Okuma Notları
(Nisan-Mayıs)
1. Roy Jacobsen, Görülmeyenler:
Nisan ayına yine bir Norveçli yazarla başladım ama bu sefer farklı bir okuma
deneyimi oldu. Öncelikle burada Norveç’in alt kesiminden gelen bir ailenin
zorlu doğa koşullarına uyum mücadelesi konu ediliyor. Diğer önemli bir fark da
varoluşu ve hayatın anlamını sorgulayan diğer modern Norveçlilerin aksine Jacobsen,
çok dingin bir atmosferde doğada hayatta kalmanın zorluğunu anlatıyor. Mekân
yalnızca beş kişilik bir ailenin yaşadığı Barroy adası. Ailenin hayatından ve
günlük yaşamından kesitlerin sunulduğu roman, ada coğrafyasında yaşamanın nasıl
bir deneyim olduğunu da gözler önüne seriyor. Jacobsen, ada kavramının
çağrıştırdıklarıyla ilgili aforizmavari cümleler kuruyor birçok yerde.
Örnekse: “Kimse bir adayı terk edemez;
ada fındık kabuğunda bir evrendir, orada yıldızlar karların altındaki çimlerde
uyur” (s. 18). Barroy’da her şey doğa şartlarına
uydurulmak zorunda. Rüzgârın estiği yöne göre yattıkları odaları bile
değiştiriyorlar örneğin. Zaman kendi içinde bir döngüselliğe sahip, mevsimler
geçiyor ama yaşananlar hep aynı sıradanlıkta sanki. Yalnızca ölüm, diğer tüm
gerçeklere göre farklı bir algı yaratabiliyor ada yaşamında. Bu dingin havası sebebiyle hız çağında her şeyi kolayca tüketmek isteyen sabırsız okurların çok zevk alacağı bir okuma deneyimi vaat etmiyor roman. Ben de okurken zaman zaman bunalsam da Norveçlileri seviyorum, elimde değil. Bunun dışında morina balığı nasıl temizlenir, kuştüyü nasıl toplanır, ağ nasıl yapılır gibi hayat bilgisi derslerini edinmek de mümkün kitaptan. Bir de beni etkileyen bir sahne vardı. Ailenin babası Hans’ın adada ihtiyaç duyulmayacak canlılardan biri olan atı vurduğu sahne vurucuydu.
Kitapta dikkatimi çeken detaylardan
biri Norveç gibi bir ülkede bile olsa kırsalda yaşayanlar arasında kadına
bakışın diğer toplumlardan çok da farklı olmaması. Örneğin ailenin kadınları, erkekler kadar fiziksel güç isteyen işleri yapsalar dahi pek saygı görmüyorlar. Bunun dışında Hans, neden bir kız çocuğuna sahip olduğunu düşünüyor. Erkek evlat özlemi duyuyor.
Görülmeyenler’de hikâye, 1913’ten 1928’e dek uzanıyor. Hikâyenin
devamı ise 1940’lı yıllarda geçen Beyaz
Deniz romanında. Bakalım onu ne zaman okuyacağım.
2. Ergin Günçe, Türkiye Kadar Bir
Çiçek: Daha önceki bir yazımda Günçe’nin kitaplarına girmemiş şiirlerinden
oluşan Benim Aklım Bir Delidir Sana Armağanım’ı
okuduğumu söylemiştim. Bu sefer sırada Günçe’nin toplu şiirlerini bir araya getiren Türkiye
Kadar Bir Çiçek vardı. Günçe’nin şiiri, Garip’in konuşma dili ve anlatım teknikleriyle
II. Yeni’nin imge kullanımı ve dilsel sapmalarının bileşeni ama yine de
oldukça özgün bir şiirle karşı karşıyayız. Özellikle şairin dilinin yerel deyişlerle ve özgün
imgelerle dikkat çektiği söylenebilir. Şiirlerde çoğunlukla çocukluk, ölüm ve
politik meseleler karşısındaki duyarlık konuları işlenmiş. Anne ve baba
arketipleri de önemli bir yer işgal ediyor. Çocukluk anılarından beslenerek
yazılan şiirlerde masal motiflerine de yer verilmiş. Bu şiirler genele vurulduğunda
hem oldukça politik hem de lirik. Üstelik Günçe’nin 1960’larda yazdığı pek çok
politik sorun da güncelliğini koruyor. Kendini çok kolay açmadığından çaba isteyen bu şiirlerle tanışmanızı
tavsiye ederim. Günçe şiirini yansıtan iyi örneklerden olan “Çocuklar İçin
Faşizm”den bir dörtlük alacağım:
Onlar niçin böyle çirkin olurlar
Bir tek güzel faşist yaşamamıştır
Anlamlı sorulardır bunlar
çocuklar size
Okullar bu dersi öğretmiyorlar
(s. 144)
3. Demir Özlü, Güvercinler ve Matmazeller: Düş
Öyküleri: 50 Kuşağı öykücülerini pek tanımıyorum. O yüzden Nisan’da hem Demir
Özlü’yü hem de Orhan Duru’yu okudum. Özlü’nün bu kitabında yazarın 1950’lerde yayımladığı ilk öyküleriyle son yıllarda dergilerde çıkan bazı öyküleri
bir araya getirilmiş. Özlü okumaya başlamak için doğru bir kitap mı emin
olamadım; çünkü benzer izlekler etrafında kurgulanan öykülerden oluşsa da bir
derleme kitap bu. Aslında kurgu dedim ama bazı öykülerde deneme ve anı
havası da var. Öyküler; yazarın hayatının belli dönemlerinde yaşadığı Stockholm, Paris ve Berlin gibi Avrupa
şehirleriyle; çocukluğunun geçtiği İstanbul ve
İzmir’in semtlerini mekân ediniyor. Kimi yaşanmışlıkların ve geri dönüp bakıldığında hatırlananların izlenimci bir dikkatle aktarıldığı öykülerde yazarın kendi hayatından izler
bulmak da mümkün. O yüzden bunlarda mekân ve ona ait dikkatler öne çıkıyor. “İnternet”,
“Aldatıcı”, “Güniz”, “Tysta Gatan”, “Aşkın Metafiziği” ve “Gezinti Yeri” en
beğendiğim öyküler oldu. Öykülerin genelinde karamsarlık, huzursuzluk, sıkıntı
ya da yazarın deyişiyle “boğunç” hisleri hâkim. Hayat karşısında “korku ve
titreme” yaşayan kişiler var çoğunlukla. Kitapta beni rahatsız eden şeylerse
kimi cümlelerdeki hatalarla yazım yanlışlarıydı.
4. Orhan Duru, Bırakılmış Biri: YKY,
Orhan Duru’nun 1959 tarihli ilk kitabını yeniden yayımladı. Yazar, daha sonra farklı
türlerde eserler kaleme alsa da Bırakılmış Biri, en beğenilen kitabı oluyor.
Üstelik Duru, kitap çıktığında 26 yaşındaymış. Kitaba başlar başlamaz çok
farklı bir dille karşılaşacağınız anlaşılıyor. Türkçedeki sözdizimi sırasını değiştiren
Duru, yüklemi başa alıyor birçok yerde. Öykülerde “İşte bu adam gidiyordu
kendini öldürmeye” (s. 21) tarzında cümleler bulmak mümkün. Başta bir hayli yadırgamıştım
bu dili ama okudukça alışılıyor tabii. Duru’nun öykü evrenine girmek çok kolay
değil. Öyküler; gerçeküstücü unsurlar, metaforlar ve simgeler
üzerinden ilerleyen bir olay örgüsüne sahip genelde. Kafka ve varoluşçuluk
felsefesinin izdüşümleri de görülüyor. Özellikle “Karabasan” ve benim çok
sevdiğim “Küçük Sinekler”, tam Kafkaesk bir anlatıma sahip. Kitaba önsöz yazan
Murat Yalçın, Orhan Duru’nun öykücülüğüyle ilgili güzel tespitlerde bulunmuş.
Bu yazı okunduktan sonra yazarın yapmak istediği daha iyi anlaşılacaktır
sanırım. Yalçın burada, Duru’nun 50 Kuşağı içindeki yerini ve kimlerden etkilendiğini de belirtiyor.
5-8: Onur Çalı, Kaplumbağa Makamı,
Huma Kuşları, Geçen Sene Doğanlar ve Eksik Yıl: Yayına hazırladığı Parşömen
Sanal Fanzin’i ve “Dünlükler”i ilgiyle okuduğum Onur Çalı’nın dördüncü öykü
kitabı Kaplumbağa Makamı, Nisan ayında çıktı. Hazır bu kitabı okumuşken
öncekileri de okuyayım dedim ve Mayıs’ın ilk haftasını bu kitaplara ayırdım.
Onur Çalı, ilk kitabından bu yana kısa kısa öykü türünde yazıyor. 2012 tarihli Eksik
Yıl’ı en son okuduğum için yazarın kendi tarzını bulmada gittikçe ustalaştığını
söyleyebilirim. Eksik Yıl, duyuş ve düşünüş anlamında Çalı’nın diğer
eserlerinden çok farklı olmasa da teknik anlamda farklı. Eksik Yıl’da daha çok anlatmayı seçen yazar, giderek daha rafine bir öykü tarzına ulaşmış ve
fazlalıklardan arındırmış öykülerini. Bunun en iyi örneklerini Kaplumbağa
Makamı’nda görüyoruz zaten. Dört kitaba baktığımızda kişi, mekân, gönderme
yapılan eser, yazar veya olaylar arasında kimi ortak noktalar buluyoruz. Örneğin henüz Gezi olayları yaşanmamışken belki de güçlü bir
öngörüyle yazılmış olan Eksik Yıl’daki “Ağaçları Kurtarma Komitesi”, Geçen Sene Doğanlar’daki “Ağaç Baharı”nı
hazırlamış gibi. Gezi’yle ilgili yazılan kurmacalara karşı önyargılıyım genelde
ama bu öyküyü sevdim. Yakın tarihteki önemli bir olay kurmaca malzemesi yapılacaksa
böyle yapılmalı.
Çalı’nın öykülerinde sevdiğim
özelliklerden biri ironiyi kullanış biçimi. Özellikle yazı eylemi ve edebiyat üzerine
düşünürken yazdıklarında bu ironik bakış var. Geçen Sene Doğanlar kitabında yer alan “Kalın Bir Rüya” öyküsü “Değerlendirmelerinde,
yazılarında “küçük dünyalar”, “küçük insanlar”, “gündelik hayatın ayrıntıları”
gibi ifadeler kullanmaktan bıkmayanlara ithaf olunur” (s. 45) cümleleriyle
açılıyor. Bu sebeple Onur Çalı öykülerini değerlendirirken kullanılacak ifadelere
dikkat etmekte fayda var gibi 😊 Bu kitapta okurken yüzümü güldüren bir başka
öykü, benim de yaşadığım Eryaman semtinde geçen “DBGK (Eve Dönerken 2)" öyküsü.
Kitaplarda Eryaman’a dair bir şeyler okuyunca mutlu oluyorum nedense. Huma
Kuşları’nın, hatta bence Çalı’nın en iyi öykülerinden biri ise “İsa’ya Göre İsa”.
Anlatım tarzı ve çeşitli göndermeleriyle çok hoş bir metin. İsa, Çalı’nın başka
öykülerinde de öykü karakteri olarak çıkıyor karşımıza. Yazarın dinler tarihi
ve mitolojiye olan ilgisi onu bu tarz öyküler yazmaya itmiş.
Onur Çalı’yla Kaplumbağa Makamı’na
dair söyleşimizi oggito’da okuyabilirsiniz: https://oggito.com/icerikler/onur-cali-baslangicta-soz-vardi-hep-olacak/63980
9. Laura Esquivel, Lupita Ütü
Yapmayı Seviyordu: Meşhur Acı Çikolata romanını keyifle okuduğum ve bu dönem
derste de okuttuğum Laura Esquivel’in bu romanı Acı Çikolata ayarında değil
kesinlikle. Olay örgüsünün kuruluşu ve büyülü gerçekçi anlatım biçiminin
uygulanışı açısından iki roman arasında bir hayli benzerlik var ama bu kitap
bana biraz daha bestseller tarzı geldi. Acı Çikolata da kolay okunan ve iyi
vakit geçirmenizi sağlayan bir kitaptır ama burada teknik anlamda bazı acemilikler
var gibiydi. Bir de kitabı Marquez’i de çeviren İnci Kut çevirmesine rağmen çevirisi
hoşuma gitmedi. Kitapta kadın polis Lupita’nın belediye başkanının öldürülmesine
tanık olmasıyla başlayan olaylar zinciri anlatılıyor. Lupita’nın yaşadıkları
ekseninde Meksika devletinde gerçekleşen her türlü illegal olay, özellikle de
uyuşturucu kartellerinin devlet karşısındaki gücü eleştirilmiş. Meksika’nın
bizim ülkemizden çok da farklı olmayan devlet geleneğine ait çeşitli unsurlar yansıtılmış.
Bazı yerlerde de Aztek kültürünün değerlerine ve inanışlarına dair tarihi
bilgiler veriliyor. Meksika kültürüne özel bir ilginiz varsa okuyun derim lakin çok da gerek yok gibi 😊 Lupita da matrak bir karakter ama bir Tita
değil doğrusu. Ha bu arada Meksika, sana geleceğim umarım bir gün.
10. Selim İleri, Dostlukların Son
Günü: İlk Selim İleri okuma deneyimim geçen seneden bu yana devam ediyor. 1976
yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan bu kitaptan birkaç öykü okumuş ve
bir kenara bırakmıştım. Mayıs ayında tamamladım nihayet. İleri’nin öykülerinde
biz modern zaman insanlarına uzak gelebilecek bir mekâna bağlılık, geçmişe
özlem ve nostalji duygusu var. İstanbul’un muhtelif semtlerinde ve adalardaki
konaklarda, artık olmayan bir yaşam tarzının resmi çekiliyor. Genellikle üst
sınıftan gelen öykü kişileri arasında bu yaşamı deneyimleyen erkek çocuk
karakterler ön planda. Birçok öyküde yer verilen Kemal karakteri bunlardan
biri. Gerçi bu Kemal’in her öyküde aynı kişi olduğu söylenemez. Muhtemelen yazarın
kendi çocukluk günlerinden beslenerek yazdığı bir karakter Kemal. Benim bu
kitapta en sevdiğim öykü “Gelinlik Kız”. Erkek karakterimizin gittiği konaklarda
ve köşklerde karşılaştığı alt veya orta sınıftan, biraz kırılgan biraz da
kadersiz kızlardan biri olan İncilâ’nın hikâyesi anlatılıyor burada. Bu öyküyü
yüksek lisanstayken okumuş ve incelemiştik. Hatta o sıralarda öykü yazmaya
heveslenen ben, “İncilâ’nın Küçük Dünyasını Anlatır Karalamalardır” adıyla bir
şeyler yazmaya niyetlenmiş ve onun kısa notlarını bu blog’ta paylaşmıştım. Hey gidi
günler! İnsan Selim İleri okurken nostalji duygusuna kapılmadan edemiyor
doğrusu. Bu arada kitabın sonunda İleri’nin kitaptaki öykülerin yazılma serüveniyle ilgili söylediklerini de okuyun mutlaka. Diğer sevdiğim öyküleri de yazıp bitireyim: “Yarın
Ağlayacağım”, “Bütün İstanbul Bilsin”, “Kırlangıç Fırtınası”, “Dostlukların Son
Günü”, “Söyle Kalbim”.
11. Yalçın Tosun, Bir Nedene
Sunuldum: Tosu'un diğer iki öykü kitabı olan Peruk Gibi Hüzünlü ve Dokunma Dersleri hakkındaki paylaşımları geçen yaz
yapmıştım. Bir Nedene Sunuldum’u da
okuduktan sonra diyebilirim ki en beğendiğim Tosun kitabı hâlâ Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler
kesinlikle. Bir Nedene Sunuldum’da
yazar yine bildiğimiz gibi ama bu sefer okurken biraz sürprizin kaçtığını düşündüm. Yani daha ilk cümleleri okurken ardından neler geleceğini
tahmin edebiliyorum. Örneğin “Siyah Külot” öyküsünün başında sevişme sonrasında
giyinmeye çalışırken çorabını bulamayan bir erkek var. Ben okurken diyorum ki partneri
kesin erkek çıkacak ve eşcinsel aşkı anlatılacak burada. Hikâyenin gidişatının
bu kadar tahmin edilmesi iyi bir şey değil. Tosun’un tüm kitaplarını
okuyanlar da benimle aynı görüşte olacaklardır sanırım. Evet, biliyoruz yazarlar,
çoğunlukla aynı konuları dert ediniyorlar kendilerine ama Bir Nedene Sunuldum’un
bendeki yansıması bu oldu. Kitabın öncekilerde olduğu
gibi belirli izlekler etrafındaki bölümlerden oluşturulması da demin
bahsettiğim merak duygusunu zayıflatıyor sanki. Örneğin ilk bölümdeki öyküler
geçmişin ağırlığı ve gerçekleşmeyen arzular hakkındayken son bölümdekiler
yaşlılıkla ilgili. Ne okuyacağımız belli yani. Öykü evrenini sevdiğim Tosun’un belki de biraz farklı arayışlar içine girmesi gerekiyordur. Bu sebeple Tosun’un beşinci kitabını merakla bekleyeceğim.
12. Behçet Çelik, Düğün Birahanesi: Son
dönemde yazanlar arasında külliyatını tamamlamak istediğim birkaç yazar var.
Onlardan biri olan Behçet Çelik’in daha önce Kaldığımız Yer kitabını okumuştum.
Arada başka kitapları da var. Bu yüzden Çelik’in öykücülüğü nasıl bir değişim geçirmiş
olabilir tam bilmiyorum ama iki kitap arasında fark vardı bence. Kaldığımız Yer, daha politik ve güncel sorunlara odaklanıyordu. Düğün Birahanesi biraz daha
orta ve üst sınıftan ve genelde erkek karakterlerin hayat karşısındaki yalnızlık, yabancılaşma
ya da daha moda tabirle söylersek tutunamayışlarını anlatan öyküleri içeriyor. Bulundukları
mekâna sığamayan ya da orayı yadırgayan karakterler bunlar aynı zamanda. Kurgu
becerisi, ortak temalar etrafındaki duyarlığı ve meselesini ortaya koymadaki
başarısıyla göz dolduruyor buradaki on üç öykü. Geçenlerde Semih Gümüş şöyle
bir tweet atmıştı: “Bugünlerde Behçet Çelik’in bazı öykü kitaplarını yeniden
okuyorum. Bugünkü edebiyatımızın en iyi öykücülerinden biri Behçet Çelik. Öykü
nedir, nasıl yazılır, bunu en iyi bilenlerden”. Doğru bir tespit gerçekten.
Buradaki öyküleri okuduğunuzda “öykü böyle yazılmalı” diyorsunuz. Benim
sevdiğim bir öykü tarzı olduğu için de böyle düşünüyor olabilirim tabii. “Ötedeki”
ve “Çivi” en sevdiğim öykülerden ama “Ötesi Yok” bir başka sanırım. Duygusal
okur olarak “kendimden bir şeyler buldum” diyeceğim öykülerden. “Ya Alkol Olmasaydı”
ve birkaç öyküde daha yapılan Edip Cansever göndermeleri de çok hoştu. Cansever’in
şiirini hatırlatan bir hava da var Çelik’in öykülerinde. Okurken Cansever şiirleri
geldi aklıma. Kitaba ismini veren “Düğün Birahanesi” öyküsünden alıntıyla bitireyim.
Düğün salonundan çıkıp hemen yanındaki birahaneye gelen iki arkadaş, düğün
salonunun yanına neden birahane yapıldığını sorunca biri şöyle yanıtlar: “burası gelinin eski sevgilisinin efkârını dengelemek için düşünülmüş olmalı (s. 71).
13. Faruk Duman, Keder Atlısı: Behçet
Çelik için söylediğim şey Faruk Duman için de geçerli. İki yazarın başka bir
ortak noktası da öykü dışında roman ve deneme de yazıyor olmaları. Zaten Duman’dan
okuduğum diğer kitaplardan olan Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe, deneme; Köpekler
İçin Gece Müziği ise roman türündeydi. Duman’ın ilk deneme kitabı Adasız Deniz’e
de başladım bu arada ama bitmedi henüz. Keder Atlısı’na gelecek olursam, Çelik’in
öykülerine kıyasla anlatıma dayalı olay örgüsünün değil, çeşitli imgelerin çağrışımlarından yola
çıkarak resmedilmiş anlar ya da kesitlerin yer aldığı öyküler yazıyor Duman. Örneğin öykü kişisi
yerdeki halıya bakıyor ve orada gördüğü bir desen onu bir yerlere götürüyor. Duman,
her öyküde biçimsel denemeler yapmış. Benim sevdiğim bir öykü olan “Dere”de
kasabadaki dere kenarına yığılmış çeşitli hayatların nasıl paramparça olduğunu
okurken her bir karakterin ismini taşıyan bölümleri takip ediyoruz. Bunlar bir
şekilde birbirine bağlanıyor. Veya ilk öykü “Göz”de hayatının muhasebesini
yapmak için yaşadığı yerden doğduğu yere gelen anlatıcının evinde yaşadıklarıyla
otobüs yolculuğuna ait izlenimleri birbirine karışıyor. Hemen kendini ele veren
öyküler değil Duman’ınkiler. Okurdan emek ve sabır istiyor. O yüzden kısa bir
kitap olmasına rağmen yoğun bir okuma süreci oldu benim için. Yazarın farklı dil
kullanımı da zaman zaman beni uzak coğrafyalara ve kadim anlatılara götürdü
sanki. Örnek “Ziya’nın evden
çıkmadığıydı, sanılırdı ki artık böyle bir adam yoktur” (s. 73).
Daha çok öykü okuduğum bu zaman
dilimini yine Ergin Günçe şiirinden bir alıntıyla bitireyim: “Yaz kötü
başlamıştı, zaten hep kötü başlar” (s. 167). Umalım ki yaz güzel başlasın ve
hep öyle devam etsin. Bakalım yazın neler okuyacağız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder