Yaz tatilinde
rotamız bu kez Benelüks ülkeleri ve Paris’i içeren bir tur oldu. Bilindiği gibi
Benelüks tabiri Belçika, Hollanda (Netherlands) ve Lüksemburg kelimelerindeki
ilk hecelerin birleştirilmesinden ibaret. Bu üç ülke arasında imzalanan
anlaşmalar neticesinde ekonomik birliğe dayanan bir topluluk oluşturulmuş.
Coğrafi yakınlık nedeniyle Paris’i de kapsayan Benelüks turları, çoğunlukla
Belçika’nın Brüksel Başkent Bölgesi’nden başlıyor. Ben de turumuzu gün gün
anlatarak devam edeceğim.
1. Gün: Brüksel
Gezilecek Yerler: Şubat 2014’te bir
haftalık gezimde Belçika’nın Gent şehrinden trenle günübirlik olarak Brüksel’e
gelmiştim. Bu ikinci gelişim. İlk ziyaretimden hatırladığım yaklaşık 1 saat
süren tren yolculuğunun oldukça güzel manzaraları içerdiği ve bir hayli keyifli
geçtiği idi. Brüksel’i gördükten sonra da görkemli binalarını, şehri saran
çikolata ve waffle kokusunu sevdiğimi, bunların dışında Brüksel’in bana biraz
sıkıcı geldiğini düşünmüştüm. Aslında bu şehre dair genel izlenim bu yönde.
Diğer Avrupa şehirlerine gitmek için bir ara durak olarak görülüyor Brüksel.
Şehrin en güzel
yeri Grand Place (diğer adı Grotte Markt) adı verilen meydan. Farklı mimari
tarzlara sahip binaların uyum içinde bulunduğu bu meydan, UNESCO Dünya Mirası
listesinde yer alıyor. Geçmişte aristokrasinin ve çeşitli loncaların elinde
bulunan binalar; yaldızlı işlemeleri, süsleri ve heykellerinin ihtişamıyla
dikkat çekiyor. Binalar arasında Şehir Müzesi ve Bira Müzesi de var. Meydan,
yaz-kış her mevsimde kalabalık. Meydana bakan restoranlara oturup Belçika’nın
yerel lezzetlerinin tadına bakabilirsiniz.
Grand Place’a
oldukça yakın bir yerde Brüksel’in simgesi olan Manneken Pis yani İşeyen Çocuk
heykelini görebilirsiniz. Gerçi ben, buraya ilk kez gittiğimde bu heykelin
bulunduğu sokağı bir türlü bulamadım. Sonradan anladım ki bulduğum hâlde burayı
teğet geçmişim. Çok daha büyük ve görkemli bir şey göreceğimi umuyordum sanırım
ki görünce “bu muymuş yahu” demekten kendimi alamadım. Üstelik birkaç kişiye de
Manneken Pis’in yerini sorup rezil oldum. Sürekli etrafında dolaştığım için
nasıl görmedin der gibi bakmışlardı. Neyse, bu ayrıntıları bırakıp sadede
gelirsem tekrar; bu heykelin kısaca hikâyesine değinebilirim. 61 cm boyunda
bronzdan yapılan bu heykelde, işeyen bir çocuk tasvir ediliyor. Aslında bu
çocuğun hikâyesinde dair birçok rivayet var; ama en bilineni çocuğunu kaybeden
bir ailenin, onu bulduğu bu noktada bir heykel yaptırdığı yönünde. Bence
dünyanın en saçma turistik simgesi ama oldukça popüler. Turistlerin çoğu
heykelin önünde fotoğraf çektiriyor. Wafflecılar da nemalanmış çocuktan. İşeyen
Çocuk şeklinde çikolatalar yapıp dükkânların vitrinine koyulmuş. Hediyelik eşya
satanların da gözdesi bu çocuk. Anahtarlıklar, biblolar vb. başta olmak üzere çeşitli
Manneken Pis hediyelikleri yapılmış. İşin ilginç yanlarından biri de bu heykele
zaman zaman çeşitli kıyafetler giydirilmesi. Manneken Pis’e ait 800 civarında
giysi, müzede sergileniyor ve özel günlerde heykele giydiriliyormuş. Kışın
gittiğimde üzerinde asker üniformasını andıran yeşil bir kıyafet vardı.
Manneken Pis’i
bir kenara bırakırsak şehrin diğer bir simgesi olan Atomium’dan da
bahsedebilirim. 1953’te burada düzenlenen Dünya Fuarı için yapılan ve sonradan
yerinden kaldırılması planlanan bu yapı, zaman içinde Brüksel’in önemli bir
turistik merkezi hâline gelmiş. Belçika’nın dokuz yönetim birimini temsil eden
dokuz bölümden oluşan bu yapı, tasarlanırken bir atom parçasının 165 milyar
kere büyütülmesi esas alınmış. Yapısı ve adı itibarıyla da atom kelimesiyle
bağlantısını kurabilirsiniz. En üst kattaki bölümde çok pahalı bir restoran
varmış. Onun dışındakiler çeşitli amaçlar için kullanılıyormuş.
