12 Ocak 2017 Perşembe

İçinden taşra, çocukluk ve hüzün geçen öyküler


2000'lerin başından itibaren ortaya çıkan genç öykücülerle birlikte Türk öykücülüğünde yeni bir dönemin başladığı söylenebilir. Öykünün çoğu zaman romanın gölgesinde kalan bir tür olduğu düşünülse de son zamanlarda edebiyat dergilerinin sayısının artmasıyla ve blogların yeni bir yazı alanı olarak kullanılmasıyla birlikte genç öykücüler seslerini daha kolay duyurmaya başladılar. Genç öykücüler kuşağının son temsilcilerinden biri de Mahir Ünsal Eriş. Yazarın geçtiğimiz yıl yayımlanan ve büyük bir ilgiyle karşılanan ilk kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, bazı okurlar tarafından henüz keşfedilmişken yazarın ikinci öykü kitabı Olduğu Kadar Güzeldik kısa bir süre önce raflardaki yerini aldı.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'de daha çok Çanakkale, Bandırma ve Erdek civarında geçen, yazarın çocukluk ve ilkgençlik dönemlerindeki gözlemlerinden yola çıkarak yazdığı on dört öykü var. Bu öykülerin birkaçında yazar, Ankara'ya uğrasa da öykülerin asıl mekânı taşra. Yazar bize bu öykülerde en yakın arkadaşları ölünce canı sıkılan, ölümü tatil gibi bir şey sanan, Allah'tan korkup Atatürk'ü seven, konsomatris posterine bakıp ablasını özleyen erkek çocuklarını; olmadık zamanlarda giden kadınları, kanserden ölecek olursa diye kendisinden çok çocukları için üzülen anneleri, biten aşkların ardından acı çeken genç kızları anlatıyor. Herkesin kendisine yakın hissedeceği, her zaman ve her yerde karşılaşabileceğimiz insan portreleri çiziyor. Bu öykülerde sesi bangır bangır çıkan bir gündelik hayat var.



Türk edebiyatında taşra, farklı dönemlerde farklı bakış açılarıyla anlatılmış ve tasvir edilmiş bir mekândır. Taşra, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Cumhuriyet aydınlanmasının etkilerinin hissedildiği, yeni gelişmeye başlayan ve aydınların tanımaya çalıştığı uzak bir coğrafyaydı. Taşra bazı yazarlar tarafından huzur, sakinlik ve dinginlik verdiği için sığınılan veya kaçılan bir yer olarak tasvir edildi.  1950'lerden sonra ise varoluşçu edebiyatın etkisiyle taşra; tekdüzeliği, geri kalmışlığı ve yabaniliği ile orada olmaktan sıkıntı duyulan bir mekân olarak görüldü. Pek çok yazar Nurdan Gürbilek'in deyimiyle "taşra sıkıntısı"nı duyumsadı ve bunu eserlerine yansıttı.[1] Edebiyattaki bu taşra algısı Türk sinemasında da benzer eğilimlerle varlığını sürdürdü. 2000'li yıllarda Nuri Bilge Ceylan (Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak, Bir Zamanlar Anadolu'da), Semih Kaplanoğlu  (Yusuf Üçlemesi: Yumurta, Süt ve Bal) ve Reha Erdem (Beş Vakit) başta olmak üzere yönetmenler  "taşra sıkıntısı" ile ilgili filmler çektiler ve çekmeye devam ediyorlar. Her ne kadar bugün merkez-taşra ayrımı eskisi kadar belirgin olmasa da Mahir Ünsal Eriş de öykülerinde bugün yaşadığı "merkez"den kendi taşrasına bakıyor; ancak onun taşrası sıkıntı duyulan bir yer değil. Kimi zaman hüzünle kimi zaman da neşeyle hatırlanan bir çocukluk diyarı. Belki de bu neşenin sebebi yazarın taşrasının uçsuz bucaksız bozkırlara değil, denize bakmasıdır. Buraya hüzün; yaz sonunda kalabalık azalınca, tatilciler evlerine dönünce, sahiller boşalınca çöker.

Her iki kitapta da öykülerin çoğu yazlık sinemaları, çay bahçeleri ve evlerden yükselen kederli müzikleriyle hatırlanan 1980'lerde geçiyor. 80'lerin siyasi ve toplumsal atmosferinin etkileri öykülerin hepsinde kendini hissettirse de birkaç öyküde belirgin olarak ortaya çıkıyor. İlk kitaptaki "Vakitlice Gelmeyen Çiş" öyküsünde bir yanlışlık sonucu karakola alınıp dövülen Ali'nin, ikinci kitaptaki "Kanatlarımız Olsa Be Metin" ve "Stoper"de ise bir zamanlar devrim olacağına inanan eski devrimcilerin öyküsünü okuyoruz. Mahir Ünsal Eriş, bize sadece bir daha geri gelmeyecek çocukluk yıllarını değil, daha adil bir dünya düzeni hayal eden; ancak ideallerini gerçekleştirememiş  ya da inandığı değerlerin çöktüğünü görmüş bir kuşağı da anlatıyor. Bu yüzden Eriş'in öykülerinde nostaljik bir yan olsa bile her iki kitabı da son zamanlarda popüler hale gelen, 80'lerde ya da 90'larda geçen bir çocukluğu nostaljik ve romantik bir havayla anlatan eserlerle bir tutmamak gerekir. Yazar kendi gözlemlerini yansıtırken bir dönemi  ve o dönemin insanlarını da anlatmıştır.

İkinci kitap Olduğu Kadar Güzeldik'te ilk kitaptakine benzer temalar, yine benzer bir dil ve üslupla anlatılıyor. Yazar yine Çanakkale, Bandırma ve Biga civarında dolaşıyor; arada bir Ankara, İstanbul ve Samsun'a uğruyor. Bu sefer ilk kitaptakilere göre daha uzun olan sekiz öykü var kitapta. Buradaki "Zehir Miktarda" öyküsü Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'deki "Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar" öyküsünün; "İşe Çıkılacak Gün" ise yine ilk kitapta yer alan "Mektup Yazacak Gün" öyküsünün ayrı bir versiyonu gibi. Yazar, ilk kitaptaki öyküleri farklı karakterlerin gözünden yeniden yazmış. "Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar" anlatıcının, çocukluk arkadaşı Serkan'ın ölümünü çok naif bir dille anlattığı ve ölüm olgusuna çocuk gözüyle yorum getirdiği bir öyküyken, Serkan'ın gerçek ölüm nedenini yetişkinlerin dünyasına ait gerçeklerle anlatan "Zehir Miktarda" ilk öyküyle aynı etkiyi yaratmıyor. Mahir Ünsal Eriş, Olduğu Kadar Güzeldik'te yalnızlıktan ne yapacağını şaşıranları, bir zamanlar devrime inanan güzel abileri, kanat takıp uçmak isteyenleri, para için her şeyi yapmayı göze alanları anlatıyor. İlk kitapta anneler, ikincide ise baba-oğul ilişkisi ön plana çıkıyor. Olduğu Kadar Güzeldik ile ilgili iki önemli handikap var. Birincisi çok iyi bir ilk kitabın ardından yazılmış olması. Her iki kitapta da yazar, aynı mekânlarda benzer kişi ve temaları anlattığı için ikinci kitap  -bir öykü kitabı olmasına rağmen- ilkinin devamı gibi algılanıyor. İki kitabın kapağında da aynı çocuğun olması bu izlenimi pekiştiriyor. Öykülerin bazıları gözlemci anlatıcının bakış açısıyla yazılsa da çoğu kahraman anlatıcının ağzından çocuksu bir dille yazılmış. İkinci handikap da burada ortaya çıkıyor. Öykülerdeki dilin benzerliği ve aynı karakterlerin iki kitapta da ortaya çıkması zaman zaman öyküleri tek bir kişinin başından geçen olaylarmış gibi okumamıza neden oluyor.



Yazarın öykülerinin etkileyiciliği, gücünü en çok dilinden alıyor. Eriş, karşısında kim olduğunu bilmediği bir okur kitlesi değil de, samimi arkadaşları varmış ve onlarla konuşurmuş gibi yazıyor öykülerini. Oldukça yalın bir dille hem eğlenceli hem de hüzünlü bir öykü evreni yaratıyor. Olduğu Kadar Güzeldik'in arka kapağında Eriş'in "hüzünlü mağlupların iyimser yazarı" olarak tanımlanması boşuna değil. Modern zamanların anlatıcısı olarak Eriş, çok iyi bildiği insanları ve mekânları anlatırken doğallıktan uzaklaşmıyor. Atasözlerini ve deyimleri kullanmayı da seviyor. Arkadaşını "Sarışın ve çilli bir karnabahara benzerdi Serkan'ın kafası." (B.B. F.Ç.E., s.7) diye tarif ederken Erdek'i şöyle anlatıyor: "Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun." (O. K. G., s.23) Yazma eylemine büyük anlamlar yüklemeyen Eriş, bir konuşmasında kendisi için anlatmanın esas olduğunu söylüyor: "Benim için yazmak bu kadar karmaşık ve üzerine düşünülmüş bir süreç değil. Anlatacağım, anlatmak istediğim şeyler vardı benim. Onları da öykü olarak anlattım. Kendim için anlattıklarım bir öykü formuna oturdular, öykü oldular. Kasti olarak ben öykücü olmalıyım, ben anlatsam anlatsam öykü anlatırım niyetiyle başladığım bir anlatma uğraşısı değildi.”[2]

Eriş'in dili ve üslubu, yazarın kitapları hakkında yazılar yazan kişiler tarafından genellikle Barış Bıçakçı'yla mukayese edildi. Her iki yazar da edebiyat yapma hevesine düşmeden gündelik hayatı olabildiğince sade bir dille anlattıkları için Eriş ve Bıçakçı'nın birbirine yakın bir yazma tarzları var. Ancak bu benzerlik o kadar sık vurgulanıyor ki Eriş, bu durumdan muzdarip olduğunu "Kişisel Barış Bıçakçı Hikayemdir, Kınamayın!"[3] yazısında esprili bir dille anlatıyor.  Aralarındaki benzerliğe rağmen Barış Bıçakçı'nın Eriş'ten farklı bir üslubu var. Eriş'in yazısında da belirttiği bu farklılık özellikle Bıçakçı'nın aforizma kullanma alışkanlığında ortaya çıkıyor. Üstelik Bıçakçı'nın romanları da öyküleri de ilk okunduklarında tam olarak anlaşılmayan, yoruma açık anlatılardır. Eriş'in öykülerinde ise böyle bir özellik yok. Mahir Ünsal Eriş'in üslubu Bıçakçı'dan ziyade Emrah Serbes'in üslubuna yakın. Günümüzde genç yazarların birçoğu (özellikle Afili Filintalar yazarlarının bazıları) günlük hayatın sıradan olayların konuşma dilinden çok uzaklaşmadan anlatma eğilimindeler. Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler kitabındaki erkek çocuk öykülerinin bazıları Eriş'in anlattığı çocukluk öykülerine yakın bir tarzda yazılmış. Eriş'in kahramanları da bir tür "erken kaybendenler".

Mahir Ünsal Eriş henüz yeni bir yazar olmasına rağmen yazdıkları merakla beklenen yazarlardan biri oldu. Okurlar içinden taşra, çocukluk, hüzün ve biraz da futbol, arabesk müzik (Ferdi Tayfur ve Yıldız Tilbe) ve Türkan Şoray geçen bu öyküleri çok sevdi. Şimdi yazarın yeni öyküleri ve romanı bekleniyor. Mahir Ünsal Eriş okuru olmak güzel bir şey. Üstelik söylenişi bile güzel.

* Bu yazı, İzafi Dergisi'nin Eylül-Ekim 2013 tarihli 11. sayısında yayımlanmıştır.




[1] Bu kavram için Nurdan Gürbilek'in Metis Yayınları'ndan çıkan "Yer Değiştiren Gölge" isimli kitabına bakılabilir.
[3] Yazı için bakınız: İzafi Dergisi, Barış Bıçakçı Dosyası, 10. sayı, Mayıs-Haziran 2013, s.50-52.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder