Ayfer
Tunç'un yazarlığının yirmi beşinci yılında yayımlanan Dünya Ağrısı, hiç
tereddütsüz söyleyebilirim ki son yıllarda okuduğum en etkileyici kitaplardan
biri. Yolları kasabaya benzeyen bir Orta Anadolu şehrinde kesişen iki dostun
hikâyesini merkeze alan roman, bizi insan olmanın açmazları üzerinde düşünmeye
itiyor.
Kitabın
başkahramanı Mürşit, derinliği olan bir karakter. Yaşama uzaktan bakan Mürşit'in
yalnızlığı, huzursuzluğu ve etrafındaki her şeye, herkese yabancılaşması çok
iyi resmedilmiş. Mürşit, etrafındaki insanlarla ilişkisini minimum düzeye
indirmiş, yaşamın gündelik dertleriyle ilgilenmiyor. Sürekli bir suçluluk
hissiyle mücadele ediyor. Kendini yaşadığı şehre ait hissetmese de atalet, onu
öyle esir almış ki eyleme geçme gücü yok. Mürşit'in eylemsizliğinin
sebeplerinden biri de vicdan yükü. Kendilerine karşı derin bir bağlılık duymasa
da ailesini bırakmayı göze alamıyor.
Kitap,
Mürşit'in rüyasıyla açılıyor ve rüya sahneleri romanın farklı yerlerinde ortaya
çıkarak Mürşit'in geçmişi ve iç dünyası hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor. Mürşit'in
hayatını etkileyen sırrı da ona işlediği suçu hatırlatan çocukluk arkadaşı
Cumhur'un rüyasına girmeye başlamasından sonra öğreniyoruz. Olaylar taşranın
kendine özgü, ağır akan zamanında anlatıldığı için romanda çok fazla hareket
yok. Olay yerine diyaloglar, iç monologlar ve rüya sahneleri aracılığıyla karakterleri
tanıyoruz.
Kitabın
ikinci kahramanı Madenci ise tıpkı Mürşit gibi yalnızlığının kabuğunda yaşayan
biri. Geçmişine ait sırrının ağırlığını taşıyarak İstanbul'u terk edip maden
ocağında çalışmak için Mürşit'in yaşadığı şehre geliyor. Mürşit ve Madenci
birbirlerini yaralarından tanıyan iki arkadaş olarak başka kimsenin
anlayamayacağı bir bağ kuruyorlar zaman içinde. Dağlara bakıp düşüncelere
daldıkları rakı sofralarında kurtulmaya çalışıyorlar dünyanın ağırlığından.
Ayfer Tunç, hikâyelerini genellikle erkek kahramanlar aracılığıyla anlatır.
Dünya Ağrısı'nda da durum değişmiyor; ancak Mürşit'in işlettiği otelde kalan
Madenci'nin iç dünyası Mürşit'inki gibi ayrıntılı bir şekilde işlenmemiş. Yazar,
başta Mürşit'in karısı Şükran olmak üzere hepsi de kendilerine özgü mutsuzluklar
biriktiren kadınları da anlatıyor arka planda. Madenci'nin intihar eden karısı
Arzu, Pehlivan'ın kendini uçuruma bırakan kızı, Mürşit'le Şükran'ın kızı Elvan
romanın diğer kadın karakterleri.
Mürşit, babadan kalma oteli işletiyor şehirde. Babası gibi olmak istemediği için baba
yadigarı otele fazla sahip çıkmıyor. Felsefe okumak için şehri terk edip
İstanbul'a gittiğinde hayatın anlamını bulacağını zanneden Mürşit, babasının hastalığı nedeniyle okulu bırakıp
şehre geri dönüyor. Bundan sonra Mürşit'in hayatı hiç de istemediği bir yönde
ilerliyor. Yatalak bir babası, kendisinden "evin reisi" olmasını
isteyen bir annesi ve bakılması gereken kız kardeşleri var. Mürşit sevmediği,
sevemediği için hicap duyduğu Şükran'la evleniyor ve yıllarca aynı döngü içinde
sürecek bir hayata başlıyor. Tabii bu hayata ait hissetmiyor kendini hiçbir
zaman.
Ayfer
Tunç, karakterlerini yaşadıkları mekânın içinde anlatmayı seven bir yazar.
Mekânın çoğu zaman simgesel bir değeri de var romanlarında. Toplumun farklı
kesimlerinden gelen insanları bir mekâna toplayarak hayatlarının izlerini
sürüyor. Bir Karadeniz şehrinde geçen Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan
Kısa Tarihi romanında, sırtını denize dönmüş bir yamaçta kurulmuş olan akıl
hastanesi nasıl Türkiye tarihinin panoramasını sunan bir mekânsa Dünya
Ağrısı'nda da Mürşit'in oteli ve yaşadığı şehir, içinde barındırdığı insan
hikâyeleriyle simgesel bir mekâna dönüşüyor. Otel, Mürşit'in uzaklara
gidemeyişini, hep aynı yerde kalmaya yazgılı oluşunu da imliyor aynı zamanda. Otel, nasıl yıllardır değiştirilmeden kalmışsa, bakımsızlıktan dolayı şehre gelen "ayaktakımının"
sığınağı hâline gelmişse Mürşit de yıllardır değişmeyen bir akışın içinde asılı
kalmış gibi duruyor.
Romanda
olaylar bir Orta Anadolu şehrinde geçiyor ama tam olarak belli bir şehirden
bahsetmiyor yazar. Çünkü kitabın yayımlanmasından sonra yaptığı röportajlarda
dile getirdiği gibi İstanbul dışında koca bir taşradan oluşuyor Türkiye. Ayrıca
mekânın simgesel değeri de olduğu için belli bir adresi işaret etmemesi gerekiyor.
Şehrin silüeti değişirken ağaçlar kesiliyor, meydanlar küçülüyor, lokantalar
azalıyor, meyhaneler kapatılıyor. "Ufukları kararmış, parksız, kelebeksiz,
arkadaşsız bir şehir" burası. Yazar, taşranın kendi içine kapanan
dünyasındaki ikiyüzlülükleri ve yalanları resmediyor. Romanda bir de şehir
halkının altın bulma hayalinden bahsediliyor. Yaşamlarını boş bir umuda
bağlayan halk, şehirde altın madeni açılacağı söylentilerinin ardından zengin
olma hayaline kapılıyor. Bu onlar için kabuklarını kırma anlamı taşıyor.
Edebiyatımızdaki
taşra algısı hakkında çokça tartışıldı son yıllarda. Taşrayı romantik ve
nostaljik bir atmosferde anlatan yazarlar olduğu gibi Nurdan Gürbilek'in
deyimiyle "taşra sıkıntısı"nı anlatan pek çok yazar ve yönetmen de
var. Sinemada taşra sıkıntısının son örneğini Nuri Bilge Ceylan'ın Altın
Palmiye kazanan filmi Kış Uykusu'nda izledik. Taşra sıkıntısını anlatan
eserlerde varoluşçu felsefenin etkisi görülür. Dünya Ağrısı'nda Mürşit'in
yaşamının tekdüzeliği Albert Camus'nün absürt felsefesinden ilham alınarak
yazılmış. Ayrıca Mürşit'in ve Madenci'nin ağzından yaşamın anlamsızlığı üzerine
aforizma niteliği taşıyan cümleler duyuyoruz. İplerini başkalarının çektiği bir
kukla gibi hareket eden Mürşit, karşılaştığı olaylar ve durumlar karşısında
tercih yapmayıp "ikisi de bir" diyen Yabancı'nın kahramanı Meursault'yu
hatırlatıyor. Dünya Ağrısı, Türk ve dünya edebiyatından farklı eserlere açık ve
kapalı göndermeler yapan bir roman. Ayfer Tunç belli ki kurguyu tasarlarken
sevdiği yazarlarla bir bağ kurmak istemiş. Romanın asıl mekânlarından birinin
otel olması da akla hemen Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'ni getiriyor.
Romanda
yabancılaşma ve baba-oğul çatışması temaları ön planda. Mürşit, "Bende
gördüğün her şey babamla başlar." diyen Aylak Adam (Yusuf Atılgan) gibi hayatını otele ve
şehre hapseden babasına karşı müthiş bir öfke duyuyor. İstediği hayatı
yaşayamamasının sebebi olarak gördüğü babasını sevmiyor. Erkek evlat olmanın
ağırlığı ve sorumluluğu altında ezilmiş olan Mürşit, iyi bir baba olmayı da
beceremiyor Mürşit'in oğluyla kurduğu ilişki sağlam değil. İçindeki özgürlük
isteğinden dolayı Özgür adını verdiği oğlu, Mürşit'in yapmak istediklerinin tam
tersini yapan, geleceğe dair hayalleri olan ve şehir halkının tasvip ettiği bir
hayatı yaşayan "normal" biri. Oysa normallik Mürşit'in en çok
korktuğu şey.
Kitaba
adını veren "dünya ağrısı", Almancadaki "weltschmerz"
teriminin Türkçesi. İlk kez Johann Paul Friedrich Richter tarafından kullanılan
bu kavram, 19. yüzyıl Alman romantiklerini etkilemiş, ardından da farklı
yazarlar ve filozoflar tarafından kullanılmış. İnsanın hayat karşısında duyduğu
iç sıkıntısı ya da varoluş ıztırabı olarak tanımlabilir. Mürşit başlangıçta
dünya ağrısını sadece kendisinin ve onun gibi olan birkaç kişinin -Madenci,
Pehlivan- çektiğini zannediyor. Oysa vicdan sahibi, dünyada yaşanan haksızlıkların farkında olan herkes dünya
ağrısı çekebilir. Mürşit'in sıradan bir hayat yaşadığına üzüldüğü kızı Elvan
bile; "Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten, baba... Dinmeyen bir
ağrı." (s.242) diyerek herkesin içindeki dünya ağrısıyla yaşadığını
söylüyor. Yazarın deyimiyle içinde yaşadığımız "duygusal taşlaşma
çağında" herkesin içinde bir ağrı var.
Mürşit, geçmişte yaşadıklarını hatırladıkça içindeki ağrıyan yeri kapatmaya çalışıyor.
Fazla ipucu vermek istemem ama romanın sonunun beni şaşırttığını
söyleyebilirim. Romanda intihar vurgusu sıkça yapılırken, karakterlerden ikisi
intihar etmişken, Yusuf Atılgan'ın Zebercet'inin hayali otelin içinde
gezinirken okur bir intiharla karşılaşacağı hissine kapılıyor ama Mürşit,
Madenci'ye hikâyesini anlatıp içini döktükçe onu nefessiz bırakan ağrıyı biraz olsun
dindiriyor.
Mürşit, iç sıkıntısını giderebilmek için şehirdeki kırtasiyeden bir kitap alıyor. Kitabın
ilk cümlesi şöyle: "İnsan bir uçurumdur." Romanın farklı yerlerinde
karşımıza çıkan bu leitmotif, Rumen yazar ve filozof Emil Cioran'dan alınmış.
Ezeli Mağlup, Çürümenin Kitabı, Tarih ve Ütopya gibi kitapların yazarı Cioran,
edebiyatçıları fazlasıyla etkilemiş bir düşünür. Nihilist düşünceleri ve
karamsarlığıyla bilinen Cioran, aforizmalarıyla da dikkat çekiyor. Ayfer Tunç
da bu kitabı yazarken anlatmak istediklerini destekleyen bir cümle olarak
kullanmış "İnsan bir uçurumdur"u.
Ayfer
Tunç, dertleri olan bir yazar. Roman yazarken farklı anlatım teknikleri denese
de üzerinde kafa yorduğu meseleler tekniğin bir adım önüne geçiyor. Kitaplarını
okuduğumuzda dünyayla ilgili dertleriyle yazı yoluyla hesaplaşmak isteyen bir
yazar kimliğiyle karşılaşıyoruz. Üstelik kendisi de yarattığı karakter Mürşit
gibi dünya ağrısı çektiğini ifade ediyor. (http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/yetmis-alti-milyon-depresyondayiz-390222)
Bu yüzden varoluşçuların aksine yarattığı karakterlerin bunalımının toplumsal
arka planını da gösteriyor. Mürşit'in hikâyesini toplumsal olaylara bağlayan
zeminde geçmişle hesaplaşma, vicdan, adalet, hafıza, şiddet ve toplumsal bellek
temaları ön plana çıkıyor. Şehirde yaşayanların hayat hikâyeleri ile birlikte
Maraş katliamı, mezhep ve inanç farklılığı, linç kültürü gibi meselelere
değiniliyor, bu ülkedeki şiddetin kısa bir tarihçesi veriliyor romanda. Ancak
yine olaydan çok, olayların Mürşit'in iç dünyasına olan etkilerini yansıtıyor
yazar. Bu hikâyelerin her biri başka öykülerin, romanların konusu olabilecek
nitelikte.
Romanda
sinematografik unsurlar var. Bu hikâye bir film olarak da izlenmeli diyorsunuz.
Mürşit'in eylemsizliği, karakterlerin derinliği, taşranın ağır işleyen zamanı
ve mekânın olanakları bize iyi bir film izleyeceğimizi düşündürüyor. Hatta bu
filmi Zeki Demirkubuz çekmeli diye düşünmeden edemedim. Demirkubuz'un çektiği
Masumiyet ve Kader filmlerinin otelde geçen sahneleri ile Dünya Ağrısı'nda
otele gelen müşterilerin yaşadıkları ve konuştukları arasında bir paralellik
kurduğumu da söyleyebilirim.
Dünya
Ağrısı, çok kolay okunan bir kitap değil. Mürşit'in iç dünyası gibi durgun
ilerliyor. Kelimelere bir ağırlık vermiş sanki yazar, kelimelerle ördüğü dünya
aracılığıyla bizim de dünya ağrısını duyumsamamızı istiyor ve bunu başarıyor.
Üstelik vicdanımızda yaralar açıyor ve soruyor: Haksızlıklar karşısında ses
çıkaracak mıyız yoksa her şeyi kabullenecek miyiz? Bitirdikten sonra hemen
kenara konulacak bir kitap değil Dünya Ağrısı. Bir süre rahatsız edecek, hatta
ürkütecek. Çünkü biliyoruz hepimiz: "masum değiliz, hiçbirimiz."
Bu yazı ilk olarak egositokur.com'da yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder