12 Ocak 2017 Perşembe

Yalnızlık Kalesinde Bir Kader Sürgünü: Giovanni Drogo

İtalyan yazar Dino Buzzati’nin 1940’ta yayımlanan Tatar Çölü romanı, varoluşun anlamını sorgulayan ve okuru kendi yazgısı üzerinde düşünmeye iten bir romandır. Roman, Teğmen Giovanni Drogo’nun ilk görev yeri olan Bastiani Kalesi’ne gidişiyle başlar. Drogo; bir yanında Kuzey Krallığı’na ait topraklardaki uçsuz bucaksız bir çöl, diğer yanında sarp kayalıklar ve dağlar bulunan bu kalede dört ay kalmayı planlar. Ancak insanlardan ve yaşamın tüm nimetlerinden soyutlanmış olan kalede ömrünün otuz yılından fazlasını geçirir. Drogo; çölün gizemli cazibesi, alışkanlıklarının mutluluk veren rahatlığı ve zamana hükmedebileceğine dair inancıyla kendini olayların akışına bırakmış;  tatlı bir uyuşukluk ve mesleğinin gerektirdiği görev bilinciyle yıllarını harcamıştır.


Buzzati’nin romanı ile modernist edebiyatın öncülerinden Kafka’nın, varoluş problemine ait  felsefî düşüncelerini romanın kurgusal zeminine aktaran Albert Camus ve Jean Paul Sartre’ın eserleri arasında paralellik kurulmuştur. Bunun başlıca sebebi adı geçen yazarların eserlerinde “varoluşun anlamı” izleğinden yola çıkmalarıdır. Öyleyse Tatar Çölü ile Kafka, Camus ve Sartre’ın eserleri arasındaki benzerlikleri bularak yapılacak bir değerlendirme okura farklı bakış açıları kazandıracaktır. 

Kafka, eserlerinde 20. yüzyıl insanının yaşadığı tüm bunalımları, Kafkaesk adı verilen kendine özgü bir yapı ve anlatım tarzı içinde anlatmış; mizahî dili ve ironiye ağırlık veren üslûbuyla bireyin özgürlüğünü kısıtlayan hatta yok eden bürokrasiyi, aile kurumundan başlamak üzere tüm devlet mekanizmalarını eleştirmiştir. Kafka, dış dünyanın somut gerçekliğini bir yana bırakarak metaforlar aracılığıyla yeni bir gerçeklik düzlemi yaratır. Böylece böceğe dönüşen insanlar, ulaşılmak istenen bir hedef olarak belirlenen ama hiç ulaşılamayan mahkeme salonları ile şatolar yaratır. Buzzati de romanında varlığa ait problemleri sorgularken Kafka gibi çeşitli simgelerden yola çıkar. Buzzati’nin Tatar Çölü’nde yer verdiği simgeler; çöl, kale ve şehirdir. Drogo’nun yıllarca yaşadığı kale, onun içinden bir türlü çıkamadığı labirentidir. Aslında sadece Drogo değil; kaledeki tüm askerler, bir gün kaleden ayrılacaklarını düşünerek orada ömür tüketmişlerdir. Kale; yakınından yöresinden kimselerin geçmediği, geçmiş zamanlardaki stratejik önemini yitirmiş, eski bir sınır ucu kalesidir. Kale; insanın alışmak zorunda kaldığı, tekdüze, hiçbir sürprize ve gelişmeye yer vermeyen, hep aynı akışta ilerleyen hayatı temsil eder. Uçsuz bucaksız, üzeri daima kalın bir sis perdesiyle örtülmüş olan Tatar Çölü ise umut ve güzel düşlerle dolu bir geleceği simgeler. Askerler, bir gün kuzeyden büyük bir askerî birliğin geleceğini ve savaş çıkacağını ümit ederler. Bu ümit, onları kaledeki yaşama bağlayan tek şeydir. Drogo, kaleye ilk geldiği günlerde saraylar, kiliseler ve romantik caddelerle dolu şehri özlemiş; sık sık şehir hayatı ile kaledeki hayatı karşılaştırmıştır. Şehir; yüce, ideal ve özlenen bir hayatı temsil eder. Ancak Drogo, kaledeki yaşama alıştıktan sonra şehir hayatına, hatta şehirdeki annesi ve sevgilisine bile yabancılaşır.

Kafka’nın devlet mekanizmalarına yönelik eleştirisi, Tatar Çölü’nde Buzzati tarafından askerlik mesleğine ve bu mesleğin hiyerarşik düzenine karşı geliştirilmiştir. Askerler; uzun yıllardır önemini yitirmiş bir bölgeyi korumak için sabah akşam nöbet tutarlar, yüce bir sorumluluk duygusu ve görev bilinciyle mesleklerinin tüm yükümlülüklerini aksatmadan yerine getirirler. Kaledeki düzen yönetmeliğe göre sağlanır, askerler yönetmeliğe uymak zorundadır. Yönetmelik; hiçbir işlevi olmayan, saçma sapan kurallara uymayı gerektirir. Hatta yönetmelik gereği bir asker, en yakın arkadaşı olan bir başka askeri parolayı bilmiyor diye gözünü kırpmadan vurabilir. Ortada ne bir düşman ordusu ne de herhangi bir tehlike varken, askerlerin yönetmeliğe uyma çabası gülünç hatta saçma bir hâl alır. Buzzati, alaycı üslûbuyla yönetmelik ve askerlerle dalga geçer. Askerî düzeni aksatmadan işletmeye çalışan bu askerler, bir süre sonra ne yaptıklarının farkında olmayan otomatlar hâline gelirler. Askerler özgür iradeleriyle hareket eden bir “özne” değil, içinde bulundukları hiyerarşik düzenin tüm kurallarını yerine getirmeye çalışan silik birer “nesne”dir. Buzzati, sıradan hayatlarını bir kahramanlık destanına çevirmeye çalışan askerleri gülünç bir duruma sokar. Drogo ve bütün askerlerin hayatı birer yanılsamadan ibarettir aslında. Askerler, çöle ve oradaki düşmanlara dair birtakım efsaneler uydururlar ve gerçek olmadıklarını bildikleri hâlde efsanelere sığınma ihtiyacı duyarlar.  Çünkü onlar, sıradan bir yazgıya sahip olmayacaklardır. Tarih; birer cesaret, güç ve onur timsali olan bu askerlerin hikayelerine de kahramanlık destanlarında yer vermelidir.



“Saçma” kavramını geliştiren Camus’ye göre insan, eninde sonunda ölümle sonuçlanacak olan hayatın saçmalığını kabul etmeli ve buna göre yaşamalıdır. Drogo, kaleye geldikten kısa bir süre sonra yönetmeliğe, nöbet değişimlerine, çölün üzerindeki sis tabakasına, sevimsiz bulduğu odası ve eşyalarına, onu bir türlü uyutmayan sarnıcın sesine, satranç partilerine ve at yarışlarına alışır; yazgısını değiştirme çabasını anlamsız ve saçma bulur. Gizli bir güç onun kaderini bu kaleye bağlamıştır sanki. Drogo, henüz romanın başında huzursuzdur ve uzun yıllardır beklediği şey -subay olmak- gerçekleştiğinde yaşamında büyük bir değişikliğin olacağını hissetmektedir. Alışkanlıklarının esiri olmuş, edilgen ve iradesiz Drogo, kaderine boyun eğer ve yaşamını değiştirmek için hiçbir çaba göstermez. Zaten önceden belirlenmiş bir yazgıya karşı savaşmak saçmadır.

Buzzati’nin kahramanı Drogo’nun alışkanlıkların tatlı uyuşukluğu içinde zamanla hiçbir şeyi yadırgamadan hayatına devam etmesi ile Camus’nün Yabancı romanının kahramanı Meursault’nun annesinin ölümüne ve durup dururken bir insanı öldürüp katil olması gerçeğine kolayca alışması arasında benzerlik vardır. Meursault, “İnsan eninde sonunda her şeye alışır.” ( Camus, 2008:77) fikrini savunur. İnsanın her şeye alışmasını sağlayan zamandır. Buzzati, zaman kavramı üzerinde özellikle durur ve zamanı genellikle bir nehre ya da yola benzeterek tasvir eder. Yaşam defterinde sayfalar arka arkaya çevrilirken zaman denilen yolun hiç bitmeyeceği sanılır; ama yolculuk nihayet “ufukta ölçüsüz, hareketsiz ve kurşun rengi bir denizin çizgisi belirene kadar” ( Buzatti, 2011:50) devam edecektir. İnsanın bu akışta hiçbir rolü olmaması varoluşu anlamsızlaştırır.

Drogo; Yabancı’nın Meursault’su, Kafka’nın Gregor Samsa ve Josef K’sı, Sartre’ın Roquentin’i gibi yalnız bir insandır. Drogo, kalede geçirdiği ilk akşamda dünyada ne kadar yalnız olduğunu hissetmiştir. Ardından geçen yıllarda bu yalnızlık duygusu giderek artar. Hatta Drogo, dünyada kendisine en yakın kişi olan annesinin bile zaman geçtikçe kendisinden uzaklaştığını hisseder. Ömrünün son dönemlerinde dünyadaki tüm insanların tek başına olduklarını düşünür: “İşte tam da o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne kadar büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.” ( Buzzati, 2011: 193)

Drogo’nun annesi ve sevgilisi ile kurduğu ilişki de Meursault’nun ilişkilerine benzer. Meursault annesini sevmesine rağmen yaşamın saçmalığını bildiği için onun ölümünü oldukça olağan karşılar hatta bu gerçeklik karşısında kayıtsız bir tavır takınır. Drogo da geçen zamanla birlikte annesiyle arasında oluşan soğukluğa alışır ve annesine karşı bile içten olamayacağını düşünür. Meursault kendisini seven Marie’ye karşı nasıl kayıtsızsa Drogo da Maria’yla evlenmekten vazgeçmiş ve kaleye geri dönmüştür. Ancak Meursault ile Drogo arasında belirgin bir fark vardır: Meursault, kişiliğine bir yön vermeye çalışan toplumsal kalıpların hiçbirine girmemiş, kendi bildiğini okumuştur. Oysa Drogo karşı çıkmadan yazgısına boyun eğmiştir.

Jean Paul Sartre’ın Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin de Drogo gibi hayatını yemek yemek, uyumak, kitap okumak gibi belli rutinler çerçevesinde devam ettiren, yalnız ve güçsüz biridir. Ancak Roquentin, her şeyi olduğu gibi kabullenen Drogo’nun aksine durmadan varlığını sorgular, hatta kendi varoluşundan belirsiz bir tedirginlik ve utanç duyar. Dünyanın saçmalığını yüreğinde bulantı hissedecek derecede açık seçik görebilen Roquentin, bulantıdan kurtulamayınca tarih kitabı yazmak için yaptığı araştırmayı yarıda bırakır ve Paris’e yerleşir. Drogo ise hayat için çabalamanın saçma olduğunu anlayınca ideal bir hayatın merkezi olan şehre dönmemiş, kalede kalmıştır. Otuz yılın ardından kalede herkesin beklediği mucize gerçekleşmiş ve düşman askerleri çöl sınırından harekete geçmiştir. Ancak Drogo çok hastadır ve savaşta hiçbir işe yaramayacağı için kaleden uzaklaştırılmıştır. Drogo’nun bütün ömrünü bir mucize için kalede heba etmesi hiçbir işe yaramamıştır. Drogo sonunda en büyük düşman olan ölümle karşı karşıya kalır.

Kuşkusuz ki Tatar Çölü, Bulantı gibi felsefî bir roman değildir. Sartre, felsefî görüşlerini temellendirmek için kendi sözcüsü ilan edebileceği bir roman karakteri yaratmış; onun iç hesaplaşmalarını, çelişkilerini dile getirirken aynı zamanda kendi düşüncelerini de aktarmıştır. Oysa Buzzati, Kafkaesk romanın kimi unsurlarını kullanmasına rağmen geleneksel roman anlayışının dışına çıkmamıştır.

Tatar Çölü romanının gizemli ve karanlık bir atmosferi vardır ve bu, okuyucuyu tedirgin eder. Okuyucu tıpkı Drogo gibi yaşam savaşında başarısız olacağını, kendi kalesine hapsolup kalacağını ve mucize getireceğini beklediği bir çöle bakmanın yararsızlığını fark eder. Kendi yaşam defterinin yaprakları da hızla çevrilmekte ve sona yaklaşılmaktadır. O zaman yaşamın anlamı nedir? Tatar Çölü, okuyucuyu kendisi ve yaşamıyla yüzleşmeye çağıran ve düşündüren  bir romandır. Her iyi okuyucunun böyle anlamlı bir okuma deneyiminden geçmesi gerekir.

Kaynaklar
Dino Buzzati, Tatar Çölü, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
Albert Camus, Yabancı, İstanbul, Can Yayınları, 2008.
Franz Kafka, Dava, İstanbul, Can Yayınları, 2005.


* Ayraç Dergisi'nin Eylül 2011 tarihli 23. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder