Okuma Notları
(Ağustos-Eylül)
Önce yaz okulu sınavları, ardından kongre
hazırlıkları derken bu iki ayda az okuyabildim. Okuma notlarını yazmaya
başlayalı beri nedense sürekli açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Halbuki hayat
meşgaleleri engel oluyor ve her zaman istediğimiz gibi verimli okuyamıyoruz. Bu
da başka bir açıklama işte. Neyse bakalım neler var bu sefer listede:
1. Nezihe Meriç, Toplu Öyküleri 1: Gazoz Ağacı’ndan bahsederken
söylemiştim, öykü klasiklerimizden okumadığım kitaplar var hâlâ. Bu sebeple
Nezihe Meriç’in Bozbulanık, Topal Koşma ve Menekşeli Bilinç isimli
üç kitabını bir araya getiren toplu öykülerinin ilk cildini okumaya karar verdim.
Bozbulanık, Meriç’in keskin gözlem gücüyle taşrada ve büyük kentlerde
yaşayan kadınların birey olma, toplumla ve ataerkil düzenle baş etme süreçlerini
aktardığı öykülerden oluşuyor. Öykülerde bilinç akışı ve iç monolog tekniği
sıkça kullanıldığı için bireyin zihinsel tecrübeleri okura doğrudan iletiliyor.
Belli bir dönemin (özellikle 1950 ve 1960’lar) toplumsal dertleri oldukça
sahici bir bakış açısıyla ele alınıyor. Bozbulanık kısmındaki aynı
isimli öyküde bilinç akışı çok başarılı bir biçimde uygulanmış. (Ek: Derslerde bu
tekniği anlatmak için seçilebilecek iyi bir örnek). “Umudu, Fakirin Ekmeği” ise
Füruzan öyküleri tadında, yoksulluk izleği üzerinden ilerliyor. Topal Koşma,
birbirine bağlı on bir metinden oluşuyor. Menekşeli Bilinç’te ise
adından anlaşılabileceği gibi biraz daha imgesel metinler var. Okurken biraz
zorlandım açıkçası. Meriç okumaya devam edeceğim. Özellikle bugün kadın yazını
alanında eser veren herkesin onu ders çalışır gibi okumasını tavsiye ederim
naçizane. Dili de oldukça kendine özgü. Mutfağı “mutbak” diye yazması ilginç
geldi bana mesela.
2. Cahit Irgat, Irgatın Türküsü: İstanbul Üniversitesi’nde
katılacağım kongre için Cahit Irgat şiirini çalıştım. Tezimde de kendisinden kısaca
bahsettiğim için bildiğim bir şairdi ama bütün şiirlerini tekrar okudum. II.
Dünya Savaşı’nın yarattığı ortamda şiir yazan Irgat; savaş, yoksulluk, umut,
korku ve hürriyet gibi temalar üzerinde duruyor daha çok. Şehir imgesini de
sıkça kullanıyor ki “Şehrin Dili” temalı kongrede yaptığım konuşmada şehir
kavramı üzerinde durmaya çalıştım. Irgat, çok bilinen bir şair değil. Aynı
zamanda aktör de olan Irgat, Mina Urgan’ın ilk eşi ve şair Mustafa Irgat’ın babası
olarak biliniyor daha çok. Zaten kendisi de asıl mesleğinin aktörlük olduğunu
söylemiş hep. Buna rağmen şiir üzerine düşünmüş, kendi şiirini geliştirmeye
çalışmış. Özellikle 1940-1960 yılları arasındaki dönemde sosyalist dünya
görüşünü savunan şairler arasında özel bir yeri var. Her şiirinde aynı başarıyı
yakaladığını söylemek zor, farklı etkilere açık bir şiiri var; fakat Şükran
Kurdakul’un da dediği gibi şiirimize “Cahit Irgat içtenliği” getirmiş. En
bilinen şiirlerinden birini paylaşıyorum:
Kalbimizin ortasında güvercin
Güvercinin kursağında bir kurşun
Kefenimiz arşın arşın
Parasıyla peşin peşin
3. Julian Barnes, Seni Sevmiyorum: Temmuz ayında genelde öykü okuduğum
için keyifli bir roman okuyayım istedim. Kitaplığa şöyle bir göz atarken bunu seçtim.
Barnes, ismini sıkça duyduğum ve merak ettiğim bir yazardı. Seni Sevmiyorum’u
bir öğrencim önerdiği için almıştım ama en popüler kitabı bu değil. Roman, aynı
kadını seven iki yakın arkadaşın hikâyesini anlatıyor. Hem hayata bakışları hem
de kişilikleri birbirinden hayli farklı olan Stuart ve Olivier, isimlerinin
yazılı olduğu bölüm başlarında kendi adlarına konuşuyorlar. Araya önce
Stuart’la evli olan ancak daha sonra Olivier’ın gözü açıklığı sayesinde bir
anda tavladığı Gillian da giriyor. Başka birkaç karakter daha var bu şekilde
araya girip konuşan. Olayları herkes kendi bakış açısıyla anlatıyor ve kitabın
başında epigraf olarak kullanılan “Bir görgü tanığı gibi yalan söylüyor”
Rus atasözüne uygun biçimde göreceli bir bakış açısına göre ilerliyor kurgu.
Barnes, sıkça ironi ve mizaha başvuruyor. Zaten çok geveze bir roman bu.
Karakterler durmadan konuşuyor. Arkadaşlık, aşk, evlilik ve modern toplum
üzerine gevezelik ediyorlar. Stuart kitabın sonlarına doğru “aşk -ya da
insanların aşk dedikleri şey- insanların yattıktan sonra size Canım demelerini
sağlayan bir sistemden başka bir şey değildir (s. 216) diyor ve bence
kitap, bu düşünce üzerinden ilerliyor. Sonunda Stuart haklı çıkacak diye
bekliyordum açıkçası ama onu aldatan en yakın arkadaşı ve karısı, intikam alma
çabalarını haksız çıkarak biçimde ortadan kayboldu. Olan bizim Stuart’a oldu
yine. Seni Sevmiyorum, hacimli bir roman (261 sayfa) ve sağ olsun
Ayrıntı Yayınları’nın göz bozduran minik yazıları sayesinde biraz zor okunuyor.
Farklı bir tarzı var Barnes’ın, takibe almaya değer.
4. Peter Stamm, Yedi Yıl: Benzer içerikli kitapları okumayı
sevdiğim için Seni Sevmiyorum’un hemen ardından yine merak ettiğim bir
yazar olan Peter Stamm’in iki kadına âşık olan bir erkeğin hikâyesini anlattığı
Yedi Yıl romanını okudum. Tabii konu benzer olsa da tarzları bir hayli
farklı iki yazarın. Stamm, Barnes gibi ihtişamlı ve abartılı bir dille
yazmıyor. Aksine minimal bir anlatısı var. Çünkü adam İsviçreli. Alexander’ın
kendisi gibi varlıklı bir ailede yetişmiş, iyi eğitim almış ve geleceğini
“planlamış” Sonja ile belki de hiç ortak noktaları olmayan, varlığıyla bile
dikkat çekmeyen, bağnaz görüşlere sahip Polonyalı Katolik Iwona arasında
kalması üzerine kurulu roman. Olay örgüsünün başında evli ve mutlu Alex’le
Sonja’nın yanındayız ve geri dönüşlerle birlikte ilişkilerinin nasıl bir
gelişim seyrettiğini izliyoruz. Tabii araya Iwona giriyor ve Alex, hayattan ne
istediğini sorguluyor sıkça. Yine bir modern hayat eleştiri söz konusu burada.
Alex ve Sonja mimar oldukları için evliliğin nasıl mimari bir proje gibi inşaa
edildiğini görüyoruz. En çok da toplu konut projeleriyle tanınan ve bu konudaki
çalışmalarıyla alanında çığır açan Fransız mimar Le Corbusier’den söz ediyor
yazar. Okurken karakterlere biraz gıcık oldum açıkçası, “ne bekliyorsunuz
hayattan bir karar verin artık” diyesim geldi. Özellikle Iwona ilginç bir
karakterdi. Kitaba dair genel yorumum, son yılların “aslında pek bir şey
anlatmıyormuş gibi görünüp insan ruhuna dair çok şey söyleyen romanlarından” biri
olması. Ama bunun yanında Animal
Triste’yi okurken düşündüğüm gibi gereğinden fazla övülmüş.
5. Behçet Çelik, Diken Ucu: Behçet Çelik okumalarına 2011
Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Diken Ucu’yla devam ettim. Çelik’in
öykü dünyasına aşinayım artık ama diğerlerinden farklı olarak belli bir olay
örgüsünü değil, her bölümün başında verilen cümlelerde geçen izlekleri merkeze alan
öyküler vardı bu kitapta. Örneğin ilk kısımda geçen “huzurlu tablolarda
huzursuz ayrıntılar” cümlesine uygun olarak öykülerde huzuru bozan
ayrıntılar öykü atmosferini oluşturuyor. İlk öykü “Dolabın Kapağı’nda” “şu
kırık dolabı yaptırıverelim” gibi bir basitlikle söylenen “boşanalım”
cümlesi evdeki alışılmış huzuru bozan “ayrıntı” oluveriyor. Hayatın gizinin
küçük ayrıntılarda olduğunu hatırlatırcasına hayatımızın birden tepetaklak
oluvereceğini, yolunda giden şeylerin bir anda tersine dönebileceğini gösteriyor.
Öykü kişileri de pek değişmiyor Çelik’in. Bulunduğu mekâna sığamayanlar, gitse
de geri gelenler, çemberin dışında kalmayı yeğleyen yalnızlar ve yabancılar ön
planda. Daha çok da susku anlarından beslenen ve hayatın kıyısında köşesinde
kalmayı tercih etmiş erkeklerin öyküsünü yazıyor Çelik. “Kaldığımız Yer”, “Sallana Sallana” ve “Dua”
gibi öyküler ise daha toplumsal içerikli. Bunlar, kısa süre önce okuduğum ve
bir sonraki paylaşımda söz edeceğim Yolun Gölgesi kitabındaki öyküleri
andırıyor. Özellikle savaşı bitirmesi için Tanrı’ya yalvaran küçük bir kız
çocuğunun gözünden yazılan “Dua”, kısa ve etkileyici bir öyküydü.
6. Mehmet Fatih Özbey, Buraya Bakarlar: Arka kapaktaki yazar biyografisinde “1986’da
Ankara’da doğdu. Öyküler yazdı. Derken ilk kitap” yazmasından anlaşıldığı gibi
bir ilk kitapla karşı karşıyayız. Gerçi yazar, edebiyat içerikli internet
sitelerinin henüz ortalarda olmadığı geçmiş yıllarda bu alandaki boşluğu
dolduran ubormetenga.org’dan hatırladığım bir isimdi. Henüz ismi duyulmayan
birçok yazar, öykülerini burada yayımlamıştı. Ahmet Büke, Sine Ergün, Özgür
Göreçki, Kahraman Çayırlı, Ozan Çınar ve Ruhşen Doğan Nar, ilk hatırladıklarım
(hafızam beni yanıltmıyorsa tabii 😊 (Bu arada site aktif olmasa da görülebiliyordu. Bir bakayım dedim ve en
üstte kendi yazımı gördüm. Benim de yazı yazmaya yeni başladığım yıllardı.) Neyse
aradan on yılı aşkın bir süre geçmiş ve Özbey, Koç Üniversitesi Yayınları’nın
“Tuhaf Etki” serisinden çıkarmış ilk kitabını. Kitaptaki on iki öyküde de tuhaf
etkiler söz konusu. Tam olarak fantastik denemez ama öykülerde gerçeküstü
unsurlara yer verilerek absürd durumlar yaratılmış ve bunlar hikâyenin
merkezini oluşturmuş. Kahve masasına musallat olan ruhlar, buzdolabına konan
ceset, kendisini fıstık ezmesi sanan insanlar vb. Rüyalar, hayaletler ve
mucizeler de cabası. Yüzünüzü güldüren, keyifle okunan kısacık öyküler var
kitapta. Ankara göndermesiyle “Buraya Bakarlar”ı, beklenmedik sonuyla
“Boşlukları Doldurunuz”u ama en çok da tonunda mizahıyla ve yaratıcı kurgusuyla
“Uç Aysyont Uçu” sevdim.
7. Gonca Özmen, Bile İsteye: Daha önce Kuytumda ve Belki
Sessiz kitaplarını okuduğum Özmen’in şiirini seviyorum. Taş, su, kuyu,
boşluk, ev gibi ortak izlekler üzerinden ilerleyen ve birbirini bütünleyen bir
şiir yazıyor. Bu dünyanın ağırlığıyla baş etmeye çalışırken acı çeken bir şiir
öznesi var genelde şiirlerinde. Bu sebeple duygusal tonu fazla şiirlerinin.
Üçüncü kitabında annelik deneyimlerinden ve evlilikten de söz ettiği için kendi
kişisel tecrübelerini daha çok katmış şiirine. Bunu özellikle “Boş Anma”
şiirinde görebiliriz. Temmuz ayında 2000’ler şiiri çalışırken Yasak Meyve’nin
Gonca Özmen için hazırladığı dosyayı da okumuştum. Bu sebeple şairi daha
yakından tanıdım ve Bile İsteye’yi okurken onun hayata, anneliğe ve
şiire dair söyledikleri tazeydi zihnimde. Belki de bu sebeple bu şiirleri daha
çok içselleştirebildim. Ama bu bilgiler olmasa da şiirini olgunlaştırdığını
söyleyebilirim Özmen’in. “Göle Yas” şiirinden kısa bir alıntıyla bitireyim:
Karaysam şimdi kapkara kederden
Kurum tutmuş
Tükenmeye durmuşsam
Bitkin düşmüşsem beklemekten
El ver el ver el ver (s. 62).