2000'lerin başından itibaren
ortaya çıkan genç öykücülerle birlikte Türk öykücülüğünde yeni bir dönemin
başladığı söylenebilir. Öykünün çoğu zaman romanın gölgesinde kalan bir tür olduğu
düşünülse de son zamanlarda edebiyat dergilerinin sayısının artmasıyla ve
blogların yeni bir yazı alanı olarak kullanılmasıyla birlikte genç öykücüler
seslerini daha kolay duyurmaya başladılar. Genç öykücüler kuşağının son
temsilcilerinden biri de Mahir Ünsal Eriş. Yazarın geçtiğimiz yıl yayımlanan ve
büyük bir ilgiyle karşılanan ilk kitabı Bangır
Bangır Ferdi Çalıyor Evde, bazı okurlar tarafından henüz keşfedilmişken yazarın
ikinci öykü kitabı Olduğu Kadar Güzeldik
kısa bir süre önce raflardaki yerini aldı.
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'de daha çok Çanakkale, Bandırma ve Erdek
civarında geçen, yazarın çocukluk ve ilkgençlik dönemlerindeki gözlemlerinden
yola çıkarak yazdığı on dört öykü var. Bu öykülerin birkaçında yazar, Ankara'ya
uğrasa da öykülerin asıl mekânı taşra. Yazar bize bu öykülerde en yakın
arkadaşları ölünce canı sıkılan, ölümü tatil gibi bir şey sanan, Allah'tan
korkup Atatürk'ü seven, konsomatris posterine bakıp ablasını özleyen erkek
çocuklarını; olmadık zamanlarda giden kadınları, kanserden ölecek olursa diye
kendisinden çok çocukları için üzülen anneleri, biten aşkların ardından acı
çeken genç kızları anlatıyor. Herkesin kendisine yakın hissedeceği, her zaman
ve her yerde karşılaşabileceğimiz insan portreleri çiziyor. Bu öykülerde sesi bangır
bangır çıkan bir gündelik hayat var.
Türk
edebiyatında taşra, farklı dönemlerde farklı bakış açılarıyla anlatılmış ve tasvir
edilmiş bir mekândır. Taşra, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Cumhuriyet
aydınlanmasının etkilerinin hissedildiği, yeni gelişmeye başlayan ve aydınların
tanımaya çalıştığı uzak bir coğrafyaydı. Taşra bazı yazarlar tarafından huzur,
sakinlik ve dinginlik verdiği için sığınılan veya kaçılan bir yer olarak tasvir
edildi. 1950'lerden sonra ise varoluşçu
edebiyatın etkisiyle taşra; tekdüzeliği, geri kalmışlığı ve yabaniliği ile
orada olmaktan sıkıntı duyulan bir mekân olarak görüldü. Pek çok yazar Nurdan
Gürbilek'in deyimiyle "taşra sıkıntısı"nı duyumsadı ve bunu
eserlerine yansıttı.[1]
Edebiyattaki bu taşra algısı Türk sinemasında da benzer eğilimlerle varlığını
sürdürdü. 2000'li yıllarda Nuri Bilge Ceylan (Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak,
Bir Zamanlar Anadolu'da), Semih Kaplanoğlu
(Yusuf Üçlemesi: Yumurta, Süt ve Bal) ve Reha Erdem (Beş Vakit) başta olmak
üzere yönetmenler "taşra
sıkıntısı" ile ilgili filmler çektiler ve çekmeye devam ediyorlar. Her ne
kadar bugün merkez-taşra ayrımı eskisi kadar belirgin olmasa da Mahir Ünsal
Eriş de öykülerinde bugün yaşadığı "merkez"den kendi taşrasına
bakıyor; ancak onun taşrası sıkıntı duyulan bir yer değil. Kimi zaman hüzünle
kimi zaman da neşeyle hatırlanan bir çocukluk diyarı. Belki de bu neşenin
sebebi yazarın taşrasının uçsuz bucaksız bozkırlara değil, denize bakmasıdır. Buraya
hüzün; yaz sonunda kalabalık azalınca, tatilciler evlerine dönünce, sahiller
boşalınca çöker.
Her
iki kitapta da öykülerin çoğu yazlık sinemaları, çay bahçeleri ve evlerden
yükselen kederli müzikleriyle hatırlanan 1980'lerde geçiyor. 80'lerin siyasi ve
toplumsal atmosferinin etkileri öykülerin hepsinde kendini hissettirse de
birkaç öyküde belirgin olarak ortaya çıkıyor. İlk kitaptaki "Vakitlice Gelmeyen Çiş" öyküsünde
bir yanlışlık sonucu karakola alınıp dövülen Ali'nin, ikinci kitaptaki "Kanatlarımız Olsa Be Metin" ve
"Stoper"de ise bir zamanlar
devrim olacağına inanan eski devrimcilerin öyküsünü okuyoruz. Mahir Ünsal Eriş,
bize sadece bir daha geri gelmeyecek çocukluk yıllarını değil, daha adil bir
dünya düzeni hayal eden; ancak ideallerini gerçekleştirememiş ya da inandığı değerlerin çöktüğünü görmüş bir
kuşağı da anlatıyor. Bu yüzden Eriş'in öykülerinde nostaljik bir yan olsa bile
her iki kitabı da son zamanlarda popüler hale gelen, 80'lerde ya da 90'larda
geçen bir çocukluğu nostaljik ve romantik bir havayla anlatan eserlerle bir
tutmamak gerekir. Yazar kendi gözlemlerini yansıtırken bir dönemi ve o dönemin insanlarını da anlatmıştır.
İkinci
kitap Olduğu Kadar Güzeldik'te ilk
kitaptakine benzer temalar, yine benzer bir dil ve üslupla anlatılıyor. Yazar
yine Çanakkale, Bandırma ve Biga civarında dolaşıyor; arada bir Ankara,
İstanbul ve Samsun'a uğruyor. Bu sefer ilk kitaptakilere göre daha uzun olan
sekiz öykü var kitapta. Buradaki "Zehir
Miktarda" öyküsü Bangır Bangır
Ferdi Çalıyor Evde'deki "Çok
Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar" öyküsünün; "İşe Çıkılacak Gün"
ise yine ilk kitapta yer alan "Mektup
Yazacak Gün" öyküsünün ayrı bir versiyonu gibi. Yazar, ilk kitaptaki
öyküleri farklı karakterlerin gözünden yeniden yazmış. "Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar" anlatıcının, çocukluk
arkadaşı Serkan'ın ölümünü çok naif bir dille anlattığı ve ölüm olgusuna çocuk
gözüyle yorum getirdiği bir öyküyken, Serkan'ın gerçek ölüm nedenini
yetişkinlerin dünyasına ait gerçeklerle anlatan "Zehir Miktarda" ilk öyküyle aynı etkiyi yaratmıyor. Mahir
Ünsal Eriş, Olduğu Kadar Güzeldik'te
yalnızlıktan ne yapacağını şaşıranları, bir zamanlar devrime inanan güzel abileri,
kanat takıp uçmak isteyenleri, para için her şeyi yapmayı göze alanları
anlatıyor. İlk kitapta anneler, ikincide ise baba-oğul ilişkisi ön plana
çıkıyor. Olduğu Kadar Güzeldik ile
ilgili iki önemli handikap var. Birincisi çok iyi bir ilk kitabın ardından
yazılmış olması. Her iki kitapta da yazar, aynı mekânlarda benzer kişi ve
temaları anlattığı için ikinci kitap -bir
öykü kitabı olmasına rağmen- ilkinin devamı gibi algılanıyor. İki kitabın
kapağında da aynı çocuğun olması bu izlenimi pekiştiriyor. Öykülerin bazıları
gözlemci anlatıcının bakış açısıyla yazılsa da çoğu kahraman anlatıcının
ağzından çocuksu bir dille yazılmış. İkinci handikap da burada ortaya çıkıyor.
Öykülerdeki dilin benzerliği ve aynı karakterlerin iki kitapta da ortaya
çıkması zaman zaman öyküleri tek bir kişinin başından geçen olaylarmış gibi
okumamıza neden oluyor.
Yazarın
öykülerinin etkileyiciliği, gücünü en çok dilinden alıyor. Eriş, karşısında kim
olduğunu bilmediği bir okur kitlesi değil de, samimi arkadaşları varmış ve
onlarla konuşurmuş gibi yazıyor öykülerini. Oldukça yalın bir dille hem
eğlenceli hem de hüzünlü bir öykü evreni yaratıyor. Olduğu Kadar Güzeldik'in arka kapağında Eriş'in "hüzünlü
mağlupların iyimser yazarı" olarak tanımlanması boşuna değil. Modern
zamanların anlatıcısı olarak Eriş, çok iyi bildiği insanları ve mekânları
anlatırken doğallıktan uzaklaşmıyor. Atasözlerini ve deyimleri kullanmayı da
seviyor. Arkadaşını "Sarışın ve
çilli bir karnabahara benzerdi Serkan'ın kafası." (B.B. F.Ç.E., s.7)
diye tarif ederken Erdek'i şöyle anlatıyor: "Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü
Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun."
(O. K. G., s.23) Yazma eylemine büyük anlamlar yüklemeyen Eriş, bir
konuşmasında kendisi için anlatmanın esas olduğunu söylüyor: "Benim için yazmak bu kadar karmaşık ve
üzerine düşünülmüş bir süreç değil. Anlatacağım, anlatmak istediğim şeyler
vardı benim. Onları da öykü olarak anlattım. Kendim için anlattıklarım bir öykü
formuna oturdular, öykü oldular. Kasti olarak ben öykücü olmalıyım, ben
anlatsam anlatsam öykü anlatırım niyetiyle başladığım bir anlatma uğraşısı
değildi.”[2]
Eriş'in
dili ve üslubu, yazarın kitapları hakkında yazılar yazan kişiler tarafından genellikle
Barış Bıçakçı'yla mukayese edildi. Her iki yazar da edebiyat yapma hevesine
düşmeden gündelik hayatı olabildiğince sade bir dille anlattıkları için Eriş ve
Bıçakçı'nın birbirine yakın bir yazma tarzları var. Ancak bu benzerlik o kadar
sık vurgulanıyor ki Eriş, bu durumdan muzdarip olduğunu "Kişisel Barış Bıçakçı Hikayemdir,
Kınamayın!"[3]
yazısında esprili bir dille anlatıyor.
Aralarındaki benzerliğe rağmen Barış Bıçakçı'nın Eriş'ten farklı bir
üslubu var. Eriş'in yazısında da belirttiği bu farklılık özellikle Bıçakçı'nın
aforizma kullanma alışkanlığında ortaya çıkıyor. Üstelik Bıçakçı'nın romanları
da öyküleri de ilk okunduklarında tam olarak anlaşılmayan, yoruma açık anlatılardır.
Eriş'in öykülerinde ise böyle bir özellik yok. Mahir Ünsal Eriş'in üslubu
Bıçakçı'dan ziyade Emrah Serbes'in üslubuna yakın. Günümüzde genç yazarların
birçoğu (özellikle Afili Filintalar yazarlarının bazıları) günlük hayatın
sıradan olayların konuşma dilinden çok uzaklaşmadan anlatma eğilimindeler.
Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler
kitabındaki erkek çocuk öykülerinin bazıları Eriş'in anlattığı çocukluk
öykülerine yakın bir tarzda yazılmış. Eriş'in kahramanları da bir tür
"erken kaybendenler".
Mahir
Ünsal Eriş henüz yeni bir yazar olmasına rağmen yazdıkları merakla beklenen yazarlardan
biri oldu. Okurlar içinden taşra, çocukluk, hüzün ve biraz da futbol, arabesk
müzik (Ferdi Tayfur ve Yıldız Tilbe) ve Türkan Şoray geçen bu öyküleri çok
sevdi. Şimdi yazarın yeni öyküleri ve romanı bekleniyor. Mahir Ünsal Eriş okuru
olmak güzel bir şey. Üstelik söylenişi bile güzel.
* Bu yazı, İzafi Dergisi'nin Eylül-Ekim 2013 tarihli 11. sayısında
yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder