Aylık Okuma Notları (Haziran)
1. Yaz aylarında daha önce okumadığım klasikleri okuma niyetindeyim. Bu yüzden öncelikle Jane Austen'ın Aşk ve Gurur'undan başladım. Kitabın birçok çevirisi var. Ben, Nihal Yeğinobalı'nın Can Yayınları'nca yayımlanan çevirisini tercih ettim. Kitaptan uyarlanan Joe Wright imzalı Pride and Prejudice (2005) filmini izlediğim için kitabın konusuna hâkimdim. Jane Austen uyarlamalarını kaçırmamaya çalışırım zaten. 2007'de çekilen, başrollerinde Anne Hathaway ve James McAvoy gibi ünlü oyuncuların yer aldığı Becaming Jane (Aşkın Kitabı) filmini de anmadan geçemeyeceğim. Austen'ın kaleminden çıkan bu duygusal aşk hikâyeleri bana her zaman etkileyici gelmiştir.
Aşk ve Gurur, kitabın adından da anlaşılacağı gibi gururlarını aşklarının önüne koyan iki insanın hikâyesini ele alıyor. Neyse ki sonunda aşk galip geliyor da kitap boyunca birbirlerini yanlış anlayan ve bir türlü bir araya gelemeyen aşıklar mutluluğa erişiyor. Esas kızımız Elizabeth Bennett, taşralı Bennett ailesinin kızı. Elizabeth'in annesinin hayattaki en büyük amacı kızlarını evlendirmek olunca olay örgüsü, Elizabeth ve kız kardeşlerinin gönül maceraları üzerine kuruluyor. Esas adamımız Mr. Darcy ise (ki daha sonra Bridget Jones'taki Mark Darcy başta olmak üzere pek çok romantik komedi karakterine ilham vermiştir) oldukça varlıklı ve soylu bir aileden gelen, soğukluğu ve züppeliği ile tanınan biri. İki âşık arasındaki çatışma, hem karakter hem de sınıf farklılığı üzerinden ilerliyor. Aşk temasını işlerken dönemin ve İngiliz toplumunun bir panoramasını da sunuyor Austen. Karakter yaratımındaki yetkinliği, esprili dili, dönemine göre kadını ele alışındaki cesur tavrı ile dikkat çeken yazar, her zaman okunabilecek bir klasik eser ortaya koymuş. Hacimli olmasına rağmen hemen bitiveriyor kitap. Romanın nasıl geliştiğini ve bugünlere geldiğini anlamak açısından da okunmalı derim.
2. Meksikalı yazar Angeles Mastretta'nın İri Gözlü Kadınlar'ı farklı kadınların hayat hikâyelerinin anlatıldığı bir öykü kitabı. Öykülere isim verilmemiş. Her birinde Puebla adlı bir kasabada yaşayan kadınların hayatlarından kesitler sunuluyor. Bazı kadınlar, birden fazla öyküde karşımıza çıktığı için öykülerin arasında bir bütünlük olduğu söylenebilir. Bu kadınlar, farklı yaşlarda olsalar da kitabın kapağında da yazdığı gibi "güzel olmak için sabah kalkmaktan, akşam yatmaktan fazlasını yapmamak" gibi bir ortak noktaları var. Ayrıca çoğu aldatılmış, terk edilmiş veya hayatlarından memnun olmamaları için türlü sebepleri var. Bu arada kocalarını veya sevgililerini aldatan, terk eden de çok aralarında. İstemedikleri bir hayatı sürdürmeyen, cesur ve kararlı kadınlar bunlar. Arka planda Meksika Devrimi'nin ve politik ortamın izlerini, erkek egemen toplumun kadına bakış açısını, geleneklerin ve kültürel kodların gündelik hayattaki belirleyiciliğini görmek de mümkün kitapta. Bu açıdan bana daha önce okuduğum Meksikalı yazar Laura Esquivel'i hatırlattı. Esquivel, "Mastretta'nın kurmacasında tutkulu bir zekâ işbaşında" diyerek övmüş yazarı. Cinsellik ve din öğelerinin de kitapta baskın bir rol oynadığını söylemek gerek.
Kitaptaki birkaç öyküde ilgimi çeken şu oldu: kadınlar, kendilerini aldatan kocalarına karşı anlayış gösteriyorlar bir noktada. Örneğin "İki kat sevmek insanı güçten düşüren bir şey olmalı" diye düşünüyor Carmen adlı bir karakter. Kocasına kızmayı bırakıp iki kadın arasında kalan eşini anlamaya çalışıyor. İhanetin böyle bir şekilde savunulabileceği aklıma gelmezdi. İşte edebiyat, empati kurma işlevini de yerine getirmiş oluyor böylece. Sonuç olarak ben bu kitabı sevdim ve Meksikalı yazarları okumaya devam edeceğim.
3. Yıllar önce Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ni okuduğumda çok etkilenmiştim. O zamandan bu yana Milan Kundera okumak hep aklımdaydı ama bir türlü fırsat olmamıştı. Nihayet Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'nı okuyabildim. Bu kitabın yazarın hayatında oldukça önemli bir yeri var; çünkü romanın yayımlanışından (1978) kısa bir süre sonra Çek vatandaşlığından çıkarılıyor. Ülkesinin Rus işgali karşısında tavır alan ve politik görüşleri nedeniyle ülkesinden ayrılıp sürgün olarak Paris'te yaşayan Kundera, yaşamını hâlen orada sürdürüyor. Bu romanda onun politik ideallerini, Rus işgalini nasıl eleştirdiğini, dönemin politikacıları hakkındaki fikirlerini okumak mümkün. Bu nedenlerle romanın otobiyografik unsurlar barındırdığını söyleyebiliriz. Zaten yazar-anlatıcı sık sık araya girerek gerçek-kurgu bağını alaşağı ediyor, bir anlamda yapı söküme uğratıyor. Bazı kısımlarda doğrudan Kundera konuşuyor zaten. Kendi tarihiyle ve geçmişiyle yüzleşiyor. Postmodern romanın anlatım unsurlarından yararlanıyor bu yerlerde yazar.
Yedi bölümden oluşan kitapta, bölümler arasında bazı ortak unsurlar bulunsa da tam bir bütünlük yaratıldığı söylenemez. Bu yüzden bu kitabın neden roman olarak adlandırıldığı benim için bir soru işaretiydi. Kitabı okurken zaman zaman sıkıldığımı ve anlamakta zorlandığımı da eklemeliyim. Anlatılanlar doğrudan Çek tarihiyle alakalı olduğu için biraz yerel kaldı bana göre. Bir de kitapta gerçeküstü unsurlarla metaforlar da sık kullanılıyor ve yorum gerektiren kısımlar çok oluyor. 1968 Prag Baharı sırasında yaşananlar, politikacıların isimleri, sürgünlerin başına gelenler genellikle gerçeğe uygun bir şekilde aktarılıyor. Sanırım o günleri yaşayanlara daha anlamlı gelecektir bu roman. Tabii tüm bunlara rağmen Kundera büyük bir yazar ve bugün de hâlen etkilerini hissettiğimiz evrensel sorunlara cesur bir dille değiniyor. Sözünü sakınmadan söyleyebiliyor. Kitapta geçen "İnsanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır" (s. 12) cümlesi birey-devlet ilişkisinin günümüzde de pek değişmeyen boyutunu gözler önüne seriyor.
Ben romanda en çok "Kayıp Mektuplar" adını taşıyan dördüncü bölümü sevdim. Burada ülkesinden kaçıp bir Avrupa kentinde hayata tutunmaya çalışan Tamina'nın yaşadığı zorlukları okuyoruz. Tamina'nın hikâyesi, bana çok sevdiğim Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ndeki üslubu hatırlattı.
4. 2017 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro'nun okuduğum ikinci romanı oldu Beni Asla Bırakma. İlk okuduğum romanı Avunamayanlar, oldukça hacimli bir kitaptı ve The Guardian'da yer alan bir yazıya göre okunması en zor romanlar arasında gösteriliyordu. Avunamayanlar'ı Roman Kahramanları dergisinin "müzisyen roman kahramanları" dosyasına yazacağım yazı için seçmiştim; çünkü kitabın başkişisi önemli bir piyanistti. Bunu okuduktan sonra asıl Isgıhuro'yu tanıyabileceğim bir kitabıyla devam etmek istedim; çünkü Avunamayanlar, yazarın eserleri arasında farklı bir yerde duran, deneysel bir çalışma denebilir.
2010 yılında Mark Romanek tarafından beyazperdeye aktarılan (Never Let Me Go) kitap, bu sayede popülerliğini artırmış. Biraz sürprizli bir hikâyesi var ve bu yüzden olay örgüsünden çok bahsetmek istemiyorum; ama kitabı okuyan çoğunluğun da hemfikir olduğu gibi kapakta kullanılan görsel, romanın romantik bir hikâyeye sahip olduğu konusunda yanıltıcı bir izlenim veriyor. Halbuki kitap; içinde birçok meselenin tartışıldığı, güncel, politik ve sanatsal göndermeleri bulunan, özgün ve farklı bir distopya. Kendi dünyasını ustalıkla yaratan Ishıguro, çok sürükleyici, merak uyandıran ve etkileyici bir roman yazmış. Bitirdikten sonra beni bir hayli düşündürdü. Kitaptan uzun uzadıya söz etme isteği duyduğum için de hemen seçmeli dersimin programına aldım. Öğrencilerin de keyifle okuyacağını ve tartışacak çok şeyimiz olacağını düşündüm. Lise ve üniversitede okutulan edebiyat dersleri için çok iyi bir kaynak bence, tavsiye ederim. Zaten eser, Time tarafından İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesine alınan modern bir klasik.
5. Bu ay okuduğum tek yerli yazar Ahmet Büke oldu. Çiğdem Külahı, yazarın İnsan Kendine de İyi Gelir'inden sonra okuduğum ikinci öykü kitabı. Diğer kitaplarını da okuduktan sonra daha kesin bir dille söyleyebilirim sanırım ama; Büke'nin Can Yayınları'ndan çıkan kitaplarıyla Günışığı Kitaplığı'ndan çıkan eserleri arasında bazı farklılıklar var. Ben, İnsan Kendine de İyi Gelir'i çok sevmiştim. Çiğdem Külahı'nda daha farklı bir Ahmet Büke'yle karşılaştım. 2006'da yayımlanan bu eser, Beşeri Kantini'ne ithaf edilmiş. Büke, bir süre ODTÜ Jeoloji Mühendisliğinde okuduğu için burada kastedilenin bizim okuldaki Beşeri Kantin'i olduğunu düşündüm. Hoş bir sürpriz oldu. Hatta kitabı burada okuyacaktım; ama hafta sonuna denk geldiği için evde okuyup bitirdim.
Ahmet Büke, kısacık öyküler yazsa da öyle derin ve yoğun duygulardan bahsediyor ki insan etkilenmeden duramıyor. Bunu yaparken de çok yalın bir dille, her türlü gösterişten uzak bir anlatım tarzı kullanıyor. Mekân olarak İzmir'de geçiyor genelde öyküler. Çocuklar ve deliler öykülerde önemli bir yer tutuyor. Klasik olay örgüsüne yakın öykülerin yanında belki ilk okuyuşta hemen kavranamayacak soyut, imgelere dayanan öyküler de yazıyor Büke. Her türlü konuyu rahatlıkla işleyebiliyor. Politik konularda da sözünü sakınmıyor. Yoksulluk, önemli bir izlek olarak hep ön planda duruyor. Ben bu kitapta en çok "Dünyanın Kiri" öyküsünü sevdim. "Leo Ferre Sokağı" ise farklı bakış açılarının bir arada kullanılmasıyla dikkat çekiyordu. Açılış öyküsü olan "Elmadaki Kurt" ise barındırdığı ensest imasıyla sert bir öykü olarak akılda kalıcıydı. Ahmet Büke okumaya devam edeceğim. Şimdilik bu kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder