum.

Bursa'da görmediğim pek yer kalmadı sanırım. Gittiğim yerlere tekrar gitmektense farklı yerleri keşfetmek isterim. Ama olur da bir gün yolum tekrar Bursa'ya düşerse yapacağım ilk şey Koza Han'ın bahçesine oturup kahvemi yudumlamak ve Bursa'nın farklı zamanlarında zihninsel bir yolculuğa çıkmak olacaktır. Tabii rehberim Tanpınar'ın eşliğinde :)



26 Ağustos 2011 Cuma

Yaylalara Çıkmak Lazım

İnsanın hayallerini gerçekleştirmesi güzel bir şey. 2011 Temennileri başlıklı yazımda uzun süredir Doğu Karadeniz yaylalarına gitmek istediğimi yazmıştım. Sonunda cittum, cezdum ve cordum. Şimdi de gözlemlerimi paylaşmak istiyorum:


Gorgit Yaylası

Bölgenin coğrafî şartları sebebiyle yaylaları kendi imkanlarınızla gezmeniz biraz zor. Bu yüzden bölgeyi yakından bilen acentalara  ya da yerel rehberlere başvurmak en sağlam yol. Ben uzun araştırmalarım sonucunda Bukla Tur'u buldum ve neticede çok memnun kaldım.Rehberlerimiz Rizeliydi ve bölgeyi gayet iyi tanıyorlardı. Ayrıca on dört kişilik çok keyifli bir gezi grubumuz vardı. Kaldığımız yerlerde beş yıldızlı otellerin konforunu aramadığımız ve zorlayıcı hava koşullarına aldırmadan doğaya uyum sağlamaya çalıştığımız için büyük bir sorunla ya da tatsızlıkla karşılaşmadan gezimizi noktaladık.

Trabzon'dan Artvin'e doğru yapılan yolculukla ve dinlenmeyle geçen ilk günün sonunda Artvin'in Macahel vadisinde küçük bir pansiyona yerleştik. Aslında pansiyonun sahipleri İstanbul'da yaşıyor ve sadece mayıs ile ekim ayları arasındaki dönemde Macahel'e geliyorlarmış. Şimdilik kendi evlerini pansiyon olarak kullanıyorlar. Ama yakında yeni inşa ettikleri evi hizmete açacaklar. Bu şirin pansiyonda yufkalar pişerken ateşin başında ev sahibi teyzelerle sohbet etmek, yemek salonunda şarkı söylemek, horon alıştırmaları yapmak, doğanın seslerini dinleyerek uyumak ve kuş sesleriyle uyanmak çok keyifliydi. Ancak belirtmek gerekir ki tatilde rahatlıktan vazgeçemeyenler için Macahel uygun bir yer değil. Macahel, Gürcü dilinde "avuç içi" anlamına geliyor. Vadi; Efeler, Kayalar, Maral, Camili, Uğur ve Düzenli isimli altı köyden oluşuyor. Muhteşem bir manzaraya sahip vadinin içindeyken kendinizi evrendeki küçücük bir nokta olarak görmeniz mümkün. Zira başınızı kaldırıp baktığınızda ulu dağlardan, yeşil düzlüklerden ve bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremeyeceksiniz.

İkinci gün yine Macahel'deyiz. Bugün beş- beş buçuk saatlik uzun bir yürüyüş var. Araçla belli bir noktaya kadar gideceğiz. Aslında Macahel vadisindeyiz hâlâ ama yükseklerdeki toprak yoldan inip Camili köyüne varmak bir hayli zaman alıyor. Yolda çok az insana rastlıyoruz. Issız ve sessiz bir bölge burası. Sonunda araçtan inip yürüyüşe başlıyoruz. Hedef: Gorgit yaylası. Dere kenarlarından, orman içlerinden, çamurlu patikalardan geçiyoruz; büyük kayalardan atlıyoruz. Nefes nefese kalıyorum ve çok zorlanıyorum ama Gorgit yaylasına çıktığımda derin bir nefes alıyorum. Gorgit'teki yayla evlerinde kimse olmadığı için yayla bir hayli ıssızdı ve bu haliyle insanı ürkütüyordu. Gorgit bir geçiş noktası imiş. Macahelliler burada kısa bir süre kaldıktan sonra Karçal Dağlarının ardındaki diğer yaylalara göçerlermiş. Yaylanın adı da buradan geliyor "gör ve git" mânasında. Dört bir yanı sarp kayalık ve dağlarla kaplı olan bu kimsesiz yayla, korku filmleri için uygun bir mekan olabilir gibi geliyor bana.

Üçüncü gün nispeten daha kolay bir yürüyüş umuyoruz ama Maral Şelalesi'ne inmek çok kolay olmuyor. Orman içindeki düz bir patikada geçen kısa bir yürüyüşten sonra şelaleden akan suların seslerini duyuyoruz. Düz patikayı bitirip aşağı doğru inmeye başlıyoruz. Hafif bir yağmur da yağdığı için toprak sürekli kayıyor; ancak hedefe yaklaştıkça şelaleye girmek hevesi arttığından hızlı bir şekilde yola devam ediyoruz. Belli bir noktadan sonra tahta basamaklardan iniyoruz. Ve sonunda şelalenin soğuk ve gürleyerek akan sularına giriyoruz. Hadi itiraf edeyim. Su çok hızlı aktığı için ancak belime kadar girebildim ve ayakta durabilmek için arkadaşlarımdan destek aldım. Ama yine de çok keyifliydi. Dönüş yolunda her yanım ıslanmıştı, üşümüştüm. Muhteşem manzaralı İremit Pansiyon'da sıcacık bir mercimek çorbası içince ve Gürcü yemeklerini ( Gürcü yahnisi, silor tatlısı..) tadınca kendime geldim. Dönüşte Camili köyünü gezdik. Askerî sınır ucuna kadar ulaştık, jandarmalarla sohbet ettik, Gürcistan sınırındaki köylere baktık, Tema'nın yaptırdığı konukevini gördük. Akşam yine Macahel Dede Han'daydık.

Macahel'de geçirdiğimiz üç günün ardından Artvin'den ayrılma vakti geldi. Dönüş yolunda ilk durak Borçka- Karagöl'dü. ( Şavşat'ta da Karagöl var.) Mavi ve yeşilin birbirine kardeş olduğu gölün kıyısında uzun bir fotoğraf molası verdim. Gorgit'e çıkarken o kadar zorlanmıştım ki her fırsatta fotoğraf diye tutturmama rağmen o anda gözüm hiçbir şeyi görmemişti. Zaten genellikle mola yerlerinde fotoğraf çekebildim. Tek kişinin zor sığdığı patikalarda ya da yan tarafı uçurum olan yerlerde durup fotoğraf çekmek akıl kârı değil çünkü. Gözümü karartıp birkaç kere fotoğraf çekme teşebbüsünde bulundum ve dengemi  yitirdim. Bu yüzden tedbiri elden bırakmamakta fayda var.

 Rize, Çamlıhemşin sınırlarına vardığımızda bizi Fırtına deresi karşıladı ve coşkulu sularıyla uzun süre bize eşlik etti. Şenyuva Köprüsü'nde fotoğraf molası verdikten sonra şahane bir köye gittik; Ortan Köyü'ne. Zengin Hemşinlilerin yaptırdığı eski ahşap konaklara hayran oldum ama bunlara sahip olmak için ya Rizeli olmak gerekiyor ya da Rize'ye gelin gitmek. İlki olmadığına göre ikinci ihtimali değerlendirmeli :) Buradaki konaklar da manzaraları da süper.Hemşinlilerin zengin olmalarının sebebi zamanında Rusya'ya gidip orada pastacılığı ve mimariyi öğrenmeleriymiş. Bugün bildiğimiz büyük pastanelerin sahipleri genellikle Hemşinli imiş. Bu köyde konakları gezmek, odaların camlarını açıp oksijen depolamak, hatta bulutlara dokunmak mümkün.

Demircioğlu Konağı'nda muhlama ve kara lahana dolması yedik. Erişteyi kavurup üzerine şerbet dökmüşler ve ceviz serpmişlerdi. Buna erişte tatlısı deniyormuş, ilk defa yedim. Yemeği yapan teyze ellerinde hangi malzeme varsa onu kullandıklarını ve ortaya böyle bir tatlının çıktığını söyledi.

Ortan köyünden sonra Zilkale'ye de uğradık ve Goboca Pansiyon'a doğru yol aldık. Yeşiller içindeki bir tepede olan bu pansiyona sisler içinde giriş yaptık. Pansiyon birkaç aydır hizmet veriyordu ama yıldızlı otelleri aratmayacak konfora sahipti. Ev sahibi İsmail amcanın ablası Alime teyzeyle sohbet ettik. Ağustos ayında ocağın başında ısındık. Uzun bir süreden sonra eşyalarımı kurutabildiğim için mutluydum.

Ertesi gün Doğu Karadeniz'de Kaçkar'dan sonraki en yüksek dağ olan Verçenik Dağı'na çıktık. Televizyondan  izlemeye alışık olduğum ama ilk defa çıplak gözle gördüğüm dağ kamplarına benzeyen, insan ayağının az bastığı topraklardan geçtik. Büyük kayaların üzerinden atladık. Siz siz olun ayağınızı yere sağlam basın ve kayalara güvenin. Benim gibi düşmekten korkmayın :) Kayaları aştıktan sonra sizi Verçenik gölleri karşılayacak. Kendinize güveniyorsanız buz gibi sulara atlayın. Suyun kenarına oturabilir ya da sırtınızı sarp kayalara dayayarak rahat bir uykuya da dalabilirsiniz. Dağdan inişte daha uzun ve düz bir patikadan dönüş yaptık. Akşam yine Goboca'da kaldık.

Son ve en keyifli yürüyüşümüzde yayla transını gerçekleştirdik.Önce bir yanı uçurum olan toprak bir yolda uzun bir araç yolculuğu yaptık. Sonra kimi zaman orman içinde tek kişinin zor adım atabildiği patikalardan geçtik, çanurlara battık, suları aştık. Kimi zaman yan yana yürüyebildiğimiz taşlı asfalt yollardan. Kelebeklerin, ayıların izini sürdük. Endemik bitkileri tanımaya çalıştık. Binbir çeşit ve renkteki zehirli mantarları gördük. Dağ çilekleri, böğürtlen ve ahududulardan yedik. Bugünkü rotamızda Çat vadisindeki  Elevit, Palovit, Tirovit yaylalarını araçtan gördük; Amlakit'ten itibaren yürümeye başladık ve Hazindag yaylasını geçip Pokut'a ulaştık. Medeniyetten uzak kalmış bu yerlerde sadece kendimizi ve doğayı dinledik. Yöre insanlarını tanımaya çalıştık. Her yaylanın ayrı bir güzelliği vardı bana göre. Pokut'taki Doğa Konuk Evi'nde kalırken geceyi neşeli kahkahalarımızla aydınlattık, türküler söyledik. Yıldızlara baktık, hava tahminleri yaptık. Önümüze gelen bulut parçalarını duman zannettik.

Sabah güneşin doğuşunu izlemek için erkenden kalktık. Yürüyüş esnasında gördüğüm bir levhada yayladakilerin suyu idareli kullanması gerektiği yazıyordu. Burada doğanın kanunları geçerliydi öncelikle, insanın kendi rahatını düşünerek koyduğu kurallar değil. Doğa bize her şeyi sunmuştu; ama biz onu tüketiyorduk durmadan.

Pokut Yaylası
Pokut'tan Sal yaylasına kısa bir yürüyüş yaptık ve unimoga binip tekrar Çamlıhemşin'e inmeye başladık. Sallana sallana inerken bildiğimiz tüm şarkıları Laz diline uyarlamaya çalıştık. Hedef bu sefer Ayder'di. Beş-altı yıl önce gördüğüm ve "Burada ölebilirim." dediğim Ayder yaylasında büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Büyük otelleri, pansiyonları, hediyelik eşya satan dükkanlarıyla tam bir turizm merkezine dönüşmüştü Ayder. Eskilerden izler aradımsa da bulamadım. Bir Gelintülü Şelalesi kalmıştı sanki. Onun dışında yeni bir şehir inşa edilmişti Ayder'e. Doğanın güzelliği mahvedilmişti.

Akşam Bukla Oberj'de Behçet'in söylediği şarkılarla coştuk önce. Ardından dışarı çıkıp tulum eşliğinde horon oynadık. Yağmur atıştırırken halka olmuş, elleri birbirine kenetlenmiş onlarca insan hep bir ağızdan aynı şeyleri söyledik. O an sanki herkes birbirini yıllardır tanıyordu.

Bu muhteşem gezi ertesi sabah Trabzon havaalanında sona erdi. Yeşilden ve maviden uzaklaşıverdim bir saat içinde.

Çamlıhemşin'den bir görüntü.
Yaylalara çıkmak hayatımın en güzel tecrübelerinden biriydi. Henüz yaylalara çıkmadıysanız çok şey kaybediyorsunuz bence. Gidin, görün, pişman olmayacaksınız. Ha unutmadan birkaç küçük tavsiye de vereyim: Yolculukta mutlaka Karadeniz müziği dinleyin. Pirimiz Kazım Koyuncu'dur her daim. Ama Karmate ve Marsis de dinleyin derim. Ayakkabınız ıslandı diye üzülmeyin hemen. Geceden içine gazeteleri yığın, ıslaklığı hemen çekecektir gazeteler. Yanınıza su geçirmeyen kıyafetler alın. Çünkü o kadar nem var ki hiçbir şey kurumuyor. Grup arkadaşlarınızla aynı tuvalet ve banyoyu kullanmak zorunda kalabilirsiniz, hazırlıklı olun. Hattınız mümkünse Turkcell olsun. Diğerleri Macahel'de çekmiyor. Her yerde farklı malzemelerle yapılan muhlamalarla -ya da  kuymak- karşılaşacaksınız, bilginize. Yağmur yağdığında hemen moralinizi bozmayın, Karadeniz her haliyle güzel. ( Tabii Allah'ın bileceği iş de sis çıkmasa iy olur: ) O kadar yürümüşken etrafı görememek olmaz.)



Eeee hadi ne duruyorsunuz?

14 Temmuz 2011 Perşembe

Kısa İyidir!

*Yazın insanların birbirlerine en sık sordukları soru, "Tatile gitmiyor musun?"dur. İnsanlar tatilde ne kadar çok eğlendiklerini, nasıl  iyi vakit geçirdiklerini ballandıra ballandıra anlatırlarken tatile gidemeyenler içlerindeki eziklik duygusuyla bir gün uzaklara çok uzaklara gidebilmenin hayalini kurarlar.

*"Saçma" en çok kullandığım kelimelerden biridir. Hatta vakt-i zamanında bir hocam her şeye saçma dediğim için beni eleştirmişti. (Varoluşçuluktaki "saçma" kavramını kastetmiyorum tabii ki.) Bu kelimeyi kullanmayı seven bir başkası da Behzat Ç. Dizide çok dikkat etmemiştim ama Emrah Serbes'in Her Temas İz Bırakır romanında "Saçma sapan konuşma la!" cümlesi adeta bir leit motif halini alıyor.

*Remiks denilen müzik şaklabanlığına bir türlü ısınamamışımdır. Sertap'ın güzelim Yanarım şarkısını da remiks yapmak uğruna heba etmişler. Kadın "yanarımmmm yanarımmm" diye haykırırken arkadan alakasız bir şekilde dum tıs dum tıs bir şeyler çalıyor.

*Her albüm öncesi Sezen Aksu'nun kapısını aşındırıp "şarkı şarkı!" diye inleyen pop müzik tayfası sonunda kadının bütün yaratıcılığını köreltecek. Bu ülkede Sezen Aksu şarkısı olmadan pop müzik albümü yapılamıyor.

*Bence dilbilimciler Serdar Ortaç'ın şarkı sözleri üzerine tezler hazırlasalar bizde Türk milleti olarak kimi zaman sürrealist kimi zaman postmodern ( hatta dadaist :) unsurlar taşıyan bu şarkıları daha iyi anlayabilirdik. "Serdar Ortaç'ın Şarkı Sözlerinde Anlam Kayması, Dil Yanlışları ve Anlatım Bozuklukları Üzerine Bir İnceleme", "Serdar Ortaç Şarkılarında Musıki ve Deruni Ahenk", "Serdar Ortaç'ın Şarkı Sözlerine Poetik Yaklaşımlar" vb. çalışmalar mutlaka hazırlanmalı.

*Ferzan Özpetek içinde eşcinsel karakter olmayan bir film çekerse bilin ki dünyanın sonu yakındır.

*"Şey" sözcüğü Türkçe'nin can simidi. Ne zaman aklımıza söyleyecek bir şey gelmezse hemen araya bir "şeeyy" sıkıştırıveriyoruz.

*Oyuncu Serra Yılmaz'dan ibretlik bir söz: "Ben erkeklerde kuzu kapama yapma isteği uyandırıyorum."

*Metin Üstündağ'ın Radikal Hayat'taki köşesinde birbirinden keyifli ve düşündürücü cümleler yer alıyor. Örnek: "Nobel barış ödülü almak için savaş çıkartanlar var.", "Türkçemiz o kadar zengin ki İngilizce'yi uşak tutmuş kendisine.

*Benim en iyi dostum facebookum, aveam. Onlar da terk ederdi olmasa param.





Not: Fotoğrafın yazılanlarla hiçbir alakası yoktur. Ama blog aleminde fotoğraf şart aga!

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Yaz Geçer mi?


BAŞBAŞA UZANDIK GÜNLERCE ISLAK


ÇİMENLERİNE YAZ BAHÇELERİNİN.

BİR MASAL MEYVESİ GİBİ PAYLAŞTIK


MEHTABI KIRILMIŞ DAL UÇLARINDAN. ( Tanpınar )



( Proust'un Kayıp Zamanın İzinde- Swannlar'ın Tarafı kitabının arka kapağından esinlenerek )



Sardunyalar, bahçede kitap okuma keyfi, bekleyiş, uykusuz geceler, Eymir'de kahvaltı, karpuz, Edip Cansever şiiri, hayal kırıklığı, yeşil erik, günbatımı, Kuğulu Park'ta oturma, alışkanlık, bol kremalı- karamelli soğuk kahve, yaz yalnızlığı, arzunun doğuşu, ıhlamur kokan bahçe, Leman sohbetleri, bira, umut, yaylaların ve Paris'in daveti...


 

Kıssadan Hisse

 Değişimle karşılaşınca değişen aşk, aşk değildir. ( Shakespeare )

Sanırım kimi zaman hayatın bize sunduklarıyla yetinmek zorundayız. Fazlasını istediğimiz zaman ne kadar uğraşırsak uğraşalım hayat bildiğini okuyor, bizi umursamıyor. Biz romantik hayaller peşinde koşarken hayat bizi gerçekçi olmaya davet ediyor.

Jane Austen'ın aynı adlı romanından uyarlanan Sense and Sensibility filminde iki kız kardeşin öyküsü anlatılır. Marianne; duygularının peşinden gider her zaman ve ona Shakespeare'den soneler okuyan bir adamla birlikte olmak ister. Romantiktir, heyecanlıdır, çocuksudur. Ablası Elinor ise tam tersi. İçinde fırtınalar kopsa bile gizler, ağırbaşlı ve sağduyulu hareket eder. Sevdiği adamı zor durumda bırakmamak için aşkını içine atmayı ve kendi mutluluğundan ferâgat etmeyi tercih eder. Sağduyu ve hislerin savaşında galip gelen sağduyu olur. Elinor sevdiği adama kavuşur sonunda. Sabrının karşılığını alır. Heyecanına yenik düşen Marianne ise Shakespeare'in kitabını her zaman yanında taşıyan romantik prensi Willoughby'den ayrılmak zorundadır. Willoughby'nin aşkı zamanla değişime uğrar çünkü. Romantik prens, zengin bir kadınla evlenecektir. Ve Marianne değişime uğrayan aşkın aşk olmadığını anladığında kendisini uzun zamandır seven yaşlı, iyi niyetli ve zengin Albay Brondon ile evlenir.

Düşlerimizin birçoğu gerçekleşme imkânı bulamaz. Elimizde kalanlarla yetinmeye ve mutlu olmaya çalışırız. Shakespeare'den şiirler okuyan romantik bir adam hayal ederiz. Sonunda Brandon gibi bir adamın karşımıza çıkıp çıkmayacağı ise koca bir soru işaretidir.

19 Haziran 2011 Pazar

Kırık Dökük Birkaç Monolog 2

Yazma seminerinin ilk dersinde Mehmet Eroğlu: "İtiraf edecek bir şeyiniz yoksa yazamazsınız." demiş ve ilk ödevimizde itiraflarımızı yazmamızı istemişti. Uzun süre ne yazacağımı düşündükten sonra aşağıdaki yazıyı yazmıştım. Babalar gününün bendeki burukluğu dolayısıyla yazıyı paylaşıyorum. ( Eroğlu, yazının sonuna bir yorum da yazmıştı ama ben hâlâ yazının tamamını okuyamadım. Üstadın yazısı çok zor okunuyor :) )


Bir genç kız, büyüdüğünü tam olarak ne zaman fark eder? Tatlı heyecanlar, büyük hayaller, sınırsız umutlar döneminin kapandığını ve hayatın tüm gerçekliğiyle karşısına dikileceği yetişkinlik döneminin başladığını ne zaman anlar?  Ben, bu soruların cevabını gayet iyi biliyorum çünkü; henüz on sekizinde bir genç kızken bir gün, bir olay yaşadım ve büyümem için gerekli olan uzun zaman dilimini bir güne sığdırdım. O gün, babam öldü ve hayatım tamamen değişti. Ölüm denilen kaçınılmaz sonu bütün canlılar yaşayacaktı, bu bir gerçekti biliyordum ama o günden sonra “ölüm” denen kavramı daha çok sorgulamaya başladım. Neden benim babam öldü ve neden bu kadar erken öldü? Uzun bir süre böyle sorular sordum kendime. Cevaplar aramaya çalıştım ve bir gün fark ettim ki eskisi kadar inanmıyordum artık Tanrı’ya, insanlara, hayata.
 Sonra etrafımdaki insanlara baktım. İnsan hep kendinden daha iyi durumda olanlarla ilgilenir, daha kötü durumda olanlarla değil. Ben de babalarıyla yürüyüşe çıkan kızlara, dışarı çıktıklarında babaları merak eder diye eve erken dönmek zorunda olan kızlara, yanlış bir şey yaptıklarında babalarından azar işitmekten korkan kızlara baktım. Evet, ben o kızları kıskandım. Hem de çok kıskandım, itiraf ediyorum. Bana kimse kızmayacaktı artık. Beni kimse azarlamayacaktı. Hata yapmanın bile anlamı yoktu bu durumda. Kaç kez hata yaptığımda beni gerçekten eleştiren biri olsa diye düşündüm. Annem, büyük bir şefkat duygusuyla hatalarımı anlayışla karşılıyordu ve ben bazen gerçekten azar işitmeyi, eleştirilmeyi istiyordum  ama olmuyordu işte.
Ahmet Altan, çok sevdiğim bir denemesinde “Tanrım, var mısın bilmiyorum. Olmanı isterdim ve bütün inançsızlığımla yalvarırdım sana, çocukları öldürme.” diye yazmıştır. Bu cümleler aklıma geldiğinde ben de “Tanrım, lütfen küçük kızların babalarını öldürme.” derim içimden. O kızlar büyüyecekler. İyi okulları bitirecekler, aşık olacaklar, evlenecekler, çocuk sahibi olacaklar ama hayatlarında güzel şeyler olurken bile hep buruk kalacak bir yanları. Bunu onlara yapma Tanrım. Biraz büyümelerine, yere sağlam basmayı öğrenmelerine izin ver.  Lütfen, henüz büyümemiş kızların babalarını öldürme Tanrım.


15 Mayıs 2011 Pazar

Kırık Dökük Birkaç Monolog 1

Bloğumu seviyorum. Hayatta bir iz bırakabildiğimi düşünüyorum yazarak. İz bırakma meselesine taktım galiba. Oturdum biraz önceki yazıyı yazdım işte bununla alakalı olarak. Arada bir sinirleniyorum. Kendime mi, benim varlığımın farkında olmayan pek saygıdeğer birilerine mi yoksa dünyaya mı? Bilmiyorum ama sinirleniyorum işte. Pazar sakinliği içinde geçen bir günden sonra Behzat Ç. iyi geldi ama sonra sinirlendim birdenbire. Yalnızlar ordusunun baş karargahı facebook üssünde takıldım bir süre. Orda da kimse pas vermedi bana. Ben de Teoman'ın "Doktor, doktor kimse beni sevmiyor doktor." şarkısını söyledim içimden :) Oysa çalışmam gereken sınavlarım, yapılması gereken ödevlerim, okunması gereken yüzden fazla sınav kağıdım var. Ama bazen hiçbir şey yapmak istemiyorum. Kitap bile görmek istemiyorum. Boş boş takılmak istiyorum. Vüs'at Bener'in "Dost -Yaşamasız" kitabından bazı satırlar aklıma geliyor. "Kitaplar ne öğretti ki bana?..." falan filan diye başlayan. Hatırlamıyorum. Buraya yazmak için kitaba bakmak istiyorum ama yukarı kata çıkmaya üşeniyorum. Edebiyat, bazen mutsuz ediyor beni. Okumayan insanlarla çok zor iletişim kurabiliyorum. Uyumam gerekirken gecenin bu saatinde saçma sapan şeyler düşünüyorum. Uyuyamıyorum. Hatta ağlamak istiyorum nedensiz yere. Onu bile beceremiyorum.

Tv'de Kolpa grubu Son Nefesim şarkısını söylüyor, eşlik ediyorum. Sonra Deniz Seki çıkıyor. Ben seni suya hapsettim falan diyor ne demek istediğini anlayamıyorum. Face'den umudumu kesip spor haberlerine bakıyorum. Djokovic, yine yenmiş Nadal'ı, seviniyorum. Sonra hava durumuna bakıyorum. Ankara az bulutlu 24 derece olacakmış yarın. Hiç inanmıyorum artık bu bültenlere ama bakıyorum yine de. Gazetelerde hep "püskevit" tabiriyle ilgili yazılar var. Her şey ne kadar da abartılıyor. Ağız diye bir şey var yahu. Demek püskevit diyor bazı insanlar. Burç yorumlarına bakıyorum. Kayda değer bir şey yok. Gün içinde birkaç dakikamı ne kadar gereksiz şeylere harcadığımı düşünüyorum.


Editörün notu: Bu monologların yazarı; karamsar, takıntılı, gereksiz şeyleri büyüten ya da hiç yoktan dert edinen biridir. Son zamanlardaki alamet-i farikası da varlığının farkında olmayan bir insana kendini anlatabilme çabası içinde olmasıdır. Aslında bir süredir boşuna uğraştığını anlayıp yola gelmiş ve uğraşmaktan vazgeçmişti. Kendisini gayet iyi hissediyordu. Ama gariplikleri sayesinde yine yeni dertler edindi kendisine. Bazen tek bir söz ya da gülümseme bazı duyguların uyanmasına neden olabilir. Umudumuz bu kişinin en kısa zamanda boş hayaller kurmaktan vazgeçmesidir. Bu durumda "Kardanadam güneşe aşık olmuş." sözü onun haline gayet uygundur.

Editöre cevap: Bu yazıyı sıkıntıdan patlamak üzereyken tamamen kendimle eğlenmek için yazdım. İçinde kırık dökük satırlar da var. Tıpkı hayatlarımız gibi. Birazdan uyumaya gideceğim. Umarım güzel bir rüya görürüm. Kardanadam meselesine gelince o iş zor, çok zor :)

İz Bırakmayanlar Unutulmuştur


Kimi insanlar geçip gider hayatından, hiç iz bırakmadan. Bazen bir sevgili olur bu insan. Aşık olduğunu sandığın ama geçen yılların ardından fena halde yanıldığını anladığın. Bir insanı kaybettiğine değil boşa geçen zamanına acırsın. Pişman değilim, yaşamam gerekmiş bunları dersin önce. Ama bu basit avuntu cümleleri içini soğutamaz. Birine bağlı olduğun için yapamadığın çılgınlıklara, gidemediğin dost meclislerine üzülürsün. Zaman değerlidir ve geriye dönüp baktığında hiçbir iz kalmamışsa yaşadıklarından o kayıp zamanların için boşuna ağlarsın. Ben öyle her şeye ağlamam, güçlüyüm desen de ağlarsın işte.

Sen unutmaya çalışsan da etrafındakiler sana inanmazlar. "Şaka yapıyorsun. Birlikte dinlenilen bir şarkı,  gidilen bir mekan, yürünen bir sokak da mı hatırlatmıyor sana onu?" diye sorarlar. Sen unutmaya çalıştıkça unutmaman için hatıralar arasında yolculuğa çıkarırlar seni. Geldikleri son nokta: "Evlense üzülmez misin?" sorusudur. Bir şey diyemezsin artık öylece bakarsın.

Bazen bir yakının geçip gider hayatından. Kan bağının insanları bir arada tutamayacağını anlarsın. Mutsuzluk hastalıklarını sana da bulaştırmak ister bu insanlar. Başarısızlıklarının bedelini sana ödetmeye çalışırlar. Her şeye rağmen başarılı ve mutluysan bunu anlayamazlar, anlamak istemezler. Bu dünyada insanın en büyük düşmanlarının en yakınları olduğunu bilirsin. Bu yakının için üzülmeye bile değmeyeceğini anladığında umursamazsın artık onu ne kadar sevsen de hâlâ.

Bazen bir arkadaş geçer gider hayatından. Bazıları yakınlık kurmak için sadece aynı ortamı paylaşmak gerektiğini düşünürler. Mekan değişmişse eskisi gibi samimi olmaya gerek yoktur. Telefonlara bakılmaz artık, mesajlara cevap verilmez. Gecenin bir yarısında "Sana ihtiyacım var ancak; seninle paylaşabilirim bazı şeyleri." diye telefonlar açılmaz. Başka mekanlarda başka insanlara söylenir aynı cümleler. Sonunda insanları hiç anlamadığını düşünürsün.

O güzelim şarkısında "İz Bırakanlar Unutulmaz" diyor Vega. İz bırakanlar unutulmaz evet, iz bırakmayanlarsa çoktan unutulmuştur.

30 Mart 2011 Çarşamba

Bir çaya ne dersin?

Biliyorum çok meşgulsündür. Dünyayı değiştirecek büyük keşiflerin ya da fikirlerin vardır. Ama yine de bir çaya ne dersin?

Kış, son demlerini yaşarken ve Ankara soğuğu içimizi üşütürken bir bardak sıcacık çaya ne dersin?

Bilirsin ben çayı pek sevmem. Kahveyi tercih ederim her daim. Çay tiryakilerinin yanında mahcup hissederim kendimi birkaç bardak çayı bile hakkını vererek içemiyorum diye. Bir komşuhanımteyzenin tabiriyle “imamın abdest suyu gibi” açık içerim çayı. Ama yine de bir bardak demli çay içmeye ne dersin?

Bu soğuk kış günlerinde Kızılay’ın herhangi bir kafesinin ille de cam kenarında olan bir masasında oturup seninle uzun uzun sohbet etme hayalleri kurarken ben, belki sen şu anda bu hayali bir başkasıyla gerçekleştiriyorsundur. Olsun, bir bardak çaya ne dersin?

Bir şairin dediği gibi “çay bardağında bırakılan dudak payı kadar bile uzak kalmak istemiyorsam gözlerine”, ince belli bardakta içilecek bir bardak çaya ne dersin?

Senin de gözlerinde zamansız bitmiş aşkların kırgınlıkları ve hüznü var görüyorum. “Yalnızlık paylaşılmaz.” diyenlere inat yalnızlıkların paylaşılarak azalacağını kanıtlamak için bir bardak çaya ne dersin?

Bir şeyin çok istenildiği takdirde mutlaka gerçekleşeceğini söylüyor ya çok bilmiş evreneolumlumesajgönder uzmanları, onları haklı çıkarmam için bir çaya ne dersin?

Biliyorum istemeyeceksin ve istemediğin anlaşılmasın diye binbir gerekçe sıralayarak kibarlığından ödün vermeyeceksin ama yine de bir bardak çaya ne dersin?

14 Şubat 2011 Pazartesi

Fısıldadıklarım 3



Bulgaristan'da geçen yaz tatillerinde çocukluğum;

Bahçedeki asmanın altında yenilen keyifli akşam yemekleriydi.

Masanın bir başında babamın diğer başında dayımın oturduğu, kadın nüfusunun fazla olduğu yemeklerden sonra Balkan müzikleri eşliğinde oynanan oyunlardı.

Komşu bahçelerden kopardığımız ve ağzımızın suyunu akıta akıta yediğimiz yasak elmalardı.

Bize laf atılmasından korkmadan,gecenin bir yarısında kasaba meydanındaki çarşıdan kahkahalar eşliğinde eve dönüşümüzdü.


Herhangi bir sokağın dönemecinde sokak köpekleriyle karşılaşma korkusuydu.

Anneannemin evinin mutfak camının önünde büyüyen kırmızı sardunyanın kokusuydu.

Tarık Akan'ın Balkan şubesi olan çocukluk aşkıyla bir dakikacık bile olsa karşılaşma umuduydu.

Raşit amcanın leblebi, arpa ve bilimum kahve çeşitlerini karıştırarak yaptığı bol şekerli, köpüklü kahveydi.

Sabahları haykıra haykıra ötmesi, misafir geleceğine yorulan çil horozun sesiydi.

Evin damına çıkıp oynanan oyunlarda yeni bir dünya yaratmaktı.

Balkan topraklarına ayak basar basmaz dilimizin döndüğü ve bazı söyleyişlerine akıl sır erdiremediğimiz Balkan şivesiydi.

Kara eşeğin eyerini çekiştire çekiştire gidilen bostan gezmeleriydi.

Çiçek açmasını büyük bir hevesle beklediğimiz ve paylaşamadığımız çileklerdi.

Anneannemin hamur işleri, teyzemin karamelli pastası ve Ayşe teyzenin malina (ahududu) suyuydu. 


Birkaç gün önce çocukluğumun en güzel tatillerinin geçtiği kasabayı tekrar ziyaret ettim. Sokaklarda gezerken çocukluğumun izlerini aradım. Yıllar önce bıraktığım ekmek kırıntıları duruyordu yollarda hâlâ. Çocukluğum yakınlarda bir yerlerdeydi. Uzun yıllardır tanıdığım insanların yüzlerinde ve seslerindeydi. Zaman geçmişti evet; arkadaşlarım büyümüş, akrabalarım yaşlanmıştı. Herşey değişmişti. Aynı zamanda hiçbir şey değişmemişti. Taşrada zaman ağır akıyordu. Teknoloji illeti fakir bir ülkenin en fakir köylerine bile bulaşmıştı; neredeyse her evde bilgisayar, internet, kablolu tv vardı ama zaman yine de ağır işliyordu işte. Geniş vakitler vardı yaşamak için. Taşranın yüzyıllardır değişmeyen kaderi buydu. Akreple yelkovan birbirlerini takip etmekten yoruluyorlardı taşrada. 

Çocukluğumdaki gibiydi herşey ya da ben öyle görmek istiyordum. Kara eşek satılmıştı çoktan. Sardunya açmamıştı. Kış ortasında açacak değildi ya. Sofranın başına dayım oturdu yine. Kalabalık kadın nüfusundan sıkılıyordu biraz ama herkesin üzerine titremesinden kaynaklanan bir erkeklik gururu da vardı. Sofranın diğer başında babam yoktu ve hiçbir zaman da olamayacaktı. Kasabayı yazın ziyaret etsem ve asmanın altına kurulan sofrada dünyanın en lezzetli yemeklerini yesem bile artık eskisi gibi keyif alamayacaktım. Zaman bizden en sevdiklerimizi aldığında bir daha hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Artık çilekten de yasak elmadan da eski tadı alamıyordum zaten. Büyümüştüm ve büyürken yaşam damarlarımın en güçlülerinden biri kopmuştu.

Raşit amcanın kahvesini yudumlarken bunları düşündüm. Kahvenin tadı, yıllardır değişmemişti. Bu sefer karışımın tarifini almayı unutmadım. Anneannem, sabah kahvaltılarında hamur işi yaptı yine. Akşamları sobanın etrafına oturup Balkan şivesiyle konuştuk. Kasaba dedikodusu yaparken çocukluk aşkımın baba olduğunu öğrendim. Yüzümde ufak bir tebessüm belirdi. O çocuk ne kadar büyürse büyüsün, isterse elinde bastonuyla gezen yaşlı bir dede olsun; benim için hep aynı çocuk olarak kalacaktı. Üstelik artık Tarık Akan'a benzemese bile ben benzediğini hayal edecektim. Çocukluk düşlerini büyüklerin dünyasının gerçekleriyle değiştiremezdik. 

Çocukluğumun geçtiği topraklara ayak basmak için uzun yolları ve sınırları aşmam gerek. Galiba bunu daha uzun yıllar yapacağım ve oradan her dönüşümde hüzünlü gözlerle ardıma bakıp hem sevdiklerime hem de çocukluğuma veda edeceğim. Sonra tekrar yollara düşeceğim ve izlerinin hiçbir zaman tam olarak silinmeyeceğini bildiğim çocukluğumun peşinden gideceğim.






17 Ocak 2011 Pazartesi

Fısıldadıklarım 2

Gerçek aşk nerede başlar? İki insanın birbirlerine dair öğrenebilecekleri ne varsa öğrendikleri, birbirlerinin bütün gizli bahçelerine girdikleri yerde mi? Yoksa iki insanın birbirlerine dair hiçbir şey bilmedikleri, sadece aradaki dayanılmaz çekim gücünden kaynaklanan ani bir itkiyle birbirlerine doğru gittikleri anda mı başlar?

Bernardo Bertolucci'nin Paris'te Son Tango filmini izledikten sonra bu iki soru takıldı aklıma. Önce filmin anlattıklarından bahsetmek gerek kısaca:

Filmin baş kahramanları Paul ve Jeanne, birbirlerini hiç tanımadan erotik bir ilişkinin içinde bulurlar kendilerini. Ardından da aradaki çekim, aşka dönüşür. Paul; çok sevdiği eşini kaybetmiş, ihtiyarlamaya başlamış bir adamdır Jeanne'i tanıdığında. Jeanne ise hayata daha yeni atılan, genç ve körpe bir kız. Üstelik başka bir adamla birliktedir ve onunla evlilik planları yapmaktadır.

Paul ve Jeanne, içinde birkaç parça eşyadan başka bir şey bulunmayan harabe bir evde buluşup birlikte olurlar. Onların yaşadığı, Paul'ün koyduğu ve asla ihlal edilemeyecek kuralları olan bir ilişkidir. Bu kurallara göre soru sormak, kişisel şeyler anlatmak, kendinden bahsetmek, duygusal laflar etmek yasaktır. Ancak bu aşkın kanunlarındaki en temel yasak, dış dünyayı evin içine taşımaktır. Dış dünya orada olduğu gibi kalmalıdır.Sadece iki kişilik bir dünya kurulacaksa eğer, dışarıyı bilmeye ne gerek vardır?

Jeanne, Paul'ün kurallarına alışır zamanla ve onun gibi içgüdülerine göre hareket etmeye başlar. Dışarda ne yaşarsa yaşasın, evin  içinde sadece ikisine ait bir dünya kurabileceklerine inanmaya başlar. Henüz hayatla tanışmamış olan Jeanne, Paul'ü tanımak ister yine de ve zaman zaman kuralları bozup sorular sorar. Ama bu sorular hep yanıtsız kalır. Paul'e göre aşkta yaşın, mesleğin, toplumsal statünün, kişinin geçmişinin, bugününün hatta geleceğinin önemi yoktur. Aşkın büyüsü tam da bu bilmemezlikten kaynaklanır. Ne zaman ki Paul, Jeanne'e gerçekten aşık olduğunu anlayıp onunla birlikte "dışarıda" bir hayat kurmak için evi satar ve Jeanne'in istediği biçimde kendisini ona anlatmaya başlar, işte o zaman bütün büyü bozulur. Önceleri Paul'ün ağzından tek bir kelime almak için uğraşan Jeanne, onun anlattıklarını dinlemez bile. Oysa Paul, tam da Jeanne'in istediğini yapmış, tüm içtenliğiyle sevdiği kadına kendisini tanıtmaya çalışmış, hatta tüm eski aksiliğinden, huysuzluğundan ve soğukluğundan arınıp Jeanne'e olan aşkını itiraf etmiştir. Jeanne, tanımak için büyük çabalar sarf ettiği adamın kendisiyle cinsellik dışında başka duyguları da paylaşmak istediğini anladığında korkar. Çünkü bu aşkı yaşamak için o evden çıkmak gerekecektir. Oysa Jeanne, buna hazır değildir. Ve sonuç, her ikisi için de pek hayırlı olmaz.

Jeanne'le evlenme hayalleri kuran genç adam ise Paul'ün tam zıttıdır. Jeanne hakkındaki her şeyi bilmek isteyen bu genç, Jeanne'e sürekli olarak "Bana çocukluğunu anlat, bana kendinden bahset." der. O, Jeanne'i sevmek için onunla ilgili her şeyi bilmek ve kafasında yarattığı bir bileşime aşık olmak istemektedir.


Şimdi düşünüyorum acaba hangisi daha değerli? Gerçek bir aşk yaşamak için iki insanın kendilerini dünyadan tamamen soyutlamaları, kendi yarattıkları gizli bir cennette hayat boyu kalmaları mümkün değil kabul ediyorum. Ama birini sevmek için ona dair ne varsa öğrenmeden önce sadece ses tonundan, hareketlerinden, mimiklerinden, bakışlarından bazı anlamlar çıkarmaya çalışsak, sonra onu tanımak için her türlü gayreti göstersek nasıl olur? Hatta onu tanımak için geliştirdiğimiz tüm çabaları bir tür oyuna dönüştürsek? Çünkü bir insan mesleğini, nerede doğduğunu, en sevdiği yemeği... söylediğinde artık sadece kendi gözümüzle bakamayız ona. Belli değerler ve kabuller bütününün içinden bakarız. Bu yüzden önce biz, tanımak için çaba sarf edelim seveceğimiz kişiyi, sonra o tanıtsın kendini. O zaman belki birbirimize bakışımız çok daha önyargısız olur ve kendi yarattığımız dünyadan ayrılıp dış dünyaya çıkmak zorunda kaldığımızda hayat karşısında afallamayız. 

12 Ocak 2011 Çarşamba

Yaşadıklarımı Değerlendirme Kılavuzum 3


* Bu ülkeye dair umutlarım gittikçe azalıyor. Uzun süredir haberleri pek takip etmiyordum. Bu hafta boş zamanım olduğu için evdeki vaktimi bol bol tv izleyerek geçirdim; ama moralim çöktü resmen. Bu satırları da son derece öfkeli bir ruh hali içindeyken yazıyorum. Sürekli olarak türban, demokrasi, anadilde eğitim gibi belli konular etrafında dönüp dolaşan bir gündem yaratılıyor. Bu haftanın gündeminde de birkaç konu ön plana çıktı: Muhteşem Yüzyıl dizisi, içki yasağı, Hizbullahçıların serbest bırakılması. Hukuk sistemindeki çatlaklar, Ergenekon davasında -hatta ondan da önce- belirmeye başlamıştı; ama sayısız insanı acımasız yöntemlerle öldüren bir terör örgütünün mensuplarının hiçbir şey olmamış gibi serbest bırakılmaları hatta örgüt üyelerinin hapishaneden çıktıktan sonra yandaşları tarafından bir ilah gibi karşılanmaları beni dehşete düşürdü. Saçı sakalı birbirine karışmış, dinle imanla uzaktan yakından alakası olmayan bu insanları tv ekranında gördüğümde tüylerim diken diken oldu. Oysa Ergenekon zanlıları daha hüküm giymemişken uzun zamandır hapisteler. Ergenekon'un ne olduğu henüz tam olarak anlaşılamıyor ve kafalarda binlerce soru işareti var. Kim suçlu, kim suçsuz belli değil, kabul ediyorum. Ancak gerçekler tam olarak aydınlatılmamışken bu insanlar, neden hapiste tutuluyor da gerçekten suç işlemiş olanlar salıveriliyor? Anlayan varsa bana da anlatsın. Herkes kendine göre bir adalet uygulamaya kalkarsa adalet sistemine nasıl güvenebileceğiz bundan sonra?

* Bir içki muhabbetidir gidiyor. İçen içsin kardeşim size ne. Neymiş efendim amaç, gençlerin alkolle erken yaşta tanışmalarını engellemekmiş. Kötü niyet yokmuş ortada. Kişisel hakların, özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu değilmiş. Bütün hafta bu mesele tartışıldı. Daha da tartışılacak. Bu konuda en güzel konuşmayı CHP'li Mustafa Özyürek yaptı. Adını hatırlamadığım bir milletvekili ile birlikte Ntv yayınına katıldı Özyürek. AKP'li milletvekiline "İdam ederken ya da silah ruhsatı verirken gençlik yaşı 18; içkiye gelince 24." dedi. Erdal Eren idam edilirken yaşı büyütülmüştü mesela ama silah konusunda sıkıntı yok. Gençleri olumsuz etkileyen başka konularda yasaklamalar yok. En büyük sorunumuz içki. 

* Kanuni dönemini anlatan diziyle ilgili tartışmalarda da içki konusu gündeme geldi. Kanuni'nin elinde şarap kahedi varmış. Aslında Kanuni içki içmezmiş falan filan. İlber Ortaylı, Osmanlı padişahlarının içki içtiklerini söyledi. Bu konuda çok fazla bir bilgim yok; ama padişahların eğlenceye düşkünlüklerini, harem hayatının şaşaasını, hatta şiir yazan padişahların meyle ilgili şiirlerini de dikkate alırsak içki içmeyeceklerini hiç sanmıyorum. Ayrıca bugün, Yorum Farkı'nda muhafazakar fikirleriyle tanınan Mehmet Barlas da pek çok içki türünü, Doğu ve Müslüman halklarının icad ettiğini söyledi. Ne kadar doğrudur bilmiyorum ama yanlış hatırlamıyorsam, Devlet Ana'da Yunus Emre başta olmak üzere pek çok gezgin derviş şarap içiyordu. Şarap hatta afyon, aynı zamanda bir vecd halinin ifadesiydi ve sanatsal yaratı ile çok yakından alakası vardı. Bunlar bilinen gerçekler olduğuna göre neden tarihi kendi kafamıza göre tekrar yaratmaya çalışıyoruz ki? Ayrıca Muhteşem Yüzyıl, sadece bir kurgu. Senarist isterse Kanuni'yi olumsuz yönleriyle de ele alabilir ki dizinin senaristi Meral Okay'ın böyle bir tavrı kesinlikle yok. Diziyi izledim biraz. Bana olumsuz görünen pek bir şey olmadı. Hatta halvet sahnelerinde çok abartıya kaçmamak için ayrıca bir özen göstermişler gibi geldi. Ama bizim insanımız, tarihi şahsiyetleri insan dışı varlıklar olarak gördüğü ve her şeyi putlaştırdığı için o kadar abarttı ki olayı, Mustafa filminde olduğu gibi acayip eleştiriler ortaya çıktı. Bülent Arınç gibi bazıları da diziyi izlemeye tenezzül bile etmeden sadece fragmanlardan yola çıkarak eleştirdiler diziyi. 

Bence bu diziyle uğraşacaklarına Öyle Bir Geçer Zaman Ki'ye falan baksınlar. Dizide beni çok rahatsız eden bir şiddet var ve bu şiddet, insanın psikolojisini bozabilir. 

*Bir de ucube heykel tartışması var ki hiç şaşırmadım. Zira heykelden zerre anlamayan bir iktidar var başımızda. Çok saygıdeğer belediye başkanımız da bir heykele tükürmüştü. Bence sizin beyinleriniz örümceklenmiş efendiler. Üstelik öyle bir korku imparatorluğu yarattınız ki insanlar sindi adeta. Yine haberlerde izledim bu akşam. Kars'a giden bir devlet görevlisi "ucube heykele" bakıp "Ne kadar büyükmüş." diyor. Kameraların kendisini çektiğini fark edince de "Bu, benim resmi görüşüm değildir, bu görüntüleri yayınlamayın." diyor. Her şeyden korkar hale geldik. Bu kişi, yakında görevinden alınırsa hiç şaşmam. Ben bile bu satırları korku içinde yazıyorum. Düşüncelerimi ifade etmekten korkuyorum. Geçen gün derste öğrencilerle 2. Abdülhamit dönemindeki sansür ve baskı üzerine konuşurken öğrenciler "Hocam, bunlar bize hiç yabancı gelmiyor." dediler. Haklılar galiba. 

* Biz her zamanki gibi sadece ülkemizde olup bitenlerle ilgilenirken dünyada da büyük felaketler oluyor. Avustralya'daki sel, bana çok yakında kıyametin kopacağını düşündürüyor. Doğayı mahvettik çünkü hepimiz ve doğa, intikamını almaya başladı bir süredir. Ayın 17'sinde Avustralya Açık başlıyor Melbourne'de. Ülke bir yandan büyük bir felaketi yaşarken bir yandan da dünyanın en büyük spor organizasyonlarından birine ev sahipliği yapacak. Aslında iptal edilse daha iyi olurdu diye düşünüyorum ama çok büyük bir organizasyon hatta bir gelenek olduğu için iptal edilmeyecek sanırım.

* Bu hayatın çok ama çok zor olduğuna bir kez daha inandım. Türkücü Kıvırcık Ali vefat etti. Kendisini pek tanımıyorum açıkçası. Ancak ölümünden sonra yayınlanan görüntüleri izleyince bazı şeylere çok şaşırdım. Kıvırcık Ali, doğduktan çok kısa bir süre- sanırım 37 gündü- sonra babası vefat etmiş. Kıvırcık Ali'nin eşi de şu anda 3 haftalık hamileymiş. Yani oğlu da kendisiyle aynı kaderi paylaşacak. Üstelik Kıvırcık Ali'nin oğlu da askerdeymiş. Babasının ölüm haberini askerdeyken almış. İnsanoğlunun ne kadar zor ve acılı bir kaderi var. 

* Galiba blogun en uzun yazısı oldu. Meğer ne kadar dolmuşum. İçimdeki acıları, karamsarlıkları kustum bir bir. Daha rahatım galiba. Daha az tv izlemek, mümkünse haberleri hiç takip etmemek lazım. Bu ülkede haberci, gazeteci olan ya da medyanın herhangi bir biriminde çalışan insanların vay haline. Onların yerinde olmayı istemezdim. 

* Biraz da iyi şeylerden bahsedeyim deyip Aronovsky'nin yeni filmi Black Swan'e getireceğim sözü ama o da çok karamsar ve can yakıcı bir film. En iyisi Eyyvah Eyvah 2'den bahsedeyim. İlki kadar olmasa da yine çok eğlenceli ve komik bir filmdi. Bir ara o kadar güldüm ki gözlerimden yaş geldi. Fakat gişe filmlerine ilk gösterim haftasında gitmemek lazım. Avm'ler tıklım tıklım dolu oluyor, nefes almak bile zorlaşıyor. 

* Muhteşem Yüzyıl'dan  o kadar bahsetmişken Hürrem'i oynayan oyuncu konusundaki fikrimi söylemeyi unuttum. Bence oyuncu, hoş bir hatun ama Hürrem'in kişiliğini yansıtacak kadar etkileyici, fettan ve işveli değil. Kızın daha çocuksu bir yapısı var. Oysa Hürrem'in hinlikler yapan, açıkgöz bir kadın olduğunu biliyoruz. Halit Ergenç de pek oynayamıyor sanki. Yani iyi oyuncu ama ruhu tam veremiyor sanırım. Konuşurken sanki bir yerden birşeyler okuyormuş gibi bakıyor. Bu arada fark ettim ki galiba hiçbir şeyi beğenmiyorum ve her şeyi kıyasıya eleştiriyorum :) 

* Ankara'da kar yağamadı gitti. Havada dondurucu bir soğuk var. Kar gelecek gibi duruyor ama bir türlü gelmiyor. Kar yağmayacaksa bu kadar soğuğu neyleyeyim ben? Tanrı'm bize Balkanlar'dan ya da Sibirya'dan falan bir soğuk hava dalgası gönder ne olur!

* Sövme köşemi boş bırakıyorum; çünkü yazının tamamı sayıp sövmelerden oluşuyor zaten. Biraz susayım en iyisi, sonrası kalsın. 







1 Ocak 2011 Cumartesi

2011 Temennileri

Âdettendir biten bir yılın ardından o yılın muhasebesi yapılır. Ben böyle bir şey yapacak değilim çünkü pek içimden gelmiyor. İyisiyle kötüsüyle bir yıl daha geride kaldı ve takvim yapraklarından bir sayfayı daha koparıp attık. Genel bir değerlendirme yapacak olursam kişisel tarihim açısından daha çok iyiliklerin yaşandığı bir yıl oldu diyebilirim. Bir önceki yıl sıkıntılarla, dertlerle ve -malesef- gözyaşlarıyla geçmişken 2010 çok daha iyiydi. 

2011'e dair küçük dileklerim var. Ben onlardan bahsetmek istiyorum aslında.

* İlk temennim Facebook'a daha az takılmak olmalı. Temennileri ehemmiyet sırasına koymadığıma göre başta bunu söylememde bir sakınca yok. Facebook gereksiz yere vakit kaybına yol açıyor çoğu zaman. Şöyle bir girip çıkayım, fazla takılmam demekle olmuyor. En kötü yanı da "her görünüş, gerçek değildir" diye düşünmeme rağmen sanal ortamda olup biten bazı şeylere takılıp kalmam. Yani kısacası Face alemi, yanlış anlaşılmalara mahal verebilir kolayca. En iyisi eğlence için girip biraz takılmak, geyik yapmak olabilir ama fazlası zarar.

* Son birkaç ayda yoğunluktan dolayı daha önce başladığım dört-beş tane kitabı bitiremedim. Kış tatili için ilk hedef bu kitapları bitirmek olmalı. 

* Artık doktora yaptığıma göre bilimsel makaleler yazma ve bunları hakemli dergilere gönderme konusunda daha azimli olmalıyım. En azından yaz tatilini bu amacı gerçekleştirmeye ayırabilirim.




* İnsanın sevdiği işi yapması ve para kazanması çok güzel bir duyguymuş. Son birkaç ayda bunu anladım. Zaten 2010'un bana getirdiği en büyük şans da meslek sahibi olmamdı. Bu yıl yeni bir üniversitede birbirinden zeki öğrencilerle birlikte olma şansını iyi değerlendirebilirim. Şimdiden anladığım kadarıyla öğrencilerimden öğrenebileceğim çok şey var. 

* Artık param olduğuna göre "gezelim görelim" programımı hayata geçirebilirim istediğim gibi. Umarım Prag hayalimi gerçekleştirebilirim bu yıl. Bu planın gerçekleşmesi ablama ve enişteme bağlı biraz da. Onlara iyi davranayım bari yakın gelecekte:) Bir de Karadeniz yaylalarına gitme hayalim var. Tam bir yayla turuna katılmalıyım ama gerçek yayla evlerinde falan kalmalıyım. Bunun için bir yol arkadaşı bulamadım henüz ama olmadı yalnız giderim. Tek başına bir şey yapamayan insanlardan değilim nasıl olsa.

* 2011 için en büyük temennim ise tabii ki aşk :) Hem de Türkan ( Saylan) ve Orhan'ınki gibi bir aşk olsun mümkünse. Aşk dışında başka ne isteyebilirim ki? İşim var, ailem yanımda, ee sağlığım da yerinde. Daha ne olsun? Geriye tek aşk kalıyor. Mecburen laf dönüp dolaşıp buraya gelecek tabii. Ama aşka dair düşünürken de saçma sapan fikirlere ve kişilere de saplanıp kalmak istemiyorum. Yani en kötüsü olmayacak hayaller üretip bunlara inanmak. Artık bu tarz hayallerden tamamen kurtulmak istiyorum. Allah'ım duy bu kulunu :) Onu saplantılı fikirlerinden uzaklaştır.Gerçek dünyaya dönmesini sağla. Amen! Hem unutma ki bir şey olmuyorsa mutlaka ama mutlaka bir sebebi vardır. Zorlama hiçbir şeyi. Beni biraz tanımaya çalışsa aramızda bir şeyler olabilir aslında diye iyimser iyimser düşünme. Belki de o kişi seni hak edecek biri değil hiç. Tamam, sus artık. Bu konuyu burada kapat. Bunun hakkında daha ayrıntılı yazacaksın zaten. Bazı fikirler var kafanda.



* Blog yazma konusunda pek emin değildim başlangıçta ama son zamanlarda buraya yazmaktan çok keyif almaya başladım. İnsan içindekileri ortaya döktükçe rahatlıyormuş gerçekten. 

Burcu Vardar'a not: Canım arkadaşım. Büyük ihtimalle okuyacağını düşünerek buradan teşekkür ediyorum sana, beni blog yazmaya teşvik ettiğin için. Sen olmasan teknolojinin bu türlü nimetlerinden faydalanmakta çok geç kalmış olacaktım. 

Başka temennilerim de vardır eminim ama aklıma bunlar geldi şimdilik. Üstelik uykum da var. Üstü kalsın. Yine halleşirim kendimle nasıl olsa. 

Not 2 : Bu temenni maddelerinin bir kısmı, yazıldıktan kısa bir süre sonra kendi kendilerini imha edebilirler. Bunu yapmakta da son derece serbesttirler.