Brüksel’de
görülecek diğer yerlere gelince Kraliyet Sarayı, Saint-Hubert Galerileri, De
Laeken Botanik Bahçesi, Notre Dam edu Sablon ve bahçesi sayılabilir. Bunun
dışında AB’ye ait olan birçok binayla karşılaşmak da mümkün Brüksel’de. Özellikle
Saint-Hubert’i gezmenizi öneririm. Belçika çikolatacılarının ve çeşitli dükkânların
bulunduğu bu galerilerin üstü kapalı ve çok hoş bir biçimde tasarlanmış. 2014
kışında burayı gezerken ara sokaklara girdiğimde çok güzel binalar ve sokak
sanatı örnekleriyle de karşılaşmıştım. Zamanınız varsa eğer mutlaka şehrin
sokaklarına girin ve karşınıza çıkacak güzellikleri takip edin. Brüksel’de
birçok müze de bulunuyor. İlginizi çeken birini tercih edebilirsiniz.
Yeme-İçme: Brüksel’de hem meydanda hem
de meydana yakın sokaklarda birçok farklı ülkeye ait restoranlar bulunuyor. Biz
Cafe Georgette adlı küçük bir cafe’den patates ve bira aldık. Akşam da Türk
mahallesinde Belçika’da yaşayan kuzenlerimizle buluşup bir Türk lokantasından
pide ısmarladık.
Daha önceki
gezimde buradan paket paket Belçika çikolatası taşımıştım. Bu sefer burada bulunma amacım esasen Paris’e
gitmek olduğu için, Brüksel’i biraz teğet geçtim sanırım. Çikolataların yüzüne
bile bakmadım. Ama buraya ilk kez geliyorsanız çikolata almanız farzdır tabii
ki. Ancak İsviçre çikolatalarını daha çok sevdiğimi söylemeliyim.
Kışın geldiğimde
burada keşfettiğim lezzet duraklarından biri Le Cour Gourmande adlı bir
tatlıcıydı. Özellikle kurabiyelerine bayılmıştım. Daha sonra gittiğim birçok
Avrupa şehrinde bu tatlıcının şubelerine rastladım ver her seferinde
kurabiyelerden aldım. Artık nereye gitsem bu şirin dükkânı arayacağım, belli.
İzlenim: Daha önce de söylediğim gibi
Brüksel, özellikle gidip görülmesi gereken bir şehir değil; ama hakkını
yemeyelim tümden. Şehrin mimari özellikleriyle dikkat çeken bir yanı da var.
Amsterdam, Paris ya da Lüksemburg’a giderken uğrayabilirsiniz buraya. Başka bir
şehirden gelecekseniz trenle seyahat etmeniz güzel olur. Tren yolculuğunda çok
güzel yerler görmüştüm. Belçika oldukça yeşil bir ülke.
Brüksel, çok
fazla göç aldığı için şehrin yerlileri artık göçmenler olmuş. Belçikalılar
genellikle şehre yakın banliyölerde yaşayıp, iş için şehir merkezine gelmeyi
tercih ediyormuş. Bu yüzden şehirde daha çok Afrika kökenli insanlarla
karşılaşmanız mümkün. Turistik yerlerde çantanıza falan dikkat edin diye
uyarmışlardı bizi ama ben tekin olmayan bir durum göremedim.
2. Gün: Brugge, Paris
Sabah, otelden
ayrılıp romantik bir Orta Çağ kasabası olarak bilinen Brugge şehrine doğru yol
alıyoruz. Daha önce Brugge’le ilgili izlenimlerimi yazmıştım. Bu vesileyle aynı
şeyleri tekrar yazmamak adına ilk kez kendi yazıma referans vereceğim J http://uvercinka-sibel.blogspot.com.tr/2014/02/kanallar-ve-kuleleriyle-musemma-iki.html.
Bu yazıda da belirttiğim gibi Brugge’e gidenler buraya genellikle bayılır; ama
Brugge bende büyük bir etki bırakmadı. Yaz mevsimi belki izlenimlerimi
değiştirir diye düşünmüştüm ama bu sefer de rüzgârlı ve serin bir hava vardı.
Brugge, bize güneşli yüzünü göstermedi nedense.
Bir şehri ikinci
kez görmek hoş oluyormuş. Meraklı turist gözleriyle değil de anın tadını
çıkaran bir yerli gibi bakıyorum şehre. Önce grubumuzla birlikte kısa bir şehir
turu yapıyoruz. Sonra sokaklara dalıp çıkarken birkaç mağazaya göz atıyoruz. Güzel
ve orijinal kıyafetler satan mağazalar var Brugge’de.
Biraz
soluklanmak için Mozarthuys isimli hem restoran hem de brasserie olarak hizmet
veren bir yere oturup kahve içiyoruz. 2014’te geldiğimde burayı gözüme
kestirmiştim zaten. Küçük bir meydanda bulunan nezih bir mekân.
Kanal kenarında
biraz gezinti yaptıktan sonra Bira Duvarı adlı verilen bir yere gidip Belçika
biralarını keşfediyoruz. Belçika’da 600’e yakın bira çeşidi ve her bir biranın
da ayrı bardağı var. Bunları Bira Duvarı’nda görebilirsiniz. Ben kadınların
sevdiği alkol oranı düşük bir vişneli birayı denedim. Mekânın dışında kanala
bakan küçük bir yerde biranızı yudumlayabilir, çıkışta da bira mağazasına
uğrayıp alışveriş yapabilirsiniz.
Biralarımızı aldıktan sonra bizim için artık Paris’e hareket etme vakti geliyor. Yolda organizasyon şirketinin ayarladığı şoförle tatsızlık yaşadığımız için bir saatlik bir kayıpla akşamüstü Paris’e ulaşabiliyoruz. Normalde bu tür aksilikler canımı sıkar; ama bu sefer aldırış etmeden bekliyorum. Gideceğim yer Paris olunca tüm olumsuzlukları bir yana bırakıyorum.
Paris
izlenimlerim için diğer yazıma beklerim J
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder