6 Ekim 2019 Pazar

Benim Kitaplarım

Okuma Notları 
(Ağustos-Eylül) 


Önce yaz okulu sınavları, ardından kongre hazırlıkları derken bu iki ayda az okuyabildim. Okuma notlarını yazmaya başlayalı beri nedense sürekli açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Halbuki hayat meşgaleleri engel oluyor ve her zaman istediğimiz gibi verimli okuyamıyoruz. Bu da başka bir açıklama işte. Neyse bakalım neler var bu sefer listede:



1. Nezihe Meriç, Toplu Öyküleri 1: Gazoz Ağacı’ndan bahsederken söylemiştim, öykü klasiklerimizden okumadığım kitaplar var hâlâ. Bu sebeple Nezihe Meriç’in Bozbulanık, Topal Koşma ve Menekşeli Bilinç isimli üç kitabını bir araya getiren toplu öykülerinin ilk cildini okumaya karar verdim. Bozbulanık, Meriç’in keskin gözlem gücüyle taşrada ve büyük kentlerde yaşayan kadınların birey olma, toplumla ve ataerkil düzenle baş etme süreçlerini aktardığı öykülerden oluşuyor. Öykülerde bilinç akışı ve iç monolog tekniği sıkça kullanıldığı için bireyin zihinsel tecrübeleri okura doğrudan iletiliyor. Belli bir dönemin (özellikle 1950 ve 1960’lar) toplumsal dertleri oldukça sahici bir bakış açısıyla ele alınıyor. Bozbulanık kısmındaki aynı isimli öyküde bilinç akışı çok başarılı bir biçimde uygulanmış. (Ek: Derslerde bu tekniği anlatmak için seçilebilecek iyi bir örnek). “Umudu, Fakirin Ekmeği” ise Füruzan öyküleri tadında, yoksulluk izleği üzerinden ilerliyor. Topal Koşma, birbirine bağlı on bir metinden oluşuyor. Menekşeli Bilinç’te ise adından anlaşılabileceği gibi biraz daha imgesel metinler var. Okurken biraz zorlandım açıkçası. Meriç okumaya devam edeceğim. Özellikle bugün kadın yazını alanında eser veren herkesin onu ders çalışır gibi okumasını tavsiye ederim naçizane. Dili de oldukça kendine özgü. Mutfağı “mutbak” diye yazması ilginç geldi bana mesela.


2. Cahit Irgat, Irgatın Türküsü: İstanbul Üniversitesi’nde katılacağım kongre için Cahit Irgat şiirini çalıştım. Tezimde de kendisinden kısaca bahsettiğim için bildiğim bir şairdi ama bütün şiirlerini tekrar okudum. II. Dünya Savaşı’nın yarattığı ortamda şiir yazan Irgat; savaş, yoksulluk, umut, korku ve hürriyet gibi temalar üzerinde duruyor daha çok. Şehir imgesini de sıkça kullanıyor ki “Şehrin Dili” temalı kongrede yaptığım konuşmada şehir kavramı üzerinde durmaya çalıştım. Irgat, çok bilinen bir şair değil. Aynı zamanda aktör de olan Irgat, Mina Urgan’ın ilk eşi ve şair Mustafa Irgat’ın babası olarak biliniyor daha çok. Zaten kendisi de asıl mesleğinin aktörlük olduğunu söylemiş hep. Buna rağmen şiir üzerine düşünmüş, kendi şiirini geliştirmeye çalışmış. Özellikle 1940-1960 yılları arasındaki dönemde sosyalist dünya görüşünü savunan şairler arasında özel bir yeri var. Her şiirinde aynı başarıyı yakaladığını söylemek zor, farklı etkilere açık bir şiiri var; fakat Şükran Kurdakul’un da dediği gibi şiirimize “Cahit Irgat içtenliği” getirmiş. En bilinen şiirlerinden birini paylaşıyorum:

Kalbimizin ortasında güvercin
Güvercinin kursağında bir kurşun
Kefenimiz arşın arşın
Parasıyla peşin peşin


3. Julian Barnes, Seni Sevmiyorum: Temmuz ayında genelde öykü okuduğum için keyifli bir roman okuyayım istedim. Kitaplığa şöyle bir göz atarken bunu seçtim. Barnes, ismini sıkça duyduğum ve merak ettiğim bir yazardı. Seni Sevmiyorum’u bir öğrencim önerdiği için almıştım ama en popüler kitabı bu değil. Roman, aynı kadını seven iki yakın arkadaşın hikâyesini anlatıyor. Hem hayata bakışları hem de kişilikleri birbirinden hayli farklı olan Stuart ve Olivier, isimlerinin yazılı olduğu bölüm başlarında kendi adlarına konuşuyorlar. Araya önce Stuart’la evli olan ancak daha sonra Olivier’ın gözü açıklığı sayesinde bir anda tavladığı Gillian da giriyor. Başka birkaç karakter daha var bu şekilde araya girip konuşan. Olayları herkes kendi bakış açısıyla anlatıyor ve kitabın başında epigraf olarak kullanılan “Bir görgü tanığı gibi yalan söylüyor” Rus atasözüne uygun biçimde göreceli bir bakış açısına göre ilerliyor kurgu. Barnes, sıkça ironi ve mizaha başvuruyor. Zaten çok geveze bir roman bu. Karakterler durmadan konuşuyor. Arkadaşlık, aşk, evlilik ve modern toplum üzerine gevezelik ediyorlar. Stuart kitabın sonlarına doğru “aşk -ya da insanların aşk dedikleri şey- insanların yattıktan sonra size Canım demelerini sağlayan bir sistemden başka bir şey değildir (s. 216) diyor ve bence kitap, bu düşünce üzerinden ilerliyor. Sonunda Stuart haklı çıkacak diye bekliyordum açıkçası ama onu aldatan en yakın arkadaşı ve karısı, intikam alma çabalarını haksız çıkarak biçimde ortadan kayboldu. Olan bizim Stuart’a oldu yine. Seni Sevmiyorum, hacimli bir roman (261 sayfa) ve sağ olsun Ayrıntı Yayınları’nın göz bozduran minik yazıları sayesinde biraz zor okunuyor. Farklı bir tarzı var Barnes’ın, takibe almaya değer. 


4.  Peter Stamm, Yedi Yıl: Benzer içerikli kitapları okumayı sevdiğim için Seni Sevmiyorum’un hemen ardından yine merak ettiğim bir yazar olan Peter Stamm’in iki kadına âşık olan bir erkeğin hikâyesini anlattığı Yedi Yıl romanını okudum. Tabii konu benzer olsa da tarzları bir hayli farklı iki yazarın. Stamm, Barnes gibi ihtişamlı ve abartılı bir dille yazmıyor. Aksine minimal bir anlatısı var. Çünkü adam İsviçreli. Alexander’ın kendisi gibi varlıklı bir ailede yetişmiş, iyi eğitim almış ve geleceğini “planlamış” Sonja ile belki de hiç ortak noktaları olmayan, varlığıyla bile dikkat çekmeyen, bağnaz görüşlere sahip Polonyalı Katolik Iwona arasında kalması üzerine kurulu roman. Olay örgüsünün başında evli ve mutlu Alex’le Sonja’nın yanındayız ve geri dönüşlerle birlikte ilişkilerinin nasıl bir gelişim seyrettiğini izliyoruz. Tabii araya Iwona giriyor ve Alex, hayattan ne istediğini sorguluyor sıkça. Yine bir modern hayat eleştiri söz konusu burada. Alex ve Sonja mimar oldukları için evliliğin nasıl mimari bir proje gibi inşaa edildiğini görüyoruz. En çok da toplu konut projeleriyle tanınan ve bu konudaki çalışmalarıyla alanında çığır açan Fransız mimar Le Corbusier’den söz ediyor yazar. Okurken karakterlere biraz gıcık oldum açıkçası, “ne bekliyorsunuz hayattan bir karar verin artık” diyesim geldi. Özellikle Iwona ilginç bir karakterdi. Kitaba dair genel yorumum, son yılların “aslında pek bir şey anlatmıyormuş gibi görünüp insan ruhuna dair çok şey söyleyen romanlarından” biri olması.  Ama bunun yanında Animal Triste’yi okurken düşündüğüm gibi gereğinden fazla övülmüş. 

5. Behçet Çelik, Diken Ucu: Behçet Çelik okumalarına 2011 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Diken Ucu’yla devam ettim. Çelik’in öykü dünyasına aşinayım artık ama diğerlerinden farklı olarak belli bir olay örgüsünü değil, her bölümün başında verilen cümlelerde geçen izlekleri merkeze alan öyküler vardı bu kitapta. Örneğin ilk kısımda geçen “huzurlu tablolarda huzursuz ayrıntılar” cümlesine uygun olarak öykülerde huzuru bozan ayrıntılar öykü atmosferini oluşturuyor. İlk öykü “Dolabın Kapağı’nda” “şu kırık dolabı yaptırıverelim” gibi bir basitlikle söylenen “boşanalım” cümlesi evdeki alışılmış huzuru bozan “ayrıntı” oluveriyor. Hayatın gizinin küçük ayrıntılarda olduğunu hatırlatırcasına hayatımızın birden tepetaklak oluvereceğini, yolunda giden şeylerin bir anda tersine dönebileceğini gösteriyor. Öykü kişileri de pek değişmiyor Çelik’in. Bulunduğu mekâna sığamayanlar, gitse de geri gelenler, çemberin dışında kalmayı yeğleyen yalnızlar ve yabancılar ön planda. Daha çok da susku anlarından beslenen ve hayatın kıyısında köşesinde kalmayı tercih etmiş erkeklerin öyküsünü yazıyor Çelik.  “Kaldığımız Yer”, “Sallana Sallana” ve “Dua” gibi öyküler ise daha toplumsal içerikli. Bunlar, kısa süre önce okuduğum ve bir sonraki paylaşımda söz edeceğim Yolun Gölgesi kitabındaki öyküleri andırıyor. Özellikle savaşı bitirmesi için Tanrı’ya yalvaran küçük bir kız çocuğunun gözünden yazılan “Dua”, kısa ve etkileyici bir öyküydü.




6. Mehmet Fatih Özbey, Buraya Bakarlar: Arka kapaktaki yazar biyografisinde “1986’da Ankara’da doğdu. Öyküler yazdı. Derken ilk kitap” yazmasından anlaşıldığı gibi bir ilk kitapla karşı karşıyayız. Gerçi yazar, edebiyat içerikli internet sitelerinin henüz ortalarda olmadığı geçmiş yıllarda bu alandaki boşluğu dolduran ubormetenga.org’dan hatırladığım bir isimdi. Henüz ismi duyulmayan birçok yazar, öykülerini burada yayımlamıştı. Ahmet Büke, Sine Ergün, Özgür Göreçki, Kahraman Çayırlı, Ozan Çınar ve Ruhşen Doğan Nar, ilk hatırladıklarım (hafızam beni yanıltmıyorsa tabii 😊 (Bu arada site aktif olmasa da görülebiliyordu. Bir bakayım dedim ve en üstte kendi yazımı gördüm. Benim de yazı yazmaya yeni başladığım yıllardı.) Neyse aradan on yılı aşkın bir süre geçmiş ve Özbey, Koç Üniversitesi Yayınları’nın “Tuhaf Etki” serisinden çıkarmış ilk kitabını. Kitaptaki on iki öyküde de tuhaf etkiler söz konusu. Tam olarak fantastik denemez ama öykülerde gerçeküstü unsurlara yer verilerek absürd durumlar yaratılmış ve bunlar hikâyenin merkezini oluşturmuş. Kahve masasına musallat olan ruhlar, buzdolabına konan ceset, kendisini fıstık ezmesi sanan insanlar vb. Rüyalar, hayaletler ve mucizeler de cabası. Yüzünüzü güldüren, keyifle okunan kısacık öyküler var kitapta. Ankara göndermesiyle “Buraya Bakarlar”ı, beklenmedik sonuyla “Boşlukları Doldurunuz”u ama en çok da tonunda mizahıyla ve yaratıcı kurgusuyla “Uç Aysyont Uçu” sevdim. 


7. Gonca Özmen, Bile İsteye: Daha önce Kuytumda ve Belki Sessiz kitaplarını okuduğum Özmen’in şiirini seviyorum. Taş, su, kuyu, boşluk, ev gibi ortak izlekler üzerinden ilerleyen ve birbirini bütünleyen bir şiir yazıyor. Bu dünyanın ağırlığıyla baş etmeye çalışırken acı çeken bir şiir öznesi var genelde şiirlerinde. Bu sebeple duygusal tonu fazla şiirlerinin. Üçüncü kitabında annelik deneyimlerinden ve evlilikten de söz ettiği için kendi kişisel tecrübelerini daha çok katmış şiirine. Bunu özellikle “Boş Anma” şiirinde görebiliriz. Temmuz ayında 2000’ler şiiri çalışırken Yasak Meyve’nin Gonca Özmen için hazırladığı dosyayı da okumuştum. Bu sebeple şairi daha yakından tanıdım ve Bile İsteye’yi okurken onun hayata, anneliğe ve şiire dair söyledikleri tazeydi zihnimde. Belki de bu sebeple bu şiirleri daha çok içselleştirebildim. Ama bu bilgiler olmasa da şiirini olgunlaştırdığını söyleyebilirim Özmen’in. “Göle Yas” şiirinden kısa bir alıntıyla bitireyim:


Karaysam şimdi kapkara kederden
Kurum tutmuş
Tükenmeye durmuşsam
Bitkin düşmüşsem beklemekten

El ver el ver el ver (s. 62).



23 Ağustos 2019 Cuma

Benim Kitaplarım

Okuma Notları
(Haziran-Temmuz)

Okuma notlarını yazmak keyifli de olsa beni biraz zorluyor ve araya hep başka şeyler giriyor ama dediğim dedik bir koç burcu insanı olarak yine görev başındayım. Bunun dışında ne okuduğumu soran veya hiç tanımadığım hâlde buraya bakıp fikir edinen insanlar olduğunu bilmek de motive ediyor. Yine son derece gereksiz bu giriş faslından sonra bakalım neler okumuşum:



1 .Monika Maron, Animal Triste: İsimsiz bir kadın anlatıcının geçmişe dönerek sevgilisi Franz’la yaşadıklarını anlatan, zaman, hafıza ve aşk üzerine bir roman. Anlatıcımız geçmişine dair pek bir şey hatırlamadığını söylüyor, hatta yaşını bile tam olarak bilmiyor. Bir şeyleri anımsayıp yaşadıklarıyla yüzleştikçe onu daha iyi tanıyoruz ama sonuna geldiğimizde bile anlattıklarına tam olarak güvenemiyoruz. Bunun başlıca nedeni kitabın hafıza izleği üzerinden ilerlemesi. Okurken bana sıkça Norveçli yazar Skomskvold’un Hızlandıkça Azalıyorum’unu hatırlattı. Orada da buradakine benzer bir kadın anlatıcı vardı. İki kitap arasındaki temel farklardan birisi Alman Maron’un İkinci Dünya Savaşı’nın insanların hayatına olan etkisini romanın arka planında vermesi ki benim de okurken en etkilendiğim kısımlar savaşla ilgili olanlardı. Anlatıcı, savaştan dönen babası için “keşke dönmeseydi” diyordu bir yerde. Belli ki erkeklerin dönmesi hayatı kadınlar için zorlaştırmış. Bunun dışında anlatıcımızın evli olan sevgilisi Franz’a karşı hissettiklerini ve cinsellik yaşama arzusunu içtenlikle aktarması da güzeldi. Kitabın adı da cinsellik temasına vurgu yapıyor zaten. Merak eden araştırıp baksın, her şeyi ben söylemeyeyim 😊 Bu arada Animal Triste, hemen hemen her bookstagramın okuduğu ve bayıldığı bir roman. Sanırım bu kadar övülen kitapları okurken bir önyargı oluşuyor bende artık. Okuduğunuza değecektir ama abartıldığı gibi “başyapıt” değil bence. Sonu şaşırttı biraz ve anlatıcının ters köşe yapmasını sevdim diyebilirim.


2. Gülten Akın, Kırmızı Karanfil: “Deli Kızın Türküsü”, “Yağmur Altındaki Adam”, “Kadınsı”, “Uzun Yağmurlardan Sonra”, “Çağrı”, “Kestim Kara Saçlarımı”, “O Elindekini”, “Kesik”, “Güz Yeli”, “Yaz” ve “Yağmur Yağmur” gibi en bilinen Gülten Akın şiirlerinin yer aldığı, şairin toplu şiirlerinin ilki. Yani onu hiç okumadıysanız başlangıç noktasındasınız. Bence çok fazla söylenecek bir şey yok burada, oturup okumalısınız boğazınızda bir yumru, yüreğinizde ufak bir sızlamayla. Kimi zaman lirik, kimi zaman epik ama hep Gültence dil ve üslupla, “kendi” olabilmiş bir şair kadın o ve şöyle diyor “Kesik” şiirinde:

Şimdi hiçbir şey değiliz doğru mu
Bizim için kimse kimsenin bir şeyi değil
İlgiler gündelik giysiler gibi eski inceliksiz
İsa’dan bu yana giydiği herkesin



3. Didem Gülçin Erdem, Boşluklara Doğru İlerleyelim: Didem Gülçin Erdem, üçüncü kitabını çıkaran, üretken ve ödüllü bir şairmiş. Bunun üstüne bir de akademisyenmiş. Ben ilk kez bu kitabıyla tanıdım kendisini. “Darlık” ve “Sıyrık” adını verdiği iki bölümden oluşan kitabında epigram olarak kullandığı “Bu dünyanın ne olduğun’ bilmedim” (Muharrem Ertaş) cümlesinden hareketle bilinemeyen durumların ve olunamayan hâllerin şiirini yazmış genelde. Şiir öznesi kendini tanımlamakta, bilmekte zorlanıyor; çünkü hep bir şeyler dikte edilmiş ona. Bir “şeyler” olması beklenmiş. Mesela bir yerde diyor ki; “bir şeyin annesi olamam ya da kız kardeşi”. Bir başka şiirde “Ne kadar gitsem kendime varamıyorum” diyor. Özellikle toplumun kadınlara yüklediği görev, sorumluluk ve tanımların dışına çıkarak şairin bir birey olarak kendini var etmesinin ve sesini yükseltmesinin yankıları bence bu şiirler. Bu sebeple bizim gibi coğrafyalarda yetişen -tıpkı Gülten Akın’ı okurken düşündüğüm gibi- kadın şairlerin (daha doğru ifadeyle şair kadınların) sesini ne kadar çok duyurabilirsek o kadar iyi olur. bence. Hem ne diyor Erdem: “anlamak zorunda değiliz bilelim yeter”. En sevdiğim şiirlerini de yazayım: “Hansel Kasidesi” ve “Çiçekli Çuval”.


4. Sevgili Erdal, Erdal Öz’e Mektuplar, I. Cilt: Selim Bektaş’ın hazırladığı bu kitap, Erdal Öz’le şair ve yazar arkadaşlarının mektuplaşmalarını içeriyor. Burada daha önce de belirttiğim gibi mektup okumayı çok seviyorum. Bu kitabı da hem yayıncılık tarihimizle ilgili kimi ayrıntıları aktardığı hem de edebiyatçılar arasındaki samimi ilişkilerden yola çıkarak hayat, dostluk, edebiyat ve başka birçok konu hakkında bilgilendirdiği için sevdim. İlk olarak Yusuf Atılgan ve Edip Cansever’in mektuplarından başladım ki beni tanıyanlar sanırım şaşırmayacaktır buna. Atılgan’ın mektupları çok samimiydi, iki arkadaşın arası zaman içinde bozulsa da birbirlerini gerçekten anladıkları belli oluyordu. Cansever ise yine şiir yazıyor ve sıkça “Sıkıntı”dan bahsediyordu. En çok Cahit Külebi’nin mektuplarını okurken şaşırdım sanırım. Külebi, artık yaşı ilerlemiş ve kendini ispat etmiş bir şair olmasına rağmen kitaplarını yayımlamakta zorluk çekmiş hep. Bu yüzden de belli dönemlerde yayıncısı da olan Erdal Öz’le sık sık kitaplarının yayımlanma sürecindeki beklentileriyle alakalı olarak mektuplaşıyor. Ancak o kadar sık karar değiştiriyor ki yeni bir kitabını Öz’e göndermişken daha iyi bir teklif yapan başka bir yayınevine geçiş yapıveriyor Sıkça özürler diliyor. Erdal Öz, bir yerden sonra güvenmemeye başlıyor artık Külebi’ye ama şairliğine hep hayranlık duyduğunu söylüyor. Mektupların geneline baktığınızda Külebi gibi serzenişte bulunan yazar ve şairlerle karşılaşmak mümkün. Yayıncılık sektöründe pek bir şey değişmemiş yani, kitap yayımlatmak hâlâ oldukça zor. Değişmeyen şeylerden biri de yazarların eleştirmensevmezliği. Özellikle Yaşar Kemal, eleştirmenlerden pek hazzetmediğini belirtiyor bir mektubunda. Bu vesileyle edebiyatçı dedikodularını, çekişmelerini ve küslükleri de öğrenebiliyoruz kitaptan. İkinci cildini merakla bekliyorum.


5. Ben Lerner, Atocha’dan Ayrılış: Ben Lerner, Amerikalı bir şair ve roman yazarı. Üniversiteden sonra burs kazanarak Madrid’e gitmiş ve bir süre orada kalmış. Tıpkı bu romanın kahramanı Adam Gordon gibi. Adam, İspanya İç Savaşı ve şiir arasında bağ kurarak araştırma yaptığını söylüyor aslında ama vaktinin çoğunu kahve, sigara ve ot içerek, uyuyarak, yürüyerek ya da hiçbir şey yapmayarak geçiriyor. Sivri bir zekâsı ve dili var. Girdiği ortamlarda çok fazla konuşmuyor, insanları dinliyor, bazen de rol yapıp yalan söylüyor.  İnsanı sinirlendirirken güldürüyor da. Birçok özelliğiyle antikahraman niteliği taşıyor. Bunların dışında şiirin ve sanatın “ne”liği üzerine düşünüyor, Madrid’in entel ortamlarına giriyor, Isabel ve Teresa’yla gönül ilişkileri yaşıyor. Atocha, Madrid’teki tren istasyonunun ismi. Madrid’ten Barselona’ya geçerken buradan trene binmiştim ben de. İlginç bir mimarisi var ve şehrin turistik mekânlarından biri sayılıyor. Madrid'te bulunduğum için Adam’ın Madrid’le ilgili gözlemlerini okurken keyif aldım. Genel fikrim ise Animal Triste hakkındaki düşüncelerime oldukça benzer. (Belki de bunları okurken pek keyfim yoktu da hiçbir şeyi beğenmedim. Bu da mümkün 😊 Ancak Gordon’ın çakma bir entelektüel havasına bürünüp iç sesiyle bize aktardığı şeyler, samimiyet ve sahtelik arasındaki ince çizgiyi net olarak sergilemesi bakımından takdire şayandı.


6 ve 7. Gamze Arslan, Kanayak; Çerçialan: Son zamanların en çok konuşulan yerli öykü kitaplarından biri olduğu için Kanayak’ı çok merak ediyordum ama her yerde bu kitaptan bahsedildiği için biraz önyargılıydım. “Kız Sen Kilo Mu Aldın?” öyküsünden başladım ve henüz ilk öyküden sağlam kurgularla karşılaşacağım hissine kapıldım. Ancak yazar bize birazcık sert hikâyeler anlattığı için öyle hemen bitiremedim, sindirerek okudum. Arslan bence öyküde ne yapmak istediğini son derece iyi biliyor, sindirilmesi zor konulardan bahsetse de abartıya kaçmıyor, acıyı ve şiddeti aktarırken ölçülü bir dil yaratıyor. Üstelik bazı “genç” yazarlarda görülen kurgu aksaklıkları, dil özensizlikleri, fazlaca “anlatma” hevesi gibi eksi unsurlar Arslan’da yok. Öyküye iyi çalıştığı, kutsal anlatılar, psikanaliz vb. farklı alanlarla ilgili okumalar yaptığı, özgün bir dil yaratmak istediği belli. Kitapla ilgili ayrıntılı bir şeyler yazmak isteğindeyim ama çeşitli sebeplerle bunu yapamadım henüz. Bunlardan biri de herkesin bu kitaptan söz etmesi dediğim gibi. Kitap okunsun, buna bir diyeceğim yok ama; ne kadar çok “görünürse” o kadar fetiş nesnesi oluyor kitaplar. Kitabın kapağını falan değil, içeriğini konuşsak keşke daha çok. Bir de yalnızca “çok sevdim, bayıldım” şeklindeki cümleleri geçip gerçekten neden beğendiğimizi söylesek. 




Neyse bu konu uzar… Gelelim Çerçialan’a. 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü alan bu kitap; dili, temaları ve anlatım biçimiyle Kanayak’ın öncüsü. Ben Kanayak’tan başladığım için tersten okuma yaptım belki ama yazarın kendini nasıl geliştirdiğini daha iyi kavradım böylelikle. Bence çok sağlam öyküler, okuyun. 



8 ve 9. Aslı Serin, bu benim. zip; Dans Etmesek de Olur: Aslı Serin’i okumaya üçüncü kitabı Değil’le başlamıştım. Bence Serin, Değil’le şiirini daha üst noktaya taşımış ama tabii diğer kitaplarını da okuyarak bütün şiir verimine bakmak gerekiyordu. Dans Etmesek de Olur’un arka kapağında “Acaba kimse farkında mı, Türk şiirinde okurla güçlü bağlantıları son yıllarda hep kadınlar kuruyor” şeklinde bir cümle var. Bence bu, Serin’in şiiri için doğru bir ifade. Erdem’in şiirini değerlendirirken de söylemiştim, bu coğrafyada kadının sesi daha gür çıkmalı. Ki bugün de gördük sessiz kalmaların en son ve can acıtıcı örneğini (Emine Bulut cinayeti). Serin, şiirlerinde kadınlık deneyimlerinden bahsediyor sıkça. Kadına yönelik şiddetten, ev içine hapsolan yaşamlardan, suskun annelerden, zorba babalardan. Ve ben onun şiirini okudukça daha iyi hissediyorum kendimi, daha güçlü. Neyse susayım burada; çünkü yakında yazısı geliyor. Süprüz olsun.


10. Utku Özmakas, Şiirimizde Milenyum Kuşağı: Önceki yazılarda da belirttiğim gibi 2000’ler şiiri üzerine daha fazla okuma yapmak istiyorum. Şairlerin yanında bu dönemi ele alan bir inceleme kitabı okumak istedim ve karşıma bu kitap çıktı. Gerçi burada 2000’ler şiiri daha çok belli kişilerin  (heves dergisi şairleri) ekseninde ele alınıyor ama kitabın girişinde bu yılların şiirini genel eğilimler, dergiler, kitaplar ve şairler etrafında değerlendirmiş Özmakas. Felsefe eğitimi alan yazar, şiirleri değerlendirirken felsefi kavramlara da gönderme yapmış. Bu kitabı yazdığında 22 yaşındaymış. Bu sebeple genç yaşında böylesine kapsamlı bir işe kalkıştığı için tebrik etmek lazım kendisini. Üstelik çok da cesur ve sözünü sakınmayan ifadelerle eleştirisini yapmış. Kitabı bilgi yığınına boğmadan, kendi bakışını yansıtabilmiş. Bazı eleştirilerine pek katılmasam ya da kimi zaman çok üstten bir bakışı olduğunu düşünsem de genel olarak tatmin etti beni kitap. Serin yazısını yazarken de işime yaradı oldukça. Bu tarzda birkaç kitap daha okuyacağım. 


11. Behçet Çelik, Gün Ortasında Arzu: Çelik’in henüz birkaç kitabını okudum yalnızca ama en sevdiğim yazarlar arasına girdi kesinlikle. Böyle şeyler sezilir çünkü, bazı kitaplar ve yazarlar sizi çağırır. 2008 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan bu kitap, bir önceki Çelik okumam olan Düğün Birahanesi’ndeki öykülerden çok da farklı değil. Oktay Rifat, Edip Cansever ve Turgut Uyar’dan alınmış dizelerle üç ayrı bölüme ayrılmış gibi duran kitaptaki öykülerde gitmek ve kalmak ikilemi, dostluk, gerçekleşemeyen arzular, beklenmedik karşılaşmalar, sıkıntı (Cansever’deki sıkıntı bu) ve yalnızlık gibi temalar işleniyor. Kentli bir öyküsü var Çelik’in. Ayrıca erkeklik meselesi de önemli bir yer işgal ediyor öykülerinde. Bir günde bitirdim kitabı ve üzüldüm bittiğinde. Öykü kişileriyle dost olmuştum çünkü. Özellikle “Tutmayan Fal” ve “Kuşluk Vaktinin Karanlığı”, beni sık sık kendilerine döndürecek öykülerden. Sırada Diken Ucu var neyse ki. 


12. Sabahattin Kudret Aksal, Gazoz Ağacı: Gazoz Ağacı’nı okuyunca henüz okumadığım ne çok klasiğimiz olduğunu fark ettim. Hep aklımda olan kitaplardandı ama sevdiğim bir arkadaşımla konuşurken hemen okuma ihtiyacı hissettim ve iyi ki de öyle yapmışım diyorum. Aksal’ı şiirleriyle tanımıştım önce. Özellikle 1940’larda yazdığı şiirlerde “küçük insan”ı konu ediniyordu. Öykülerinde de genellikle İstanbul’da yaşayan, bu şehrin kahvelerini, sokaklarını, mahallelerini dolduran “küçük insan”ın yaşamından kesitler sunuyor. Birçok öyküde sokaklarda gezen avare bir anlatıcı var ve okuyucuya seslenerek onunla konuşuyor, öykünün içinde yazıyor öyküyü. Yani bir bakıma modernist denemeler yapmış Aksal. Kurgu içinde öykü sanatına dair düşünmüş. Dupduru bir Türkçesi var. Naif bir dille yazmış öykülerini, insancıl bir yerden bakmış karakterlerine. Hayatı olduğu kadar ölümü de doğal karşılayan ama istedikleri gibi bir hayata pek de ulaşamayan öykü karakterleri yaratmış. Kesinlikle okunması gereken bir kitap. Benim gibi geç kalmayın. 

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Benim Kitaplarım

Okuma Notları 
(Nisan-Mayıs) 


1. Roy Jacobsen, Görülmeyenler: Nisan ayına yine bir Norveçli yazarla başladım ama bu sefer farklı bir okuma deneyimi oldu. Öncelikle burada Norveç’in alt kesiminden gelen bir ailenin zorlu doğa koşullarına uyum mücadelesi konu ediliyor. Diğer önemli bir fark da varoluşu ve hayatın anlamını sorgulayan diğer modern Norveçlilerin aksine Jacobsen, çok dingin bir atmosferde doğada hayatta kalmanın zorluğunu anlatıyor. Mekân yalnızca beş kişilik bir ailenin yaşadığı Barroy adası. Ailenin hayatından ve günlük yaşamından kesitlerin sunulduğu roman, ada coğrafyasında yaşamanın nasıl bir deneyim olduğunu da gözler önüne seriyor. Jacobsen, ada kavramının çağrıştırdıklarıyla ilgili aforizmavari cümleler kuruyor birçok yerde. Örnekse: “Kimse bir adayı terk edemez; ada fındık kabuğunda bir evrendir, orada yıldızlar karların altındaki çimlerde uyur” (s. 18). Barroy’da her şey doğa şartlarına uydurulmak zorunda. Rüzgârın estiği yöne göre yattıkları odaları bile değiştiriyorlar örneğin. Zaman kendi içinde bir döngüselliğe sahip, mevsimler geçiyor ama yaşananlar hep aynı sıradanlıkta sanki. Yalnızca ölüm, diğer tüm gerçeklere göre farklı bir algı yaratabiliyor ada yaşamında. Bu dingin havası sebebiyle hız çağında her şeyi kolayca tüketmek isteyen sabırsız okurların çok zevk alacağı bir okuma deneyimi vaat etmiyor roman. Ben de okurken zaman zaman bunalsam da Norveçlileri seviyorum, elimde değil. Bunun dışında morina balığı nasıl temizlenir, kuştüyü nasıl toplanır, ağ nasıl yapılır gibi hayat bilgisi derslerini edinmek de mümkün kitaptan. Bir de beni etkileyen bir sahne vardı. Ailenin babası Hans’ın adada ihtiyaç duyulmayacak canlılardan biri olan atı vurduğu sahne vurucuydu. 

Kitapta dikkatimi çeken detaylardan biri Norveç gibi bir ülkede bile olsa kırsalda yaşayanlar arasında kadına bakışın diğer toplumlardan çok da farklı olmaması. Örneğin ailenin kadınları, erkekler kadar fiziksel güç isteyen işleri yapsalar dahi pek saygı görmüyorlar. Bunun dışında Hans, neden bir kız çocuğuna sahip olduğunu düşünüyor. Erkek evlat özlemi duyuyor.

Görülmeyenler’de hikâye, 1913’ten 1928’e dek uzanıyor. Hikâyenin devamı ise 1940’lı yıllarda geçen Beyaz Deniz romanında. Bakalım onu ne zaman okuyacağım.


