23 Ağustos 2019 Cuma

Benim Kitaplarım

Okuma Notları
(Haziran-Temmuz)

Okuma notlarını yazmak keyifli de olsa beni biraz zorluyor ve araya hep başka şeyler giriyor ama dediğim dedik bir koç burcu insanı olarak yine görev başındayım. Bunun dışında ne okuduğumu soran veya hiç tanımadığım hâlde buraya bakıp fikir edinen insanlar olduğunu bilmek de motive ediyor. Yine son derece gereksiz bu giriş faslından sonra bakalım neler okumuşum:



1 .Monika Maron, Animal Triste: İsimsiz bir kadın anlatıcının geçmişe dönerek sevgilisi Franz’la yaşadıklarını anlatan, zaman, hafıza ve aşk üzerine bir roman. Anlatıcımız geçmişine dair pek bir şey hatırlamadığını söylüyor, hatta yaşını bile tam olarak bilmiyor. Bir şeyleri anımsayıp yaşadıklarıyla yüzleştikçe onu daha iyi tanıyoruz ama sonuna geldiğimizde bile anlattıklarına tam olarak güvenemiyoruz. Bunun başlıca nedeni kitabın hafıza izleği üzerinden ilerlemesi. Okurken bana sıkça Norveçli yazar Skomskvold’un Hızlandıkça Azalıyorum’unu hatırlattı. Orada da buradakine benzer bir kadın anlatıcı vardı. İki kitap arasındaki temel farklardan birisi Alman Maron’un İkinci Dünya Savaşı’nın insanların hayatına olan etkisini romanın arka planında vermesi ki benim de okurken en etkilendiğim kısımlar savaşla ilgili olanlardı. Anlatıcı, savaştan dönen babası için “keşke dönmeseydi” diyordu bir yerde. Belli ki erkeklerin dönmesi hayatı kadınlar için zorlaştırmış. Bunun dışında anlatıcımızın evli olan sevgilisi Franz’a karşı hissettiklerini ve cinsellik yaşama arzusunu içtenlikle aktarması da güzeldi. Kitabın adı da cinsellik temasına vurgu yapıyor zaten. Merak eden araştırıp baksın, her şeyi ben söylemeyeyim 😊 Bu arada Animal Triste, hemen hemen her bookstagramın okuduğu ve bayıldığı bir roman. Sanırım bu kadar övülen kitapları okurken bir önyargı oluşuyor bende artık. Okuduğunuza değecektir ama abartıldığı gibi “başyapıt” değil bence. Sonu şaşırttı biraz ve anlatıcının ters köşe yapmasını sevdim diyebilirim.


2. Gülten Akın, Kırmızı Karanfil: “Deli Kızın Türküsü”, “Yağmur Altındaki Adam”, “Kadınsı”, “Uzun Yağmurlardan Sonra”, “Çağrı”, “Kestim Kara Saçlarımı”, “O Elindekini”, “Kesik”, “Güz Yeli”, “Yaz” ve “Yağmur Yağmur” gibi en bilinen Gülten Akın şiirlerinin yer aldığı, şairin toplu şiirlerinin ilki. Yani onu hiç okumadıysanız başlangıç noktasındasınız. Bence çok fazla söylenecek bir şey yok burada, oturup okumalısınız boğazınızda bir yumru, yüreğinizde ufak bir sızlamayla. Kimi zaman lirik, kimi zaman epik ama hep Gültence dil ve üslupla, “kendi” olabilmiş bir şair kadın o ve şöyle diyor “Kesik” şiirinde:

Şimdi hiçbir şey değiliz doğru mu
Bizim için kimse kimsenin bir şeyi değil
İlgiler gündelik giysiler gibi eski inceliksiz
İsa’dan bu yana giydiği herkesin



3. Didem Gülçin Erdem, Boşluklara Doğru İlerleyelim: Didem Gülçin Erdem, üçüncü kitabını çıkaran, üretken ve ödüllü bir şairmiş. Bunun üstüne bir de akademisyenmiş. Ben ilk kez bu kitabıyla tanıdım kendisini. “Darlık” ve “Sıyrık” adını verdiği iki bölümden oluşan kitabında epigram olarak kullandığı “Bu dünyanın ne olduğun’ bilmedim” (Muharrem Ertaş) cümlesinden hareketle bilinemeyen durumların ve olunamayan hâllerin şiirini yazmış genelde. Şiir öznesi kendini tanımlamakta, bilmekte zorlanıyor; çünkü hep bir şeyler dikte edilmiş ona. Bir “şeyler” olması beklenmiş. Mesela bir yerde diyor ki; “bir şeyin annesi olamam ya da kız kardeşi”. Bir başka şiirde “Ne kadar gitsem kendime varamıyorum” diyor. Özellikle toplumun kadınlara yüklediği görev, sorumluluk ve tanımların dışına çıkarak şairin bir birey olarak kendini var etmesinin ve sesini yükseltmesinin yankıları bence bu şiirler. Bu sebeple bizim gibi coğrafyalarda yetişen -tıpkı Gülten Akın’ı okurken düşündüğüm gibi- kadın şairlerin (daha doğru ifadeyle şair kadınların) sesini ne kadar çok duyurabilirsek o kadar iyi olur. bence. Hem ne diyor Erdem: “anlamak zorunda değiliz bilelim yeter”. En sevdiğim şiirlerini de yazayım: “Hansel Kasidesi” ve “Çiçekli Çuval”.


4. Sevgili Erdal, Erdal Öz’e Mektuplar, I. Cilt: Selim Bektaş’ın hazırladığı bu kitap, Erdal Öz’le şair ve yazar arkadaşlarının mektuplaşmalarını içeriyor. Burada daha önce de belirttiğim gibi mektup okumayı çok seviyorum. Bu kitabı da hem yayıncılık tarihimizle ilgili kimi ayrıntıları aktardığı hem de edebiyatçılar arasındaki samimi ilişkilerden yola çıkarak hayat, dostluk, edebiyat ve başka birçok konu hakkında bilgilendirdiği için sevdim. İlk olarak Yusuf Atılgan ve Edip Cansever’in mektuplarından başladım ki beni tanıyanlar sanırım şaşırmayacaktır buna. Atılgan’ın mektupları çok samimiydi, iki arkadaşın arası zaman içinde bozulsa da birbirlerini gerçekten anladıkları belli oluyordu. Cansever ise yine şiir yazıyor ve sıkça “Sıkıntı”dan bahsediyordu. En çok Cahit Külebi’nin mektuplarını okurken şaşırdım sanırım. Külebi, artık yaşı ilerlemiş ve kendini ispat etmiş bir şair olmasına rağmen kitaplarını yayımlamakta zorluk çekmiş hep. Bu yüzden de belli dönemlerde yayıncısı da olan Erdal Öz’le sık sık kitaplarının yayımlanma sürecindeki beklentileriyle alakalı olarak mektuplaşıyor. Ancak o kadar sık karar değiştiriyor ki yeni bir kitabını Öz’e göndermişken daha iyi bir teklif yapan başka bir yayınevine geçiş yapıveriyor Sıkça özürler diliyor. Erdal Öz, bir yerden sonra güvenmemeye başlıyor artık Külebi’ye ama şairliğine hep hayranlık duyduğunu söylüyor. Mektupların geneline baktığınızda Külebi gibi serzenişte bulunan yazar ve şairlerle karşılaşmak mümkün. Yayıncılık sektöründe pek bir şey değişmemiş yani, kitap yayımlatmak hâlâ oldukça zor. Değişmeyen şeylerden biri de yazarların eleştirmensevmezliği. Özellikle Yaşar Kemal, eleştirmenlerden pek hazzetmediğini belirtiyor bir mektubunda. Bu vesileyle edebiyatçı dedikodularını, çekişmelerini ve küslükleri de öğrenebiliyoruz kitaptan. İkinci cildini merakla bekliyorum.


5. Ben Lerner, Atocha’dan Ayrılış: Ben Lerner, Amerikalı bir şair ve roman yazarı. Üniversiteden sonra burs kazanarak Madrid’e gitmiş ve bir süre orada kalmış. Tıpkı bu romanın kahramanı Adam Gordon gibi. Adam, İspanya İç Savaşı ve şiir arasında bağ kurarak araştırma yaptığını söylüyor aslında ama vaktinin çoğunu kahve, sigara ve ot içerek, uyuyarak, yürüyerek ya da hiçbir şey yapmayarak geçiriyor. Sivri bir zekâsı ve dili var. Girdiği ortamlarda çok fazla konuşmuyor, insanları dinliyor, bazen de rol yapıp yalan söylüyor.  İnsanı sinirlendirirken güldürüyor da. Birçok özelliğiyle antikahraman niteliği taşıyor. Bunların dışında şiirin ve sanatın “ne”liği üzerine düşünüyor, Madrid’in entel ortamlarına giriyor, Isabel ve Teresa’yla gönül ilişkileri yaşıyor. Atocha, Madrid’teki tren istasyonunun ismi. Madrid’ten Barselona’ya geçerken buradan trene binmiştim ben de. İlginç bir mimarisi var ve şehrin turistik mekânlarından biri sayılıyor. Madrid'te bulunduğum için Adam’ın Madrid’le ilgili gözlemlerini okurken keyif aldım. Genel fikrim ise Animal Triste hakkındaki düşüncelerime oldukça benzer. (Belki de bunları okurken pek keyfim yoktu da hiçbir şeyi beğenmedim. Bu da mümkün 😊 Ancak Gordon’ın çakma bir entelektüel havasına bürünüp iç sesiyle bize aktardığı şeyler, samimiyet ve sahtelik arasındaki ince çizgiyi net olarak sergilemesi bakımından takdire şayandı.


6 ve 7. Gamze Arslan, Kanayak; Çerçialan: Son zamanların en çok konuşulan yerli öykü kitaplarından biri olduğu için Kanayak’ı çok merak ediyordum ama her yerde bu kitaptan bahsedildiği için biraz önyargılıydım. “Kız Sen Kilo Mu Aldın?” öyküsünden başladım ve henüz ilk öyküden sağlam kurgularla karşılaşacağım hissine kapıldım. Ancak yazar bize birazcık sert hikâyeler anlattığı için öyle hemen bitiremedim, sindirerek okudum. Arslan bence öyküde ne yapmak istediğini son derece iyi biliyor, sindirilmesi zor konulardan bahsetse de abartıya kaçmıyor, acıyı ve şiddeti aktarırken ölçülü bir dil yaratıyor. Üstelik bazı “genç” yazarlarda görülen kurgu aksaklıkları, dil özensizlikleri, fazlaca “anlatma” hevesi gibi eksi unsurlar Arslan’da yok. Öyküye iyi çalıştığı, kutsal anlatılar, psikanaliz vb. farklı alanlarla ilgili okumalar yaptığı, özgün bir dil yaratmak istediği belli. Kitapla ilgili ayrıntılı bir şeyler yazmak isteğindeyim ama çeşitli sebeplerle bunu yapamadım henüz. Bunlardan biri de herkesin bu kitaptan söz etmesi dediğim gibi. Kitap okunsun, buna bir diyeceğim yok ama; ne kadar çok “görünürse” o kadar fetiş nesnesi oluyor kitaplar. Kitabın kapağını falan değil, içeriğini konuşsak keşke daha çok. Bir de yalnızca “çok sevdim, bayıldım” şeklindeki cümleleri geçip gerçekten neden beğendiğimizi söylesek. 




Neyse bu konu uzar… Gelelim Çerçialan’a. 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü alan bu kitap; dili, temaları ve anlatım biçimiyle Kanayak’ın öncüsü. Ben Kanayak’tan başladığım için tersten okuma yaptım belki ama yazarın kendini nasıl geliştirdiğini daha iyi kavradım böylelikle. Bence çok sağlam öyküler, okuyun. 



8 ve 9. Aslı Serin, bu benim. zip; Dans Etmesek de Olur: Aslı Serin’i okumaya üçüncü kitabı Değil’le başlamıştım. Bence Serin, Değil’le şiirini daha üst noktaya taşımış ama tabii diğer kitaplarını da okuyarak bütün şiir verimine bakmak gerekiyordu. Dans Etmesek de Olur’un arka kapağında “Acaba kimse farkında mı, Türk şiirinde okurla güçlü bağlantıları son yıllarda hep kadınlar kuruyor” şeklinde bir cümle var. Bence bu, Serin’in şiiri için doğru bir ifade. Erdem’in şiirini değerlendirirken de söylemiştim, bu coğrafyada kadının sesi daha gür çıkmalı. Ki bugün de gördük sessiz kalmaların en son ve can acıtıcı örneğini (Emine Bulut cinayeti). Serin, şiirlerinde kadınlık deneyimlerinden bahsediyor sıkça. Kadına yönelik şiddetten, ev içine hapsolan yaşamlardan, suskun annelerden, zorba babalardan. Ve ben onun şiirini okudukça daha iyi hissediyorum kendimi, daha güçlü. Neyse susayım burada; çünkü yakında yazısı geliyor. Süprüz olsun.


10. Utku Özmakas, Şiirimizde Milenyum Kuşağı: Önceki yazılarda da belirttiğim gibi 2000’ler şiiri üzerine daha fazla okuma yapmak istiyorum. Şairlerin yanında bu dönemi ele alan bir inceleme kitabı okumak istedim ve karşıma bu kitap çıktı. Gerçi burada 2000’ler şiiri daha çok belli kişilerin  (heves dergisi şairleri) ekseninde ele alınıyor ama kitabın girişinde bu yılların şiirini genel eğilimler, dergiler, kitaplar ve şairler etrafında değerlendirmiş Özmakas. Felsefe eğitimi alan yazar, şiirleri değerlendirirken felsefi kavramlara da gönderme yapmış. Bu kitabı yazdığında 22 yaşındaymış. Bu sebeple genç yaşında böylesine kapsamlı bir işe kalkıştığı için tebrik etmek lazım kendisini. Üstelik çok da cesur ve sözünü sakınmayan ifadelerle eleştirisini yapmış. Kitabı bilgi yığınına boğmadan, kendi bakışını yansıtabilmiş. Bazı eleştirilerine pek katılmasam ya da kimi zaman çok üstten bir bakışı olduğunu düşünsem de genel olarak tatmin etti beni kitap. Serin yazısını yazarken de işime yaradı oldukça. Bu tarzda birkaç kitap daha okuyacağım. 


11. Behçet Çelik, Gün Ortasında Arzu: Çelik’in henüz birkaç kitabını okudum yalnızca ama en sevdiğim yazarlar arasına girdi kesinlikle. Böyle şeyler sezilir çünkü, bazı kitaplar ve yazarlar sizi çağırır. 2008 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan bu kitap, bir önceki Çelik okumam olan Düğün Birahanesi’ndeki öykülerden çok da farklı değil. Oktay Rifat, Edip Cansever ve Turgut Uyar’dan alınmış dizelerle üç ayrı bölüme ayrılmış gibi duran kitaptaki öykülerde gitmek ve kalmak ikilemi, dostluk, gerçekleşemeyen arzular, beklenmedik karşılaşmalar, sıkıntı (Cansever’deki sıkıntı bu) ve yalnızlık gibi temalar işleniyor. Kentli bir öyküsü var Çelik’in. Ayrıca erkeklik meselesi de önemli bir yer işgal ediyor öykülerinde. Bir günde bitirdim kitabı ve üzüldüm bittiğinde. Öykü kişileriyle dost olmuştum çünkü. Özellikle “Tutmayan Fal” ve “Kuşluk Vaktinin Karanlığı”, beni sık sık kendilerine döndürecek öykülerden. Sırada Diken Ucu var neyse ki. 


12. Sabahattin Kudret Aksal, Gazoz Ağacı: Gazoz Ağacı’nı okuyunca henüz okumadığım ne çok klasiğimiz olduğunu fark ettim. Hep aklımda olan kitaplardandı ama sevdiğim bir arkadaşımla konuşurken hemen okuma ihtiyacı hissettim ve iyi ki de öyle yapmışım diyorum. Aksal’ı şiirleriyle tanımıştım önce. Özellikle 1940’larda yazdığı şiirlerde “küçük insan”ı konu ediniyordu. Öykülerinde de genellikle İstanbul’da yaşayan, bu şehrin kahvelerini, sokaklarını, mahallelerini dolduran “küçük insan”ın yaşamından kesitler sunuyor. Birçok öyküde sokaklarda gezen avare bir anlatıcı var ve okuyucuya seslenerek onunla konuşuyor, öykünün içinde yazıyor öyküyü. Yani bir bakıma modernist denemeler yapmış Aksal. Kurgu içinde öykü sanatına dair düşünmüş. Dupduru bir Türkçesi var. Naif bir dille yazmış öykülerini, insancıl bir yerden bakmış karakterlerine. Hayatı olduğu kadar ölümü de doğal karşılayan ama istedikleri gibi bir hayata pek de ulaşamayan öykü karakterleri yaratmış. Kesinlikle okunması gereken bir kitap. Benim gibi geç kalmayın. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder