21 Eylül 2016 Çarşamba

Türkiye’de Gezip Gördüm 1: Çeşme ve Çevresi

İzmir ve çevresini içeren bir geziye çıkma fikri uzun yıllardan beri aklımdaydı. Daha önce İzmir merkezi gezmiş, Seferihisar ve Şirince’de katıldığım iki edebiyat etkinliği sayesinde bu güzel yerleri görmüştüm. Eylülün başında istikâmet Çeşme ve çevresi oldu. Maaile arabaya atladık, sekiz saatte İzmir’e ulaştık. Urla ve Karaburun’u da gezi planımıza dâhil edip bir yarımada oluşturan ilçe ve köyleri keşfe çıktık.  

Konaklamayı Alaçatı’da yapmayı tercih ettik. Alaçatı popülerliği nedeniyle merak ettiğimiz bir yerdi ama kime sorsak burasıyla ilgili olumsuz şeyler duyduk. Bu yüzden Alaçatı’da konaklamanın iyi bir seçenek olup olmadığını yaşayarak görecektik. Zaten bizim amacımız taş bir otelde kalmak ve tatilin keyfini çıkarmaktı. Otelimiz, yaklaşık yedi-sekiz ay önce açılan ve Hacımemiş mahallesinde bulunan Peremere Otel’di. On beş odalı, havuzlu, çocuk kabul eden, şirin, zevkle döşenmiş bir otel. Alaçatı merkeze yürüme mesafesinde ama merkezin kalabalığından da uzak. Sabah kuş sesleriyle uyanıyorsunuz. Alaçatı’daki butik otellerin konaklama ücreti oda+ kahvaltıyı içeriyor. Bir de hemen hepsinde beş çayı ikramları var. Yiyecekler bizzat otel sahipleri tarafından hazırlanıyor. Ürünler de bölgeye ait, doğal ve lezzetli. Biz oteli çok sevdik ama otelde pek vakit geçiremedik. Eee İzmir’e her gün gelinmiyor ne de olsa. Etrafı keşfetmek gerek.

Önce şu magazin programlarında (Pazar kahvaltısında izliyorum valla :)) sıkça gördüğümüz Alaçatı sokaklarından başlayalım. Bodrum’u görmediğim için kıyaslama yapamam ama bildiğimiz gibi burası popülerlik açısından son zamanlarda Bodrum’la yarışıyor. Çoğu insanda parası olan ve gösteriş yapmak isteyenlerin soluğu ya Bodrum’da ya da Çeşme’de aldıklarına dair bir algı var. Biz eylülde, sakin bir dönemde Alaçatı’da olduğumuz için öyle abartılı bir kalabalıkla karşılamadık ama özellikle temmuz ve ağustos aylarında sokaklarda zor yürünüyormuş. Yani insanların birçoğu meraktan buraya geliyor olabilir ama benim gözlemlediğim kadarıyla her kesimden insan vardı Alaçatı’da. Birkaç dizi oyuncusunu da saymazsak ünlü falan da görmedim :) 

Alaçatı’ya gelenlerin sosyolojik yapısına dair tespitleri bir yana bırakırsak burasıyla ilgili duyduğumuz diğer şey restoranların pahalı olmasıydı. Aslında bunun gerçeklik payı yok değil ama çok lüks restoranlara gitmezseniz paranız cebinizde kalıyor. Merkezin hemen girişindeki Kumrucu Şevki’de on liraya kumru yiyebilirsiniz mesela. Pahalı mekânlar dışarıdan belli oluyor zaten. Ankara ve İstanbul’da da kaliteli ve değişik yemekler yiyebileceğiniz restoranlar da pahalıdır. O yüzden bu konu bana biraz abartılmış gibi geldi ama bazı restoranlarda yemek yiyebilmek için aylar önceden rezervasyon yaptıranlar varmış. Biz Zeytin Dalı diye küçük bir aile işletmesinde Ege yemeklerinin ve mezelerinin tadına baktık. Enginarlı pilav, kabak çiçeği dolması ve enginar kızartması oldukça lezzetliydi. Alaçatı’da birçok restoranın isminin ot ve sebze isimlerinden meydana gelmesi de dikkatlerden kaçmadı. Bir de yine merkezin görece tenha bir yerinde olan Avrasya isimli esnaf lokantasının yemeklerini tavsiye ederim. Popüler bir mekân olmasına rağmen fiyatlar yine uygundu. Ezo gelin çorbasını pek sevmememe rağmen ilk kez bayıla bayıla içtim. Arapsaçı diye bir ot türü denedim ilk defa. Görüntüsü hakikaten saça benzediğinden sanırım pek yiyemedim doğrusu. Alaçatı’nın meşhur sakızlı muhallebisi de pek güzeldi.

Yemekten sonra attık kendimizi Alaçatı sokaklarına. Arnavut kaldırımlı taş sokaklar, taş binalar, evlerden sarkan çiçekler, şirin mi şirin kafeler benim hoşuma gitti doğrusu. Bu tarz estetik görüntüler beni hep memnun eder, o yüzden sokaklarda vakit geçirmek eğlenceliydi. Özellikle Hacımemiş mahallesindeki antikacıları, butikleri ve hediyelik eşya satan dükkânları gezmek keyifliydi.
Alaçatı’da kaldığımız son gün cumartesi pazarı kurulduğu için meşhur pazarı görmeden gidemezdik. Pazar, giyim-kuşam ve yiyecek satanların bulunduğu iki kısma ayrılmış. Biz tabii ki yiyecek kısmını gezdik. Burada sebze, meyve dışında Ege’de yetişen otlar, zeytin türleri ve zeytinyağı, peynir gibi ürünleri bulabilirsiniz. Bir de Alaçatı’nın her yerinde görebileceğiniz lavantaları tabii. Ünlü reçelci Niko’dan birkaç reçel aldık. Pazar bütün gün gezilebilirdi. Oldukça kalabalık ve renkliydi.

Çeşme merkezi gezmeye bir gün ayırdık ve bence yeterliydi. Marina civarı oldukça kalabalıktı ve her mekândan ayrı bir müzik sesi geliyordu. Arabesk ezgilere Türk sanat musikisi karışıyordu. Çeşme’nin meşhur kumrusunun tadına baktık. Biraz önce bahsettiğim Kumrucu Şevki’nin birçok şubesi var ama hepsinde aynı lezzeti bulamıyorsunuz sanırım. Çeşme merkezde yediğimiz kumru diğerlerine göre daha iyiydi. Bir de yine Alaçatı’da da bulunan İmren Tatlıcısı’nı tavsiye listenize ekleyin lütfen tatlı severler.

İmren Alaçatı Tatlıcısı'ndan bir kare

Tatil sırasında sahil tercimiz Çeşme’deki Ilıca plajından yana oldu. Ilıca’nın denizi sığ, suyu kimi yerlerde soğuk, kimi yerlerdeyse sıcak. Çeşme’de Altınkum, Pırlanta, Çiftlikköy gibi halk plajlarının olduğu başka koylar da var ama bunların arasında en iyisi Ilıca’ydı. Yasalara aykırı olmasına rağmen Alaçatı, tamamen beach’lerle istila edilmiş. Çark adı verilen bir halk plajı varsa da çok küçük burası. Beach’lere giriş ücreti 50-60 liradan başlıyormuş. Doğanın nimetlerinden yararlanmak için para vereceğiz yani. Hiç anlamadığım bir şey. Haberlerde “denize girmek için para ödemeniz gerekmiyor” diye haberler yapılsa da gerçek böyle değil maalesef. Üstelik her birinden dumtıs dumtıs piyasa müziği sesleri yükseliyor.

Bu kadar yeme-içme muhabbeti yeter diyorsanız gelelim sakin sayfiye ilçesi Urla’ya. Nedense Urla’yı daha turistik bir yer olarak düşünmüştüm ama burası daha çok orta kesimin yaşadığı büyük bir ilçeymiş. Son yıllarda Ankara ve İstanbul’dan yaşamaktan bıkanlar buraya yerleşmeye başlamış. Çeşme’ye gelmişken bir de burayı göreyim diyorsanız uğrayabilirsiniz ama pek görülecek bir şey yok Urla’da. Mevsiminde giderseniz bağlara gidip şarap tadımı yapabilirsiniz. Biz, Urla gezisine Sanat Sokağı’ndan başlayalım dedik. Eski ve taş binaların olduğu bir sokağın sanatsal mekânlara ve kafelere ayrıldığını duyunca meraklanmıştım. Meğer birkaç aydır sokakta restorasyon varmış. Bizimkileri tozun toprağın içine sokunca azarı işittim ama böyle bir sokak oluşturulması fikri hoşuma gitti. Burayı gördükten sonra iskeleye indik. Burasını Bursa’daki Tirilye’ye benzettim biraz. Etrafı dolaşıp, iskeledeki bir restoranda soluklandıktan sonra Urla katmerini yemek için bir pastaneye gittik.

Urla iskelesi

Urla Sanat Sokağı'nda bulunan bir bakkaliye

Gezimizin dördüncü gününde istikâmet yarımadanın en ucuna, Karaburun’a doğru yol almaktı. Karaburun, Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı kitabında Börklüce Mustafa’nın Osmanlıya karşı isyan başlattığı yer. Bir de yıllar önce okuduğum Mehmet Eroğlu romanı Düş Kırgınları Karaburun’da yaşanan bir aşkı merkeze alıyordu. Edebiyatçılara da ilham vermiş olan Karaburun, nasıl bir yerdi acaba?

İnternetteki yorumlardan Karaburun’a giden yolların bozuk ve çok virajlı olduğunu okumuştum. Çoğu kişi eğer yol sıkıntısını göze alabilecekseniz Karaburun’a gidin yazıyordu. Yol hakikaten virajlı ama abartıldığı gibi çekilmeyecek bir tarafı da yok. Üstelik yol boyunca müthiş manzaralarla karşılaşıyorsunuz. 2013 yılında Karaburun’un merkezle bağlantısını sağlamak için Mordoğan ilçesine kadar gelen asfalt yol yapılmış. Mordoğan’dan sonra yol, tek şeride inip daralıyor; dikkatli gitmekte fayda var. Ekşi Sözlük’te “yolu çok bozuk aman Karaburun’a gitmeyin” diyenlerin bir amacı da buranın keşfedilmesini engellemek aslında. Karaburun, bakir doğası ve sert iklim koşullarıyla dikkat çeken bir yer. Şehrin kalabalığından uzakta kendinizi ve doğayı dinleyebilirsiniz. Ancak son yıllarda Karaburun’a yeni evler ve yazlıklar yapılmaya, rüzgâr gülü dikmek için ağaçlar kesilmeye başlayınca bölgenin dokusu doğallığını yitirmeye başlamış. Karaburun’u sevenler buraya dokunulmasın istiyor. Biz İzmir’den döndükten birkaç gün sonra Karaburun’da yangın çıktığı haberini okudum. Birilerinin bu bölgede gerçekten gözü var galiba. Doğallığı bozulmamış tek yer bırakılmasın istiyor yeşilsevmez, betonseverler.

Karaburun’un lodosu ve poyrazı çok olurmuş (ben rüzgâr çeşitlerinden anlamam hiç, google’a sordum). Biz gittiğimizde de hava rüzgârlıydı. Denize girmek için pek uygun bir yer olmayabilir bu yüzden. Karaburun’da bir gün geçireceğimiz için kısa bir keşif turu yaptık kendimizce. Önce ilçeye yukarıdan bakan bir çay bahçesinde -Nergis Cafe- mola verdik:  Sonra koylara bir göz atalım dedik. Burada küçük küçük birçok koy varmış. Bodrum Koyu ile İncirlikoy’a gittik. İncirli Koy’da sanırım belediye tarafından güzel bir düzenleme yapılmış. Renkli şezlonglar, çimen ekilen bir alana konulmuştu. Çok temiz ve bakımlıydı. Karaburun merkez iskelesi oldukça rüzgârlıydı. İskelede güzel balık lokantaları sıralanmıştı. Akşam yemeğini önce burada yemeği planladık ama havayı görünce Karaburun’a gelirken gördüğümüz ve beğendiğimiz Balıklıova’daki bir balıkçıyı tercih ettik. Urla’ya bağlı olan Balıklıova çok güzel bir deniz manzarası sunuyordu ama hemen tripadvisor’a girip bulduğumuz ve yüksek puanlar alan bir balıkçı -Garip’in Yeri- tam bir hayal kırıklığıydı. Sonradan öğrendim ki Vedat Milor’a göre Türkiye’nin en iyi on balıkçısından biri Karaburun iskelesinde bulunuyormuş. Balıklıova tercihiyle hata yapmışız. Balıklıova’da çok güzel bir koy da vardı ama burayı kapatıp özel bir siteye tahsis etmişler. 

Karaburun’da on üç köy bulunuyormuş. Bunlardan biri olan Saip köyü, merkeze oldukça yakın. Köyün hemen girişindeki Saip Kır Kahvesi, Karaburun’a gidip gelenlerin uğrak yeri gibi. Burada oturup manzaranın tadını çıkarırken otlu börek yiyebilirsiniz. Kahveden ayrılırken mekânın sahiplerinden Nihal Hanım’ın yaptığı reçellerden alabilirsiniz. Gönül Karaburun’daki tüm köyleri bir bir gezmek isterdi ama vakit yok. Köylerden biri tamamen terk edilmiş. Eskiden burada yaşayan Rumlar evlerini bırakıp gidince köy harabeye dönmüş. Karaburun, tatilini ense yaparak geçirmek isteyenlerin sevebileceği bir yer değil. İklim koşullarına ayak uydururum, dinginlik ve sessizlik arıyorum diyorsanız eğer tam size göre. Zaten burada pek otel de yok. Daha çok pansiyonlarda konaklanıyor. Datça’ya benzettim ben biraz Karaburun’u.

Gezi sırasında en sevdiğim yerlerden biri Ilıca’ya 16 km uzakta olan Ildırı köyü oldu. Bu köyün adını önceden duymamıştım. Sağ olsunlar otel sahipleri önerdi burayı. Meğer Fatmagül’ün Suçu Ne dizisi burada çekilmiş. Diziden sonra köyü ziyaret edenlerin sayısı artmış. Şu anda da Fox Tv’de yayınlanan bir dizi çekilmekteymiş. Ildırı, eski bir Rum köyü ve antik dönemdeki adı Erythrai. Aslında köyün tamamı antik bir şehir gibi düşünülebilir; çünkü pek çok noktada kazı çalışmaları yapılıyor. Hatta bazı evler, ören yeri sınırının içinde kalmış.

Köyün girişinde kadınlar kendi yaptıkları ürünleri tezgâhlarına yaymışlar. Burada göçmen nüfusu fazla olduğu için satılan ürünler arasında göçmenlerin mutfağına özgü ürünler de vardı. Ildırı’nın enginarı meşhurmuş. Enginar desenli dekoratif eşyalar da satıyor kadınlar. 


Köy sokaklarında ve deniz kenarında biraz yürüyoruz. Köy küçük zaten, kısa sürede bitiyor yürüyüş. Evleri genelde mavi ve beyaza boyayarak güzel bir uyum yakalamışlar. Sokaklar temiz. Bir de uzun iplerle çapraz şekilde birbirine bağlanan sokak lambaları pek hoştu. Köyün girişinde güzel bir butik otel var. Kafe ve restoran sayısı fazla değil ama güzel yemekler yiyebileceğiniz şirin mekânlar var. Denizi gören bir konumda olan Şirin Cafe’de nar suyu içtik. Köyde birçok nar ağacı görmüştük yürüken. Akşam yemeğinde Ferruh’un Yeri adlı bir balıkçıda balık keyfi yaptık. Gece oldukça sakindi Ildırı’da. Çeşme’nin curcunasından eser yoktu.

Ildırı’yı pek bir sevince iki akşam üst üste gittik. Yolu da çok keyifliydi zaten. Birçok yazlığın olduğu, güzel manzaralı yerlerden geçiliyor. Bir de Çeşme’de her yol Ildırı’ya çıkıyor gibi. Nereye gitsek karşımıza Ildırı’ya kaç km kaldığını gösteren tabelalar vardı. Köye ikinci gidişimizde amacımız gün batımını izlemekti. Eğer buraya yolunuz düşerse mutlaka aynı şeyi siz de yapın, görüntü muhteşemdi. Fotoğraf meraklıları burayı sevecektir. Özellikle sahildeki minik balıkçı teknelerinin üzerine güneşin son ışıkları değerken güzel kareler yakalanabilir. 


Çeşme ve çevresine dair heybemde biriktirdiklerim bu kadar. Yemeye-içmeye meraklı bir keyif insanıysanız bence Alaçatı ve çevresini çok seversiniz. O yüzden doğallığı ve güzelliği bozulmadan mutlaka bir Alaçatı seyahati planlayın derim. Seneye İzmir’in başka güzelliklerini görebilme umuduyla yazıyı bitiriyorum :)

Son olarak ben :) Otelde keyif anları

10 Nisan 2016 Pazar

İspanya Gezi Notları I: Madrid

İspanya deyince Türk gezginlerin aklına genellikle Barselona ya da Endülüs bölgesi gelir ancak başkent Madrid de renkli meydanları, büyük müzeleri ve ünlü alışveriş merkezleri ile görülmeye değer bir şehir. Madrid’i keşfetmeye önce meydanları ile başlayalım:

Puerto del Sol: Şehirdeki en büyük birkaç caddenin birbirine bağlandığı bu meydan, en önemli turistik noktalardan biri olduğu için Madrid’in kalbi burada atıyor. Meydan hem gece hem de gündüz çok kalabalık. İnsanlar burada buluşuyor, sokak şarkıcıları şarkı söylüyor, hayat kadınları müşteri bekliyor. Meydandaki hareketlilik başınızı döndürebilir; çünkü farklı yaşlardan ve ülkeden birçok insanla karşılaşıyorsunuz. Hem gündüz hem de gece gittiğimiz bu meydanda en çok hoşuma giden şey insanları gözlemlemek oldu. Eğer siz de gözlem yapmayı seviyorsanız meydandaki su havuzlarından birinin kenarına oturun ve etrafı izleyin. Mutlaka dikkatinizi çekecek bir şeyler bulacaksınız.

Şehrin simgesi olan ayı heykeli de bu meydanda bulunuyor. Bu ayı, çilek ağacını yerken tasvir edilmiş. Heykelin önünde fotoğraf çektirmeyeni dövüyorlar L Sürekli fotoğrafı çekilen bir başka nokta da İspanyol karayollarının başlangıcını oluşturan 0 km. tabelası.  Turistik bir hareket yapmak amacıyla tabelaya ayak basabilirsiniz.

Meydandaki binalardan birinin çatısında bulunan “Tio Pepe” markasının reklam panosu da artık bu meydanla özdeşleşmiş bir figür. Sevimli duruyor ve gece aydınlatılıyor.

Madrid'in simgesi çilek ağacı ve ayı heykeli

Plaza Mayor: Şehrin en keyifli yerlerinden biri olan ve içine kemerli bir kapıdan girilen bu meydan, geniş ve uzun bir avludan ibaret. Meydandaki binalardan biri restore edildiği için üzeri renkli bir naylonla kaplanmıştı.

Meydan şimdilerde keyifli anlara tanıklık etse de geçmişte insanlar burada idam edilmiş. Hem Ortaçağ’da kurulan engizisyon mahkemelerinde hem de Franco döneminde binlerce kişinin asıldığı bu meydandaki binalarda bulunan 237 balkon, idam sahnelerini izlemek isteyenler tarafından kiralanırmış. Ayrıca burada çeşitli kutlamalar ve törenler de yapılırmış. Tarihin izleri meydana sinmiş gibi duruyor.

Bu meydanda birkaç restoran da var. İnsanlar içkilerini içip etrafı seyrediyorlar. Tıpkı Puerto del Sol gibi hareketli bir yer. Plaza Mayor’u geçtiğimiz günlerde PSV taraftarlarının bir insanlık ayıbına imza atarak çingeneleri aşağıladığı yer olarak da hatırlayabilirsiniz.

Bir akşam buradan geçerken Uzak Doğuluların masaj yaptığına şahit olduk. Yürümekten ve gezmekten yorulan turistlere meydanın ortasında masaj yapıldığını izlemek tuhaf bir deneyimdi. 
Plaza Mayor'da meraklı bir turist

Gran Via: Bu uzun caddede genellikle restoranlar ve alışveriş merkezleri var. Gezi sırasında yemek molası verirseniz buradaki mekânları tercih edebilirsiniz.

Plaza de Espana: Burada Cervantes ve kahramanı Don Kişot’un heykelleri bulunuyor.

Plaza de Espana yani İspanya Meydanı
Plaza de Santa Ana: Şehrin meşhur tapas barlarının ve Flamenko şovlarının yapıldığı mekânların bulunduğu güzel bir meydan. Ünlü İspanyol şair Federico Garcia Lorca’nın heykeli de burada. Meydandaki Lateral isimli mekânın yemekleri güzel. Siz yemeğinizi yerken sokak müzisyenleri de gelip gitar çalıyor, şarkı söylüyor.  

Plaza de Cibeles: Meydan ismini tanrıça Kibele’den alıyor. Madrid’te benim ismimi taşıyan bir meydanla karşılaştığım için mutlu oldum tabii ki J Görkemli binaların olduğu güzel bir meydan olan Plaza de Cibeles, şehrin ünlü müzelerine giden yolun başında bulunuyor. Bu meydandaki Kibele Sarayı ve çeşmesine şöyle bir göz attıktan sonra müzeleri ziyaret etmek için yola koyulabilirsiniz. Madrid’i tanıtan fotoğrafların hemen hepsinde görülebilecek olan Metropolis Binası da bu meydanın yakınında bulunuyor.

Madrid’de sanatseverlerin sıkça ziyaret ettiği üç sanat müzesi var. Bunlar Prado Müzesi, Arte Reina Sofia ve Thyssen-Bornemisza Müzeleri. Bu müzeleri gezmek bir hayli zaman alacağı için birini seçmek gerekiyor. Müzelere girişler akşam saatlerinde ücretsiz oluyor. Hangi müzenin saat kaçtan sonra ve hangi günlerde ücretsiz olduğu hakkında internetten bilgi almakta fayda var. Ben Arte Reina Müzesi’ne yarım gün ayırmama rağmen müzenin küçük bir bölümünü gezebildim yalnızca. Picasso’nun İspanya iç savaşını tasvir ettiği ünlü La Guernica tablosu bu müzede sergileniyor. Ziyaretçilerin birçoğu bu tabloyu görmek istedikleri için tablonun önünde uzun bir kuyruk vardı. Bu tablonun yerini bulmak için müzenin girişinden bir harita almak işinize yarayacaktır. Birbirinin içine geçmiş odalardan oluşan müzede harita olmadan gezince birçok önemli eseri kaçırabiliyorsunuz ve ben maalesef haritaları pek okuyamadığım için Guernica’yı bulana kadar yarım saat kadar uğraştım. Dali’nin eserlerinin de görülebileceği müzede daha önce duymadığım bir ressam olan Alfonso Ponce de Leon’un eserleri ilgimi çekti. Müzenin çıkışında hediyelik eşya dükkânı var. Burada sergilenen eserlerden ilham alınarak yapılmış çantalardan, ayraçlardan veya kartpostallardan alabilirsiniz.
Goya, Velazquez ve El Greco gibi birçok ünlü ressamın eserlerinin bulunduğu Prado Müzesi’nin bu üçlü arasında en çok görmeye değer olanı olduğu söyleniyor; ancak neredeyse bütün bir gününüzü buraya ayırmanız gerekiyor. Ben Arte Reina Sofia’dan çıktıktan sonra müze bölgesini gezip binaların fotoğrafını çekmekle yetindim. Paseo del Prado olarak geçen bu bölgede güzel yapılar, yeşil alanlar ve hediyelik eşya dükkânları bulunuyor.

Meydanların ismi porselen levhalara yazılmış
Plaza de los Carros: Burası şehrin biraz daha gözden uzak bir kısmı. Madrid’in pek de tekin olmayan bir bölgesinde olmasına rağmen son yıllarda biraz daha gelişmeye başlamış olan bu yerdeki restoranlarda fiyatlar biraz daha ucuz.

Bu meydanlar dışında Madrid’in diğer turistik noktalarını şöyle sıralayabiliriz:

Retiro Park: Avrupa şehirlerinin olmazsa olmazı, birçok aktivitenin yapıldığı büyük parklar Madrid’te de bulunuyor. İçinde birçok heykeli ve insanların basamaklarına oturup gölü seyrettikleri çeşitli yapıları barındıran bu park, şehrin içindeki bir huzur kaynağı. Büyükler sohbet ediyor ya da kitap okuyorken çocuklar paten kayıyor veya göletteki ördeklere yem atıyor. Paten kaymak burada oldukça popüler bir aktivite. Hocalar yeni başlayanlara paten öğretiyor. Yine Avrupa’da sıkça rastladığımız gibi yoga vb. grup sporları parklarda eğitmenlerin gözetiminde yapılıyor. Bizde böyle bir gelenek nerdeyse hiç yok. Biz spor salonlarına hapsoluyoruz yazın. Parkın içindeki Kristal Saray’ın önündeki basamaklara oturup etrafı seyretmenizi tavsiye ederim. Sarayın çatısından yansıyan ışık gölün üzerine düşüyor.



Royal Palace: Madrid Kraliyet Sarayı halkın ziyaretine açık. Ancak içeriye girmek istemiyorsanız sarayın önündeki Sabatini Bahçeleri’ni gezebilirsiniz. Sarayın yakınındaki Almudena Katedrali de ihtişamlı bir yapı. Eğer siz de Madrid’e yazın giderseniz katedralin içini serinlemek için gezebilirsiniz. Avrupa’daki bütün katedraller birbirine benzediği için katedral ve kilise görmekten gına geldi bana J

Puerta de Alcala, şehrin giriş kapısı. Arabayla ya da otobüsle seyahat ederseniz şehrin bu görkemli kapısından geçiş yapıyorsunuz.

Şehirde gitmeseniz de bir şey kaybetmeyeceğiniz Casa de Campo denilen ormanlık bir alan var. Buradaki bir noktadan teleferiğe binip şehre yukarıdan bakabiliyorsunuz. Teleferik sizi eğlence parkının ve hayvanat bahçesinin olduğu bir bölgeye bırakıyor. Burada büyükler için pek bir numara yok, çocuklar eğleniyor. Yine de giderseniz seyir terasından Madrid’i izleyebilirsiniz. Teleferikle gittiğiniz mesafe 5 dakika falan zaten. Dönüşte Parque del Oeste’nin içindeki Mısır tapınağını görebilirsiniz. Bu tapınağı Mısırlılar İspanya’ya hediye etmişler. Lakin burada biraz iğreti duruyor bu yapı.

Salamanca ve Chueca bölgeleri ile Gran Via’da mağazalar ve butikler var. Bunların bir kısmı Türkiye’de de olan giyim markalarının mağazaları. Diğer bir kısmı ise tasarımcılara ait pahalı ürünlerin satıldığı mekânlar. Meşhur İspanyol markası Zara’nın birçok şubesi bulunuyor şehirde. Fiyat olarak buradan pek farklı değil. Alışveriş delisi olmadığım için şehrin bu kısmı çok ilgili çekmiyor. Lakin etrafı dikkatle izlemekte fayda var. Madrid’in ünlü isimleri Salamanca bölgesinde yaşıyormuş. Belki bi Almodovar’la falan karşılaşırız dedim ama kader, kısmet bu işler. Olmadı.

Plaza de San Miguel üzerinde Mercado San Miguel denilen meşhur bir pazar var. Kapalı olan bu pazarın içindeki küçük tezgâhların bazılarının önüne birkaç masa ve sandalye de koyulmuş. Burada yer bulursanız oturup yemeğinizi yiyebilir ya da yiyeceğinizi elinize alıp dışarıya çıkabilirsiniz. Burada deniz ürünleri, tapaslar, meyve salataları, etler, tatlılar, kısacası ne ararsanız var. Ben bu tarz yerleri gezmeyi hep sevmişimdir. Bir şey almasanız bile ülkenin yemek kültürü hakkında bilgi sahibi olmanıza yarıyor.


Madrid’te gezmediğim iki önemli turistik nokta kaldı. Birincisi Real Madrid’in maçlarını oynadığı Santiago Bernabeu Stadyumu, ikincisi ise boğa güreşi arenası olan Plaza de Toros. Futbolla ilgilenmediğim için stada gitmeye gerek duymadım. İspanya’nın pek çok farklı bölgesinde bulunan arenaların örneği olan Plaza de Toros’u ise boğa güreşi geleneğini pek mantıklı bulmadığım için ziyaret etmedim. Ancak İspanyol kültürüyle özdeşleşmiş bu gelenek hakkında daha ayrıntılı bir bilgiye sahip olmak için gidilebilirmiş diye düşünüyorum şimdi. Üstelik Madrid’in adı boğa güreşiyle birlikte anılıyor neredeyse. Okuduğum kadarıyla bu arenaların müze kısmında güreşte kullanılan malzemeler sergileniyormuş. Boğa güreşleri ise mayıstan ekime kadar yapılıyor ve birçok kişi tarafından izleniyormuş.

Biz yemekleri genellikle evde yediğimiz için Madrid’te ne yenilir-içilir sorusunu pek yanıtlayamayacağım. Ancak gittiğimiz birkaç mekândan bahsedebilirim. San Gines Chocolateria şehrin en eski çikolatacılarından. Giriş tabelasında 1894 tarihi okunuyor. Gezi rehberlerinde sıkça yer aldığı için turistler buraya ilgi gösteriyor. İspanyolların “Churros” denilen geleneksel tatlılarını burada tadabilirsiniz. Yağda kızartılan ve uzun bir çubuk şeklinde olan hamur parçaları koyu kıvamlı çikolatalı bir içecekle birlikte servis ediliyor. Tatlıyı bu içeceğe banıp yiyorsunuz. İçecek, sıcak çikolatayı andırıyor ama kıvamını pek beğenmedim.

Sobrino de Botin dünyanın en eski restoranı olarak biliniyor. 1725’te kurulan restoranda geleneksel İspanyol yemekleri yapılıyor. Gündüz kapalı olan bu mekânda yemek yiyebilmek için önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Biz gündüz mekânın önünden geçerken görevlilerden izin isteyip içeriye bir bakış atmakla yetindik. Vaktiniz varsa tabernalardan birinde uzun bir akşam yemeği yiyin derim.

Tommy Mel’s pop-art tasarımıyla dikkat çeken, şehrin farklı yerlerinde şubeleri olan ve daha çok gençlere hitap eden bir restoran. Menüsünde fast-food yiyeceklerin bulunduğu bu mekânın eğlenceli duvar yazılarını, Madrid sıcağında içinizi ferahlatan buzlu içeceklerini ve hamburgerini sevdim.

İspanya’ya gidip de Flamenko şovu izlemeden dönülmezdi tabii. Çeşitli mekânlarda neredeyse her akşam sergilenen bu şovlara katılmak için önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. İnternet sitelerine göz atıp bütçenize uygun bir şovu seçebilirsiniz. Biz Cafefin La Quimera adlı mekânda uygun bir fiyata keyifli bir gösteri izledik. Mekânın duvarları Flamenko kültürünü yansıtan çeşitli objelerle süslenmişti. Yaklaşık 15-20 kişilik, küçük ama şirin bir yerdi. İki erkek, bir kadın dansçı, bir gitarist ve şarkıcıdan oluşan topluluk yaklaşık bir saat süren gösterilerinde çoğu zaman doğaçlama yaparak, kendi aralarında konuşarak ve atışarak eğlenceli bir gösteri sundular. Aralardaki atışmalarda ne söylendiğini tam anlayamasak da belli bir hikâye anlattıkları, “ale” nidalarıyla ve el çırpmalarıyla birbirlerini gaza getirdikleri belliydi. Yani neticede flamenkonun yalnızca bir dans türü değil; dansçıların mimikleri, jestleri, aksesuarları, giysileri ve diyaloglarıyla bir bütün teşkil eden; müziğin ve hikâyenin ön planda olduğu bir performans sanatı olduğunu anlamış olduk. Çok profesyonel bir ekip izlenimi vermeseler de özellikle erkek dansçıların performanslarını beğendim. Kadın dansçı erkeklere göre biraz daha tutuktu.

Gösteri başlamadan önce İspanyolların meşhur içeceği sangria ve yanında meze olarak ikram edilen yeşil zeytinlerimizi yedik. Bu aperitifler ücrete dâhildi. Eğer yemek de yemek isterseniz ücret artıyor. Gecenin sonunda bana ilginç gelen tek şey gösteri sonrasında şarkıcının mekânın önünde takı satmaya başlamasıydı. Sanatını icra eden adam, gecenin sonunda bize küpe satmaya kalkınca gülümsememize engel olamadık hâliyle.


Son olarak kısaca Madrid izlenimlerime değinecek olursam Madrid genel olarak beklentilerimi karşılayan bir şehirdi diyebilirim. Ben Barselona’yı çok merak ediyordum ve açıkçası çocukluk arkadaşım Belkıs burada yaşamıyor olsaydı Madrid’i gezi listeme almayabilirdim. Genel olarak soylu bir havası olan şehirde düzenli bir hayat var. Gece hayatı dışında fazla bir hareketlilik yok. İnsanlar birbirine saygılı ama biraz mesafeli görünüyorlar. Madrid ile Barselona arasında Ankara ve İstanbul kıyaslaması yapılabilir. Madrid tıpkı Ankara gibi başkent ağırlığına sahip bir şehir ama tabii ki şehir planlaması ve kültürel yaşam açısından Ankara ile Madrid’i kıyaslamak doğru olmaz.
Madrid’e en sıcak döneminde, ağustos ayında gittim. Sıcak havada gezmek biraz zor olsa da yeni yerler görüp keşfetmek için her şeye değer diye düşünüyorum. Ama siz ağustos sıcağında gitmeyin derim yine de.

Madrid’i gezmek için en fazla üç gün yeter sanıyorum. Şehirde insanların ilgisini çekecek turistik mekânların ve etkinliklerin sayısı fazla değil. Binaları, meydanları ve müzeleri ile ihtişamlı bir yapısı olan şehrin biraz kozmopolit ve kaotik bir yanı da var. Özellikle Sol Meydanı’nda hayat kadınları, işportacılar ve uyuşturucu satıcıları rahatlıkla gezebiliyor. Üstelik meydanda polisler de dolaşıyor. Başka şehirlerde yadırganabilecek durumlar ve insanlar Madrid’te günlük hayatın bir parçası.

Şehirdeki son durağım Estachion Atocha ve istikamet Barselona. İstasyon binasının içinde türlü bitkiler ve palmiyeler var. İstasyona trenin hareket saatinden hemen önce geldiğim için etrafa çok göz atamıyorum ama farklı atmosferiyle dikkat çeken bu mekân da şehrin turistik bölgelerinden biri sayılabilir.

Nihayet trene bindim ve Madrid’te kalanlara el salladım. Bir haftalık Madrid macerası boyunca Madrid yakınlarındaki başka şehirleri de gezdim. Devamı öbür yazıda J

Teşekkür: Bu yazıyı bana Madrid’i gezdiren canım arkadaşım Belkıs’a ve eşi Ömer’e armağan ediyorum. On parmağında on marifet olan Belkıs; bana yemek de yaptı, rehberlik de etti. Üstelik her yeri arabasıyla gezdirdi. E daha ne olsun? Arkadaşlar iyi ki var.

Not: Radyocu Arzu Çağlan’ın gezi anılarını paylaştığı Keyfe Gezer kitabı hem Madrid hem de Barselona için keyifli bir rehber olabilir, tavsiye edilir.



8 Şubat 2016 Pazartesi

Bavyera-Alsace-Alpler Gezi Notları III: Strasbourg-Colmar-Zürih-Meersburg

Baden Baden’den ayrıldıktan sonra Fransa topraklarına girip Brüksel’le birlikte Avrupa başkenti unvanını taşıyan Strasbourg’a (Almancası Strazburg) ulaşıyoruz. Gerçi Almanya’da mıyız yoksa Fransa’da mı, pek belli olmuyor; çünkü Strasbourg tarih kitaplarında ismini sıkça duyduğumuz ve iki ülke arasında anlaşmazlıklara neden olan Alsas- Loren bölgesinde bulunuyor. I. Dünya Savaşı’ndan sonra çoğu Alman olan bölge halkı Fransa’nın idaresi altına girmek istemiş. Hem Almanca hem de Fransızcanın konuşulduğu şehirde iki kültürün izlerine de rastlamak mümkün. İsimler Almancayken soy isimler Fransızca olabiliyor örneğin. Ya da Almanca bir şey sorduğunuzda cevap Fransızca gelebiliyor.

Şehre akşam saatlerinde giriş yapıyoruz. Şehrin yeni kısmında birçok inşaat alanı var. Avrupa Birliği ve Avrupa Parlamentosu’na ait yeni yeni binalar yapılıyor. Şehrin bu yüzü oldukça ciddi. Sokaklarda takım elbiseleriyle yürüyen insanlar görüyoruz. İnsan Hakları Mahkemesi de yine bu şehirde bulunuyor. Meraklıları bu binaları dışarıdan görebilir. Strasbourg aynı zamanda en büyük ve en güzel Noel pazarlarından birinin kurulduğu yermiş. Noel zamanında şehir daha da renkleniyormuş.


Bavulları otele bırakıp kısa bir şehir turu yapıyoruz. Şehrin eski merkezi çok büyük bir yer değil Meydandaki Notre Dame Katedrali turistik noktaların başlangıcı. Birçok kişi geceleyin ışıklandırılmış olan katedralin fotoğrafını çekiyor. Yalnız katedral oldukça uzun olduğu için yere eğilip çekmek gerekiyor. Katedralin mimarisi gerçekten göz kamaştırıcı. Katedralin yakınında bulunan ve iri cüsseli insanların tasvir edildiği heykellerin benzerleri şehrin farklı yerlerinde karşımıza çıktı. Bunlar katedralin yapılışının bilmem kaçıncı yılını kutlamak için Alman bir sanatçı tarafından hazırlanmış. Daima burada duracaklar mı bilmiyorum ama oldukça şirin görünüyorlardı.

Ertesi günün tamamını Strasbourg’da geçiriyoruz. Burada en beğendiğim yer Petite France. Yani Küçük Fransa bölgesi. Adından da anlaşılabileceği gibi oldukça küçük bir alanı kapsıyor. L’ill nehrinin etrafına dizilmiş ve ahşap malzeme kullanılarak yapılmış evler oldukça güzel. Evlerin hepsi rengârenk çiçeklerle kaplı. Biz bu bölgeyi birkaç defa turlayıp birbirinden güzel fotoğraflar çektik. Eskiden bu evlerin bir kısmı dericilere bir kısmı da değirmencilere aitmiş; çünkü suya ihtiyacı olan bu meslek grupları nehrin suyundan yararlanıyorlarmış. Evlerin birçoğu restoran olarak kullanılıyor. Gündüz saatlerinde kapalı olan bu mekânlar akşamüzeri yavaş yavaş açılmaya başlıyor. İçlerinde oldukça otantik görünümlü olanlar var. Buranın soğan çorbası ve ördek eti meşhurmuş. Bizde pek bulunmayan ördek etinin fiyatı  makul. Denemekte yarar var. Biz Petit France’ın tam ortasındaki köprünün kenarında bulunan merkezî bir lokantada ördek eti yedik. Ördek eti haşlanmış patatesle servis ediliyor. Meşhur soğan çorbasını ise tadamadık. Çünkü Avrupa’da istediğiniz her saatte gidip restorana oturamıyorsunuz. Öğle ve akşam yemeklerinin belli saatleri var. Biz öğlen soğan çorbası zamanını kaçırmışız maalesef, sonradan öğrendik. Şehirdeki pastanelerin vitrinlerinde birbirinden güzel tatlılar sergileniyor. Tabii ki meşhur Fransız tatlılarından yiyoruz J


Strasbourg’da hem katedral bölgesinde hem de Petite France’ta çeşitli mağazalar ve hediyelik eşyalar satan dükkânlar bulunuyor. Birçok yerde Alsas-Loren bölgesinin simgesi olan leylek motifli ürünlerle karşılaşmak mümkün. Le Petit France’taki evlerin tepelerinde de leylek yuvaları görebilirsiniz. Bunun için öncelikle kafanızı kaldırmanız gerek. Katedral Meydanı’nda yer alan Kammerzell Evi, şehrin en eski binası diye biliniyor. Gutenberg Meydanı’nda matbaayı icat eden Gutenberg’in heykeli ile güzel bir atlıkarınca var.Strasbourg’un sokakları ile caddelerinde çok sayıda lüks mağazayla da karşılaşıyorsunuz. Giyimden, aksesuara kadar birçok ünlü markanın mağazasına girip alışveriş yapabilirsiniz.

Strasbourg’da nehir üzerinde tekne turu yapmak şart değil ama şehri bir de nehir üzerinde görmek isterseniz tercih edilebilir. Biz yaklaşık 45 dakika süren bir tura katıldık. Yukarıda bahsettiğim ciddi binalar nehir turunda daha iyi görülüyor. Bazı yerlerde suyun alçalması için beklenirken bazen de tam tersi suyun yükselmesi için teknenin ilerleyişine ara veriliyor.

Petit France’ın romantik havası haricinde Strasbourg’da fazla bir şey yok bence. Bir gün içinde rahatlıkla gezilebilir. Şehirde birçok Türk’le de karşılaştık. Türklerin ilgi gösterdiği bir şehir burası. Kürt nüfusu da bir hayli fazla. Köprülerin üzerinde Kürtçe yazılar vardı kimi yerlerde. Burada dikkatimi çeken başka bir şey de köprü altlarında yaşayan birçok evsiz olması. Bürokrasinin şehri olan Strasbourg’un öbür yüzünde başka başka hayat hikâyeleri var. Yoksulluk her yerde karşınıza çıkabiliyor. Görkemli binalarla köprü altlarını bir arada düşünmek bu dünyanın adaletsizliğine sövmenize neden oluyor.

Alsas, şaraplarıyla ünlü ve Şarap Yolu olarak adlandırılan bir bölgede yer alıyor. Burada Michelin yıldızına sahip birçok lokanta varmış ve kendi çiftliklerinde yetiştirilen ürünleri kullanıyorlarmış. Bilindiği gibi Fransızlar yeme-içme mevzusuna oldukça düşkünler. Yöre halkı da doğal besinleri tercih ettiği için peynirini çiftlikten, şarabını bağdan alıyormuş. Bizim için biraz lüks sayılabilecek bir durum. 

Strasbourg’dan sonra Şarap Yolu üzerinde ilerleyip meşhur Colmar kasabasına uğruyoruz. Colmar programımıza sonradan dâhil edildiği için mutluyum. Colmar’la ilgili bir belgesel izlediğimden beri burayı çok merak ediyordum. Kasabaya çok erken bir saatte vardığımız için ortalık sessiz. Kasabanın girişine Özgürlük Heykeli’nin küçük bir benzerini koymuşlar. Heykeli yapan Bartholdi, Colmarlı’ymış. Colmar oldukça küçük bir kasaba ama gerçekten göz kamaştırıyor. O kadar muhteşem bir görselliği var ki gerçek değilmiş gibi duruyor. Yani ya bir film setindesiniz ya da bir kartpostalın içinde. Strasbourg’un küçük bir benzeri sanki ama ondan daha ihtişamlı. Burada da tablo; nehir, köprüler, ahşap desenli evler ve her yerden sarkan çiçekler ile tamamlanıyor. Strasbourg’un Küçük Fransa’sı varsa Colmar’ın da Küçük Venedik’i var. Burada kanal turu yapabilir, etraftaki kafe ve lokantalara oturabilirsiniz. Bizim çok zamanımız olmadığı için ben sürekli fotoğraf çekmekle uğraştım ve Petit Venice’i birkaç kez turladım. Benim gibi fotoğraf meraklısı biriyseniz buranın her köşesinde bir fotoğrafınız olsun isteyebilirsiniz. Bir ara etrafımıza bakarken balkonlardan birinde kahve içen bir teyze gördük. Biz manzaranın güzelliği karşısında şaşkına dönmüşken o, bu güzelliği görmeye alışkın gözlerle sakin sakin etrafı izliyordu. Bir an için hepimiz onun yerinde olmak istedik galiba.

Colmar’daki bir pazardan Fransız peynirleri ile şarap aldık. Buradan ayrılırken kasabanın dışındaki bir alışveriş bölgesine uğradık. Fransızlar büyük alışveriş merkezlerinin şehrin ortasına kurulmasına izin vermiyormuş. Bu alışveriş ve mobilya mağazaları için ticaret merkezi denilen ayrı bir bölge oluşturuluyormuş. Benim gibi Avrupa’nın en çok alışveriş merkezine sahip şehrinde yaşıyorsanız bu durum pek hoşunuza gitmeyebilir tabii!!

Colmar’a konaklamalı olarak gelmeyi aklıma koymuşken Şarap Yolu’nu takiben yola devam ediyoruz. Şarap tadımı turlarının yapıldığı bu bölgede birçok kasaba bulunuyor. Biz İsviçre’ye doğru gittiğimiz için bağlara bakmakla yetiniyoruz. İsviçre’deki durağımız Zürih; ancak burada bir günümüz var yalnızca. Bilindiği gibi İsviçre Avrupa’da hayat standartlarının en yüksek olduğu şehir. İnsan buraya dair daha çok bilgi edinmek istiyor ama şimdilik kısa bir şehir turuyla idare edelim.
Zürih, Limmat nehri ile Zürih Gölü’nün birleştiği bir noktada kurulmuş. Şehre girdiğinizde göle mi nehir manzarasına mı bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Zürih’te dünyanın her yerinden insanlar var. Çekik gözlülerin fazla olması dikkatimi çekmişti. Rehber İsviçreli erkeklerin son yıllarda Asyalı kadınlarla, özellikle Taylandlılarla evlendiklerini söyledi. İsviçre’nin refah içinde yaşayan insanları güneşsiz günlerden bunalıp “ay ne yapsak acaba” diye düşünürlerken çareyi gönüllerini Tayland’ın egzotik güzellerine kaptırmakta bulmuşlar. İsviçreliler o kadar zengin ki yılın farklı dönemlerini istedikleri ülkelerde geçirebiliyorlar. Her zaman çalışmak zorunda değiller. Savaşlara katılmayan ve politik meselerle ilgilenmeyen İsviçre, zenginliğini kendisini diğer ülkelerden izole etmesine borçlu. Paralarının kendi ülkelerinde kalmasını isteyen İsviçreliler başka ülkelere gidip alışveriş yapmaktansa paralarını ülkelerinde harcamayı tercih ediyorlarmış. İsviçre, AB üyesi değil. Ülkenin para birimi İsviçre frangı. Birçok yerde Euro da kabul ediliyor ama frank kullanmak daha kârlı.

İsviçre’de en çok hoşuma giden şeylerden biri bireye önem veriyor olmaları. Bu bireycilik onları zaman zaman yalnızlığa ve bunalıma sürüklese de başkalarının hayatlarına müdahalede bulunmuyorlar. İsviçreliler herkesle samimi olup muhabbet eder ama özel hayatlarından bahsetmezlermiş çoğunlukla. Sakin, kendi hâllerinde bir hayat sürmekten hoşlanırlarmış. Hayatlarında en çok zaman ayırdıkları şeylerden biri kayak. Hafta sonlarını genellikle Alplerdeki kayak merkezlerinde geçiriyorlarmış. Limmat Nehri’nde yüzmek de popüler bir faaliyetmiş.

Zürih’e vardığımızda hava soğuk ve rüzgarlı. Üstelik gezimizin sonralarına geldiğimiz için ayaklarımı zor sürüklüyorum yorgunluktan. Şehrin merkezini şöyle bir geziyoruz. Banhoffstrasse caddesinde lüks dükkânlar var. Buranın sosyetik havasını sevmiyorum. Hem o meşhuuur İsviçre saatlerine o kadar para vermeye değer mi hiç! Buradan ayrılıp gölü takip ederek eski şehri geziyoruz. Buradaki meşhur binaların ve kiliselerin önünde fotoğraf çekiyoruz. Birçok yerde inşaat var. Bazı sokaklara girilmiyor. Yemek yiyecek doğru düzgün bir yer bulamıyoruz. Fiyatlar oldukça pahalı. Bir yerden atıştırmalık sandviç alıyorum. İçine turp ve kabak gibi sebzeler de koymuşlar, gayet lezzetli. Göl kenarındaki bir kafede kahve içiyoruz. Sonra kısa süreli bir merkez turu daha. Zaten şehirde pek gezecek bir yer yok. Bir tepedeki parka oturup Zürih’e yukarıdan bakıyoruz. İsviçre deyince niye çikolatadan bahsetmedin diyenler olabilir. Ben Belçika çikolatalarından ziyade İsviçre çikolatalarını severim ama yol üstündeki bir benzincide daha ucuza Lindt bulmak varken burada alışveriş yapmaya hiç gerek yok.

İsviçre’nin havası, suyu çok güzel ama Zürih bana biraz soğuk ve kasıntı bir şehir gibi geldi. Ertesi gün Schaffhausen’e doğru yola çıktığımızda daha mutlu oluyorum çünkü inanılmaz doğa manzaralarıyla karşılaşıyoruz. Şehirden uzaklaşıp doğaya sığınmak daha mutlu ediyor insanı bazen. Al sana kaçış teması!

Biz artık dönüş yolundayız. Ne görsek kârdır diye düşünüp etrafımı dikkatle izliyorum. Gezme-görme konusunda son derece tutkulu biri olduğum için “tüh bu gölü göremedik”, “vah şu manzaranın tadını çıkaramadık” diye içimden söyleniyorum. Zürih’e gelme planınız varsa mutlaka yakınlarındaki şehirlere de zaman ayırın. Trenle kısa sürede gelinebilecek bu şehirler oldukça güzel. Zürih’e yaklaşıp bir saat mesafede olan Schaffhausen’e vardığımızda Avrupa’nın en büyük şelalesi olarak geçen Rhein Şelalesi’ni görüyoruz. Şelalenin döküldüğü yeri tam göremiyoruz ama küçük bir bölümünde gezinti yapıyoruz. Güneş ışınları şelaleyi aydınlatsa da hava soğuk. Sular gürültüyle akıyor, etraftaki diğer sesler duyulmuyor. Burada yarım saatimiz vardı. O yüzden ben hızlı bir tur attım. Suların etrafında yürümek çok eğlenceliydi.

Ardından Almanya’ya doğru devam ettik. Konstanz (Bodensee de deniyor) Gölü yol boyunca bize eşlik etti. Burada her yerde bir göl ya da nehir var zaten. Konstanz Gölü hem Almanya hem de İsviçre’den geçiyor. Sanırım biz yine ülke değiştiriyoruz ve yine anlaşılmıyor J Havaalanına gitmeden önce bu göle daha yakından bakabilmek için Friedrichschafen şehri yakınlarındaki Meersburg kasabasına uğruyoruz. Küçük, hoş bir Ortaçağ kasabası. Kasabanın sırtlarında üzüm bağları var. Meyveleriyle ünlü bu bölgede buraya özgü bir elma yetiştiriliyormuş bir de. Bölgede kaplıcalar da var. Yani kısacası tarih, doğa, sağlık, ne ararsanız var bu küçük kasabada. Şehrin meydanı Marktplatz oldukça şirin. Bu meydanda ve göl kenarında yürüyoruz.


Veee son durak Almanya’daki Friedrichschafen Havaalanı. Küçük ve sakin bir yer. Zürih’e giderseniz buradan dönüş yapabilirsiniz. Fiyat da daha uygun tabii. Almancılarımız da burayı kullanıyormuş ucuz olduğu için.

“Başlayan her şey biter” demiş Seneca. Ben Alsas, Alpler ve Bavyera temalı turumuzu çok sevdim. Çok güzel yerler gördüm, ilk defa annemi tek başıma bir yerlere götürdüm ve güzel insanlarla tanıştım. Rehberimiz Gülay Hanım hem çok bilgili hem de eğlenceli biriydi. Burada paylaştığım bazı şeyleri ondan öğrendim. Strasbourg’da gezi sırasında tanıştığımız Filiz ve Hatice Hanımlar ile oldukça keyifli vakit geçirdik, bol bol güldük. Hatta imkânsızı başarıp Petit France’ı ararken kaybolduk. Zürih’te de aynı ekiple gittiğimiz bir restoranda milliyetçi duygularımız kabardığı için neredeyse olay çıkarıyorduk J Bu yazı dizisini bitirmeden bu kısa anektodları paylaşmadan edemedim.

İnsan ömrü öyle pek de uzun değil. Her istediğimizi gerçekleştirmeye zaman bulamayabiliriz yolun sonuna geldiğimizde. Ben bu gezim sırasında da birçok hayal kurdum yine. İnsan hayal kurmadan edemiyor neticede.

Bir sonraki rota neresi? Ben de merak ediyorum…