2. Ergin Günçe, Türkiye Kadar Bir Çiçek: Daha önceki bir yazımda Günçe’nin kitaplarına girmemiş şiirlerinden oluşan Benim Aklım Bir Delidir Sana Armağanım’ı okuduğumu söylemiştim. Bu sefer sırada Günçe’nin toplu şiirlerini bir araya getiren Türkiye Kadar Bir Çiçek vardı. Günçe’nin şiiri, Garip’in konuşma dili ve anlatım teknikleriyle II. Yeni’nin imge kullanımı ve dilsel sapmalarının bileşeni ama yine de oldukça özgün bir şiirle karşı karşıyayız. Özellikle şairin dilinin yerel deyişlerle ve özgün imgelerle dikkat çektiği söylenebilir. Şiirlerde çoğunlukla çocukluk, ölüm ve politik meseleler karşısındaki duyarlık konuları işlenmiş. Anne ve baba arketipleri de önemli bir yer işgal ediyor. Çocukluk anılarından beslenerek yazılan şiirlerde masal motiflerine de yer verilmiş. Bu şiirler genele vurulduğunda hem oldukça politik hem de lirik. Üstelik Günçe’nin 1960’larda yazdığı pek çok politik sorun da güncelliğini koruyor. Kendini çok kolay açmadığından çaba isteyen bu şiirlerle tanışmanızı tavsiye ederim. Günçe şiirini yansıtan iyi örneklerden olan “Çocuklar İçin Faşizm”den bir dörtlük alacağım:

Onlar niçin böyle çirkin olurlar
Bir tek güzel faşist yaşamamıştır
Anlamlı sorulardır bunlar çocuklar size
Okullar bu dersi öğretmiyorlar (s. 144)


3. Demir Özlü, Güvercinler ve Matmazeller: Düş Öyküleri: 50 Kuşağı öykücülerini pek tanımıyorum. O yüzden Nisan’da hem Demir Özlü’yü hem de Orhan Duru’yu okudum. Özlü’nün bu kitabında yazarın 1950’lerde yayımladığı ilk öyküleriyle son yıllarda dergilerde çıkan bazı öyküleri bir araya getirilmiş. Özlü okumaya başlamak için doğru bir kitap mı emin olamadım; çünkü benzer izlekler etrafında kurgulanan öykülerden oluşsa da bir derleme kitap bu. Aslında kurgu dedim ama bazı öykülerde deneme ve anı havası da var. Öyküler; yazarın hayatının belli dönemlerinde yaşadığı Stockholm, Paris ve Berlin gibi Avrupa şehirleriyle; çocukluğunun geçtiği İstanbul ve İzmir’in  semtlerini mekân ediniyor. Kimi yaşanmışlıkların ve geri dönüp bakıldığında hatırlananların izlenimci bir dikkatle aktarıldığı öykülerde yazarın kendi hayatından izler bulmak da mümkün. O yüzden bunlarda mekân ve ona ait dikkatler öne çıkıyor. “İnternet”, “Aldatıcı”, “Güniz”, “Tysta Gatan”, “Aşkın Metafiziği” ve “Gezinti Yeri” en beğendiğim öyküler oldu. Öykülerin genelinde karamsarlık, huzursuzluk, sıkıntı ya da yazarın deyişiyle “boğunç” hisleri hâkim. Hayat karşısında “korku ve titreme” yaşayan kişiler var çoğunlukla. Kitapta beni rahatsız eden şeylerse kimi cümlelerdeki hatalarla yazım yanlışlarıydı. 


4. Orhan Duru, Bırakılmış Biri: YKY, Orhan Duru’nun 1959 tarihli ilk kitabını yeniden yayımladı. Yazar, daha sonra farklı türlerde eserler kaleme alsa da Bırakılmış Biri, en beğenilen kitabı oluyor. Üstelik Duru, kitap çıktığında 26 yaşındaymış. Kitaba başlar başlamaz çok farklı bir dille karşılaşacağınız anlaşılıyor. Türkçedeki sözdizimi sırasını değiştiren Duru, yüklemi başa alıyor birçok yerde. Öykülerde “İşte bu adam gidiyordu kendini öldürmeye” (s. 21) tarzında cümleler bulmak mümkün. Başta bir hayli yadırgamıştım bu dili ama okudukça alışılıyor tabii. Duru’nun öykü evrenine girmek çok kolay değil. Öyküler; gerçeküstücü unsurlar, metaforlar ve simgeler üzerinden ilerleyen bir olay örgüsüne sahip genelde. Kafka ve varoluşçuluk felsefesinin izdüşümleri de görülüyor. Özellikle “Karabasan” ve benim çok sevdiğim “Küçük Sinekler”, tam Kafkaesk bir anlatıma sahip. Kitaba önsöz yazan Murat Yalçın, Orhan Duru’nun öykücülüğüyle ilgili güzel tespitlerde bulunmuş. Bu yazı okunduktan sonra yazarın yapmak istediği daha iyi anlaşılacaktır sanırım. Yalçın burada, Duru’nun 50 Kuşağı içindeki yerini ve kimlerden etkilendiğini de belirtiyor. 



5-8: Onur Çalı, Kaplumbağa Makamı, Huma Kuşları, Geçen Sene Doğanlar ve Eksik Yıl: Yayına hazırladığı Parşömen Sanal Fanzin’i ve “Dünlükler”i ilgiyle okuduğum Onur Çalı’nın dördüncü öykü kitabı Kaplumbağa Makamı, Nisan ayında çıktı. Hazır bu kitabı okumuşken öncekileri de okuyayım dedim ve Mayıs’ın ilk haftasını bu kitaplara ayırdım. Onur Çalı, ilk kitabından bu yana kısa kısa öykü türünde yazıyor. 2012 tarihli Eksik Yıl’ı en son okuduğum için yazarın kendi tarzını bulmada gittikçe ustalaştığını söyleyebilirim. Eksik Yıl, duyuş ve düşünüş anlamında Çalı’nın diğer eserlerinden çok farklı olmasa da teknik anlamda farklı. Eksik Yıl’da daha çok anlatmayı seçen yazar, giderek daha rafine bir öykü tarzına ulaşmış ve fazlalıklardan arındırmış öykülerini. Bunun en iyi örneklerini Kaplumbağa Makamı’nda görüyoruz zaten. Dört kitaba baktığımızda kişi, mekân, gönderme yapılan eser, yazar veya olaylar arasında kimi ortak noktalar buluyoruz. Örneğin henüz Gezi olayları yaşanmamışken belki de güçlü bir öngörüyle yazılmış olan Eksik Yıl’daki “Ağaçları Kurtarma Komitesi”, Geçen Sene Doğanlar’daki “Ağaç Baharı”nı hazırlamış gibi. Gezi’yle ilgili yazılan kurmacalara karşı önyargılıyım genelde ama bu öyküyü sevdim. Yakın tarihteki önemli bir olay kurmaca malzemesi yapılacaksa böyle yapılmalı.



Çalı’nın öykülerinde sevdiğim özelliklerden biri ironiyi kullanış biçimi. Özellikle yazı eylemi ve edebiyat üzerine düşünürken yazdıklarında bu ironik bakış var. Geçen Sene Doğanlar kitabında yer alan “Kalın Bir Rüya” öyküsü “Değerlendirmelerinde, yazılarında “küçük dünyalar”, “küçük insanlar”, “gündelik hayatın ayrıntıları” gibi ifadeler kullanmaktan bıkmayanlara ithaf olunur” (s. 45) cümleleriyle açılıyor. Bu sebeple Onur Çalı öykülerini değerlendirirken kullanılacak ifadelere dikkat etmekte fayda var gibi 😊 Bu kitapta okurken yüzümü güldüren bir başka öykü, benim de yaşadığım Eryaman semtinde geçen “DBGK (Eve Dönerken 2)" öyküsü. Kitaplarda Eryaman’a dair bir şeyler okuyunca mutlu oluyorum nedense. Huma Kuşları’nın, hatta bence Çalı’nın en iyi öykülerinden biri ise “İsa’ya Göre İsa”. Anlatım tarzı ve çeşitli göndermeleriyle çok hoş bir metin. İsa, Çalı’nın başka öykülerinde de öykü karakteri olarak çıkıyor karşımıza. Yazarın dinler tarihi ve mitolojiye olan ilgisi onu bu tarz öyküler yazmaya itmiş. 

Onur Çalı’yla Kaplumbağa Makamı’na dair söyleşimizi oggito’da okuyabilirsiniz:https://oggito.com/icerikler/onur-cali-baslangicta-soz-vardi-hep-olacak/63980



9. Laura Esquivel, Lupita Ütü Yapmayı Seviyordu: Meşhur Acı Çikolata romanını keyifle okuduğum ve bu dönem derste de okuttuğum Laura Esquivel’in bu romanı Acı Çikolata ayarında değil kesinlikle. Olay örgüsünün kuruluşu ve büyülü gerçekçi anlatım biçiminin uygulanışı açısından iki roman arasında bir hayli benzerlik var ama bu kitap bana biraz daha bestseller tarzı geldi. Acı Çikolata da kolay okunan ve iyi vakit geçirmenizi sağlayan bir kitaptır ama burada teknik anlamda bazı acemilikler var gibiydi. Bir de kitabı Marquez’i de çeviren İnci Kut çevirmesine rağmen çevirisi hoşuma gitmedi. Kitapta kadın polis Lupita’nın belediye başkanının öldürülmesine tanık olmasıyla başlayan olaylar zinciri anlatılıyor. Lupita’nın yaşadıkları ekseninde Meksika devletinde gerçekleşen her türlü illegal olay, özellikle de uyuşturucu kartellerinin devlet karşısındaki gücü eleştirilmiş. Meksika’nın bizim ülkemizden çok da farklı olmayan devlet geleneğine ait çeşitli unsurlar yansıtılmış. Bazı yerlerde de Aztek kültürünün değerlerine ve inanışlarına dair tarihi bilgiler veriliyor. Meksika kültürüne özel bir ilginiz varsa okuyun derim lakin çok da gerek yok gibi 😊 Lupita da matrak bir karakter ama bir Tita değil doğrusu. Ha bu arada Meksika, sana geleceğim umarım bir gün. 


10. Selim İleri, Dostlukların Son Günü: İlk Selim İleri okuma deneyimim geçen seneden bu yana devam ediyor. 1976 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan bu kitaptan birkaç öykü okumuş ve bir kenara bırakmıştım. Mayıs ayında tamamladım nihayet. İleri’nin öykülerinde biz modern zaman insanlarına uzak gelebilecek bir mekâna bağlılık, geçmişe özlem ve nostalji duygusu var. İstanbul’un muhtelif semtlerinde ve adalardaki konaklarda, artık olmayan bir yaşam tarzının resmi çekiliyor. Genellikle üst sınıftan gelen öykü kişileri arasında bu yaşamı deneyimleyen erkek çocuk karakterler ön planda. Birçok öyküde yer verilen Kemal karakteri bunlardan biri. Gerçi bu Kemal’in her öyküde aynı kişi olduğu söylenemez. Muhtemelen yazarın kendi çocukluk günlerinden beslenerek yazdığı bir karakter Kemal. Benim bu kitapta en sevdiğim öykü “Gelinlik Kız”. Erkek karakterimizin gittiği konaklarda ve köşklerde karşılaştığı alt veya orta sınıftan, biraz kırılgan biraz da kadersiz kızlardan biri olan İncilâ’nın hikâyesi anlatılıyor burada. Bu öyküyü yüksek lisanstayken okumuş ve incelemiştik. Hatta o sıralarda öykü yazmaya heveslenen ben, “İncilâ’nın Küçük Dünyasını Anlatır Karalamalardır” adıyla bir şeyler yazmaya niyetlenmiş ve onun kısa notlarını bu blog’ta paylaşmıştım. Hey gidi günler! İnsan Selim İleri okurken nostalji duygusuna kapılmadan edemiyor doğrusu. Bu arada kitabın sonunda İleri’nin kitaptaki öykülerin yazılma serüveniyle ilgili söylediklerini de okuyun mutlaka. Diğer sevdiğim öyküleri de yazıp bitireyim: “Yarın Ağlayacağım”, “Bütün İstanbul Bilsin”, “Kırlangıç Fırtınası”, “Dostlukların Son Günü”, “Söyle Kalbim”. 



11. Yalçın Tosun, Bir Nedene Sunuldum: Tosu'un diğer iki öykü kitabı olan Peruk Gibi Hüzünlü ve Dokunma Dersleri hakkındaki paylaşımları geçen yaz yapmıştım. Bir Nedene Sunuldum’u da okuduktan sonra diyebilirim ki en beğendiğim Tosun kitabı hâlâ Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler kesinlikle. Bir Nedene Sunuldum’da yazar yine bildiğimiz gibi ama bu sefer okurken biraz sürprizin kaçtığını düşündüm. Yani daha ilk cümleleri okurken ardından neler geleceğini tahmin edebiliyorum. Örneğin “Siyah Külot” öyküsünün başında sevişme sonrasında giyinmeye çalışırken çorabını bulamayan bir erkek var. Ben okurken diyorum ki partneri kesin erkek çıkacak ve eşcinsel aşkı anlatılacak burada. Hikâyenin gidişatının bu kadar tahmin edilmesi iyi bir şey değil. Tosun’un tüm kitaplarını okuyanlar da benimle aynı görüşte olacaklardır sanırım. Evet, biliyoruz yazarlar, çoğunlukla aynı konuları dert ediniyorlar kendilerine ama Bir Nedene Sunuldum’un bendeki yansıması bu oldu.  Kitabın öncekilerde olduğu gibi belirli izlekler etrafındaki bölümlerden oluşturulması da demin bahsettiğim merak duygusunu zayıflatıyor sanki. Örneğin ilk bölümdeki öyküler geçmişin ağırlığı ve gerçekleşmeyen arzular hakkındayken son bölümdekiler yaşlılıkla ilgili. Ne okuyacağımız belli yani. Öykü evrenini sevdiğim Tosun’un belki de biraz farklı arayışlar içine girmesi gerekiyordur. Bu sebeple Tosun’un beşinci kitabını merakla bekleyeceğim.

12. Behçet Çelik, Düğün Birahanesi: Son dönemde yazanlar arasında külliyatını tamamlamak istediğim birkaç yazar var. Onlardan biri olan Behçet Çelik’in daha önce Kaldığımız Yer kitabını okumuştum. Arada başka kitapları da var. Bu yüzden Çelik’in öykücülüğü nasıl bir değişim geçirmiş olabilir tam bilmiyorum ama iki kitap arasında fark vardı bence. Kaldığımız Yer, daha politik ve güncel sorunlara odaklanıyordu. Düğün Birahanesi biraz daha orta ve üst sınıftan ve genelde erkek karakterlerin hayat karşısındaki yalnızlık, yabancılaşma ya da daha moda tabirle söylersek tutunamayışlarını anlatan öyküleri içeriyor. Bulundukları mekâna sığamayan ya da orayı yadırgayan karakterler bunlar aynı zamanda. Kurgu becerisi, ortak temalar etrafındaki duyarlığı ve meselesini ortaya koymadaki başarısıyla göz dolduruyor buradaki on üç öykü. Geçenlerde Semih Gümüş şöyle bir tweet atmıştı: “Bugünlerde Behçet Çelik’in bazı öykü kitaplarını yeniden okuyorum. Bugünkü edebiyatımızın en iyi öykücülerinden biri Behçet Çelik. Öykü nedir, nasıl yazılır, bunu en iyi bilenlerden”. Doğru bir tespit gerçekten. Buradaki öyküleri okuduğunuzda “öykü böyle yazılmalı” diyorsunuz. Benim sevdiğim bir öykü tarzı olduğu için de böyle düşünüyor olabilirim tabii. “Ötedeki” ve “Çivi” en sevdiğim öykülerden ama “Ötesi Yok” bir başka sanırım. Duygusal okur olarak “kendimden bir şeyler buldum” diyeceğim öykülerden. “Ya Alkol Olmasaydı” ve birkaç öyküde daha yapılan Edip Cansever göndermeleri de çok hoştu. Cansever’in şiirini hatırlatan bir hava da var Çelik’in öykülerinde. Okurken Cansever şiirleri geldi aklıma. Kitaba ismini veren “Düğün Birahanesi” öyküsünden alıntıyla bitireyim. Düğün salonundan çıkıp hemen yanındaki birahaneye gelen iki arkadaş, düğün salonunun yanına neden birahane yapıldığını sorunca biri şöyle yanıtlar: “burası gelinin eski sevgilisinin efkârını dengelemek için düşünülmüş olmalı (s. 71). 

13. Faruk Duman, Keder Atlısı: Behçet Çelik için söylediğim şey Faruk Duman için de geçerli. İki yazarın başka bir ortak noktası da öykü dışında roman ve deneme de yazıyor olmaları. Zaten Duman’dan okuduğum diğer kitaplardan olan Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe, deneme; Köpekler İçin Gece Müziği ise roman türündeydi. Duman’ın ilk deneme kitabı Adasız Deniz’e de başladım bu arada ama bitmedi henüz. Keder Atlısı’na gelecek olursam, Çelik’in öykülerine kıyasla anlatıma dayalı olay örgüsünün değil, çeşitli imgelerin çağrışımlarından yola çıkarak resmedilmiş anlar ya da kesitlerin yer aldığı öyküler yazıyor Duman. Örneğin öykü kişisi yerdeki halıya bakıyor ve orada gördüğü bir desen onu bir yerlere götürüyor. Duman, her öyküde biçimsel denemeler yapmış. Benim sevdiğim bir öykü olan “Dere”de kasabadaki dere kenarına yığılmış çeşitli hayatların nasıl paramparça olduğunu okurken her bir karakterin ismini taşıyan bölümleri takip ediyoruz. Bunlar bir şekilde birbirine bağlanıyor. Veya ilk öykü “Göz”de hayatının muhasebesini yapmak için yaşadığı yerden doğduğu yere gelen anlatıcının evinde yaşadıklarıyla otobüs yolculuğuna ait izlenimleri birbirine karışıyor. Hemen kendini ele veren öyküler değil Duman’ınkiler. Okurdan emek ve sabır istiyor. O yüzden kısa bir kitap olmasına rağmen yoğun bir okuma süreci oldu benim için. Yazarın farklı dil kullanımı da zaman zaman beni uzak coğrafyalara ve kadim anlatılara götürdü sanki. Örnek “Ziya’nın evden çıkmadığıydı, sanılırdı ki artık böyle bir adam yoktur” (s. 73).


Daha çok öykü okuduğum bu zaman dilimini yine Ergin Günçe şiirinden bir alıntıyla bitireyim: “Yaz kötü başlamıştı, zaten hep kötü başlar” (s. 167). Umalım ki yaz güzel başlasın ve hep öyle devam etsin. Bakalım yazın neler okuyacağız...

7 Nisan 2019 Pazar

Benim Kitaplarım

Okuma Notları 
(Şubat-Mart)

Yine biraz tembellik yaptığımdan son iki ayda okuduklarımı ancak yazabiliyorum. Şubat ayı okuma anlamında verimli geçse de mart ayında istediğim kadar okuyamadım. İşte iki ayın bilançosu karşınızda:


1. Tim Winton, Dönüş: Avustralyalı Tim Winton’ın öykü kitabı Yüz Kitap’ın en çok okunan eserlerinden. Winton’ın kasabası Angelus’ta geçen; çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerine ait çeşitli yaşantıların bir şekilde birbirine bağlı olay örgüleriyle anlatıldığı on yedi öykü var kitapta. Ancak aradaki bağlantılar çok belirgin değil. Yani bir öyküde küçük bir çocuk olan anlatıcı başka bir öyküde bir yetişkin olarak karşımıza çıksa da ikisinin aynı kişi olduğunu net olarak kavrayamıyoruz. Öykü kişileri Angelus’u çok sevmeseler bile bir şekilde yine oraya dönüyorlar. Bir nevi kaybeden olarak niteleyebileceğimiz bu kişiler, hayatlarından memnun değil çoğunlukla. Kitapta en sevdiğim öyküler; “Küçük Lütuflar”, “Dönüş” ve “Boner McPharlin’in Oynaşı”. Hacimli bir kitap olmasına rağmen zevkle okunan öykülerin bulunduğu bu kitabı sevdim. Avustralya’daki insanların yaşam biçimine dair hoş ayrıntılar yakalamak da mümkün. Kitaptan hareketle çekilen 2013 tarihli Dönüş filminde 18 farklı yönetmen, buradaki öykülere can vermiş. Filmi henüz izlemedim ama meraktayım.



2. Forrest Gander, Şairin Vedası: YKY’nin ilgimi çekecek yeni bir kitap çıkarması tüm okuma planlarımı alt üst ediyor genelde. Bu sefer de öyle oldu ve ocak ayında basılan bu kitabı hemencecik okuyuverdim. Kahramanın bir şair olması ve arka kapakta yazanlar çok şey vaat ediyordu aslında ama pek sevemedim bu kitabı. Kendisi de bir şair olan Gander, kısa bir giriş ve üç farklı karakterin gözünden anlatılan üç bölümde Les adlı şair karakterimizin aşk ve nefret yüklü hikâyesini merkeze alıyor. En sevdiğim bölüm, Les’in sevgilisi Sarah’nın gözünden nasıl görüldüğünün şiir dizeleri gibi kısa kısa cümlelerle aktarıldığı kısımlardı. Ama yazarın derdini kavrayamadım pek sanırım. 


3. Eyüp Tosun, Kör Islık: Tefrika Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı. “Kızma, kitap almadım bu sefer” diyerek annesine ithaf etmiş yazar ki çok tanıdık gelen bir cümle bu bana. Bazen annemden gizliyorum aldığım kitapları. Her taraf kitap diye kızıyor annem. Neyse kitaba dönersem; Ankara’da ve taşrada geçen, mekâna ait duygulanımların ön plana çıktığı, zaman zaman yerel dil kullanımlarının dikkat çektiği öyküler var. Yazarın dilini kimi zaman hatalı bulduğumu, öykülere sinmiş yerelliği biraz yadırgadığımı söyleyebilirim. Bazı yerlerde de anlatmak yerine gösterseymiş dediğim durumlar oldu. Hem anlatımı hem de içeriğiyle beni en çok tatmin eden öykü “Münir Bey”di. Bu kanaldan ilerlerse daha iyi öyküler yazabilir Eyüp Tosun. “Biraz Hüzünlenir Misiniz, Lütfen?”deki fotoğrafçı da Ziya Osman’ın Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ni hatırlattı bana. 


4. Kenzaburo Oe, Kişisel Bir Sorun: Bence bu ayın, hatta yılın en iyilerinden. Oe’nin zor okunan bir yazar olduğu söyleniyordu, bu sebeple biraz tedirgin okudum kitabı ama çok sevdim. Sert bir hikâyesi var. Bird lakaplı başkarakterimiz beyninde fıtıkla doğan bir çocuğu olunca onu isteyip istemediğini sorguluyor. Bird’ün en büyük hayali Afrika’ya gitmek. Zaten kitap, Bird’ün bir kırtasiyede Afrika haritasına bakmasıyla başlıyor. Büyük hayalleri var ama bir anda hasta bir çocuğa bakmak gibi sıkıntılı bir gerçeklikle karşılaşıyor. Karısı bu süreçte hastanedeyken Bird; sokaklarda geziyor, düşüncelere dalıyor ve eski arkadaşı Himiko’nun evinde kalıyor, onunla birlikte oluyor. Bird’ün karakteri de düşünceleri de rahatsız edici ama bir o kadar insani. Kitap boyunca ona sinir olurken bir yandan da böyle bir durumla karşı karşıya kalmanın nasıl bir duygu olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz. Dil ve anlatımı da çok başarılı Oe’nin. Nobel ödülünü hak etmiş. 


5 ve 6. Wilhem Genazino, Aşk Aptallığı; O Gün İçin Bir Şemsiye: Alman yazar Genazino’nun Jaguar’dan çıkan iki kitabını arka arkaya okudum. Daha önce de Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk romanını okumuştum. Böylece Genazino en sevdiğim yazarlar arasındaki yerini aldı. Üç kitaptan yola çıkarak Genazino’nun roman evreniyle ilgili bir yazı yazdım K24’e. (bak: https://t24.com.tr/k24/yazi/genazino-nun-huzursuz-melankolikleri,2200) Hakkında birkaç tanıtım yazısı  yazılmış daha önce ama benimki bir hayli kapsamlı oldu diyebilirim. Sosyal medyadan anladığım kadarıyla Genazinosever bir okur kitlesi de var ülkemizde. Lakin hemen hemen kimsenin yazımı sosyal medyada paylaşmaması dikkatimi çekti. Bunu, şunun için söylüyorum aslında: Yazınızın paylaşılması için belli bir edebiyat çevresine dahil olmanız gerekiyor bu ülkede. Yani yazı değil, kişi merkeze alınıyor paylaşımlarda. Yoksa ben yazımın paylaşılıp paylaşılmamasını çok dikkate alan biri değilim. Ama “bizde eleştiri yok ki” diye yakınanların da bazı şeyleri görmezden geldiğini ya da “ne harika yazmış … yine döktürmüş” denilen bazı kişilerin de çok yüzeysel şeyler yazdıklarını görünce bu “çevrecilik” işinin beni rahatsız ettiğini belirtmek istedim. En azından Genazino okumuş birinin K24 gibi popüler bir platformda yayımlanan bir yazıyı okumasını beklerim. 




7. Seyyidhan Kömürcü, Dünya Lekesi: Bu ayın ilk şiir kitabı, varlık ve dünya karşısında duyulan tedirginliğin dile getirildiği şiirlerden mürekkep olan Dünya Lekesi. Kömürcü bu kitabıyla Homeros Şiir Ödülü’nü kazanmış. Dünyaya üzgün üzgün bakan şiir öznesinin; yasını, derdini ve acısını paylaşmasını okuyoruz. Çocukluğuna bakıyor sıkça. En sonda yer alan ve masal atmosferinde geçen şiirinde ise faşizmin kısa tarihine değiniyor. “Kırk” sayısı farklı şiirlerde karşımıza çıkan bir motif olarak dikkat çekiyor:

çünkü anladım: kırkı çıkmak ne demek
ne demek ölünce hep yirmi bir gram eksilen insan




8. Burak Acar, Tabiat Abi: “hirudo economicus”un başına gelen farklı farklı hâllerin şiirleri. Kah bir iş mülakatına katılıyor, kah bulmaca çözüyor "hirudo economicus". Günceli ıskalamayan, politik şiirler yazmış Acar. Sözünü sakınmamış. İşçi ölümlerine değinmiş, kapitalizmi ve doğrudan iktidarı eleştirmiş. Diğer 160. Km şairlerinde olduğu gibi şiirlerinde birçok öğeyi -gazete ilanı, blog yazıları, haber metinleri vb.-  bir araya getirerek postmodern bir şiir kurmuş. Şiire geleneksel bir biçimde yaklaşan bir edebiyat eğitiminden geldiğim için bu şiir tarzı, fazlasıyla değişik geliyor bana; ama son yıllarda şiirin değiştiğini, deneysele açıldığını ve farklı anlatım imkânlarıyla sınırlarını bir hayli genişlettiğini kabul etmek gerek. 160. Km şairlerini okumayı bu değişimi anlamak için bir gereklilik olarak görüyorum bir yerde. “kimse tok mu hirudo orada mısın”?”dan alınan kısa bir parça, Burak Acar şiiriyle ilgili küçücük de olsa bir izlenim verecektir: 

her kürtaj bir kara dondur
suçlular aramızda
kara keçe kalem zapt
hizmetler götürsün seni
kurşun ata ata bitmez
kurşun senarist isterse biter
teşbihte hata olmaz türkiye
hatasız devlet olmaya cihanda


9. Metin Altıok, Bir Acıya Kiracı: Metin Altıok şiirlerini bütün olarak ilk okuyuşum. Biraz geç kaldım sanırım; çünkü daha önce okumadığınız için hayıflanacağınız bir kitap bu. Yarattığı imge dünyasıyla, bu dünyanın “acı”sını anlatmadaki ustalığıyla, hem lirik hem toplumcu bakışıyla, dil kullanımındaki kıvraklığıyla dikkat çekiyor Altıok. Biçim üzerine de düşünmüş, hem batıdan hem de gelenekten yararlanmış. Arayışını sürdürmüş, daha iyiye ulaşmaya çalışmış. İçerik olarak zaten sizi ta kalbinizden yaralıyor da biçimsel denemeleriyle de takdiri hak ediyor. O kadar çok beğendiğim şiiri var ki. Üstelik geriye dönüp tekrar tekrar bakılacak bir şiir toplamı bırakmak pek de kolay bir iş değilken. Sivas’ta haince katledilen bu büyük şairi okumakta geç kalmayın lütfen.

SARIL BANA

Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ
Sevgiler bekliyor sürekli senden,
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
Ve o eksiği tamamlıyayım derken,
Var olan aşınıyor azar azar zamanla.

Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.

Anıların kar topluyor inceden,
Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
Sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.

Sevgiden caydığım yerde darıl bana.



10. Mine Söğüt, Gergedan: Büyük Küfür Kitabı: Mine Söğüt’ün Deli Kadın Hikâyeleri’nden sonra yazdığı ikinci öykü kitabı. His olarak da bu kitaptakilere yakın şeyler yazmış ama bu sefer daha sert ve şiddetli bir dille karşı karşıyayız. Oyun yazarı Eugéne Ionesco’nun Gergedanlar metnine selam çakan kitapta farklı yazar ve yönetmenlerin eserlerine yapılan göndermeler dikkat çekiyor. En çok da son zamanların sıkça konuşulan yönetmenlerinden Yorgos Lanthimos’a doğrudan gönderme yapılmış. Söğüt, kitabında yeni bir dil kurarken devlet ve aile kavramlarını yerle bir ediyor, faşizme sövüyor.  Çok da güncel konulara değiniyor; aile içi şiddet, tecavüz, ensest vb. Güzel bir kitap ama çok güncel bir öfke içerdiği için Deli Kadın Hikâyeleri’ndeki özgün ses biraz kaybolmuş burada. Yazarın, hatta bir köşe yazarının sesini duyar gibiyiz. Sert ve sindirilmesi zor öyküler bunlar. “Lağımların Aleksandrası”, “Anne Eti” ve “Ablamın Cesedi” favori öykülerim. “Lağımların Aleksandrası”ndaki alegori kullanımı çok iyi.



11. Richard Yates, Bağımsızlık Yolu: Blog’ta yapacağım son Yates paylaşımı olacak çünkü ülkemizde basılan dördüncü kitabıydı bu. Aslında ilk olarak bunu almıştım ama en son okuyabildim. 2008 tarihli Sam Mendes uyarlamasını izlemiş ve etkilenmiştim. Kitapta Amerikan banliyösünde yaşayan April ve Frank Wheeler çiftinin trajik hikâyesi anlatılıyor. Evli, mutlu, çocuklu Wheeler’lar yaşadıkları ortamdan da çevrelerindeki insanlardan da memnun değiller, bir çıkış yolu arıyorlar. Paris’e yerleşme hayalleri kuruyorlar ve bu hayal, bir süre oyalıyor onları. Ancak freni patlamış bir araba gibi sona doğru ilerliyorlar hızla ve sonunda April, Amerikan rüyasının kurbanı oluyor. Yates’in ilk ve en bilinen kitabı olan Bağımsızlık Yolu, eleştirmenlerce de övülmesine rağmen okuruna ulaşamamış pek. Bu yüzden Yates, çok yetenekli ama kadri bilinmeyen bir yazar olarak anılıyor hep Amerika’da. Yates hakkında yazılan yazılarda da neden okunmadığını sorguluyor eleştirmenler. Tıpkı kitaplarındaki karakterler gibi hayal kırıklığı dolu bir yaşamı olmuş Yates’in. Ben çok sevdim ve hakkında bir şeyler yazacağım mutlaka. 



12. Daniel Pennac, Roman Gibi: Fransız yazar Pennac’ın okuma kültürüyle ilgili eğlenceli yazılardan oluşan bu kitabı, çocuklarına kitap okuma alışkanlığı kazandırmak isteyen ailelerle öğretmenler için bir rehber niteliğinde. Çocuklara bir şeyi zorla yaptırmanın mümkün olmadığını söyleyen Pennac, yavaş yavaş ve alıştıra alıştıra okuma eğitimi verilmesinden yana. Kitabın sonlarında yer alan "okur hakları" bölümü ise internet ortamında da sıkça paylaşılan 10 okur hakkından bahsediyor ve bunların her biri üzerinde ayrı ayrı duruyor. Okuma eylemini keyifli hâle getirmesi bakımından edebiyatla arası iyi olmayan kişiler okusun mutlaka derim. Kitapları neden sevmemiz gerektiğini de anlayacaklardır böylece.


13. Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi: Yaşar Kemal’in destansı romanlarından olan ve Anadolu’da yaşayan son konar göçer topluluklardan Karaçullu Yörüklerinin yerleşik hayata geçmeye direnmelerinin hikâyesini anlatan kitabı ikinci okuyuşum. İlk kez 2009 yılında okumuştum. Bu sene seçmeli dersin programına aldığım için tekrar okudum. Bu okuyuşumda kitaptaki anlatımı biraz fazla buldum, 390 sayfa civarındaki kitap daha kısa olabilirdi. Bazı yerlerde tekrara düşüyor çünkü yazar. Ancak İnce Memed’ten ibaret olmadığını düşündüğüm Yaşar Kemal edebiyatının önemli örneklerinden biri ve Anadolu’da yüzyıllardır sürdürülen bir geleneğin kapitalizmin ve mülkiyet savaşlarının altında nasıl ezilip yok olduğunu göstermesi açısından mutlaka okunmalı. Zengin Yörük kültürünün Türkçenin geniş imkânlarıyla nasıl anlatıldığını ve insanın insana kalleşlik etmesinin tarihinin ne kadar eski olduğunu da göreceksiniz kitapta. Olay örgüsünün açılışındaki Hıdrellez tasviri de muazzam.

Okuduklarımı hatırlamakta biraz zorlansam da okuma notlarını -umarım- daha titizlikle paylaşmaya devam edeceğim. Geçenlerde öğrencilerim okuma notlarının kısa olduğundan ve okurken benim sesimi duyduklarından bahsettiler. Hoşuma gitti. Yine kısa yazdım gençler ama bu yazı sizin için olsun. Sena, Dilan ve Safa için…

Keyifli okumalar. Bahar geldi nihayet.