7 Ocak 2017 Cumartesi

Doğa'nın Hayatı Facebook'ta Kaç Beğeni Alır?


Son birkaç yılda ses getiren eserlere imza atmış olan Hakan Bıçakcı korku, gerilim ve fantastik edebiyat türünde yazdığı roman ve öykülerle tanınsa da son romanı Doğa Tarihi'nde tarzını biraz değiştirip bir kadın karakter üzerinden tüketim kültürünü, beton bloklara hapsedilmiş yaşamları ve teknolojinin insanları ağına alan tutsaklığını çok çarpıcı bir dille eleştiriyor. Kitap, "Eski Ayna, Yeni Ayna ve İki Ayna Arasında" başlıklarını taşıyan üç bölümden oluşuyor. Kitabın ilk bölümü artık her an her yerde karşılaşabileceğimiz ve yazarın "plaza kadını" olarak tanımladığı başkarakter Doğa ile tanıştırıyor okuru. Gençlik yıllarında punkçı olan Doğa, üniversiteyi bitirince iş hayatının kâr odaklı düzenine kolayca uyum sağlamayı başaran bir işkadınına dönüşüyor. Üstelik bu dönüşüm süreci bilinçli bir tercihin sonunda oluyor. Çünkü Doğa, bir Londra tatilinde elindeki son parayla hayranı olduğu Sepultura'nın cd'sini değil, üzerinde grubun fotoğrafının yer aldığı bir tişört almayı tercih ediyor. Doğa, herkesin onun bir Sepultura hayranı olduğunu öğrenmesini istiyor. Doğa'nın dönüşümüyle birlikte yazar, üniversite yıllarında ideallerinin peşinden giden ancak okulu bitirip "hayata atıldıktan" sonra ideallerini bir anda unutup düzenin kendilerine dayattığı bir yaşama biçimini benimseyen insanları eleştirmiş aslında.


 Doğa, itici bir kadın. Sürekli dış görünüşüyle ilgileniyor, alışveriş yapıyor, iki ayda bir en yakın arkadaşını değiştiriyor, sevmediği bir adamla sırf parası ve itibarı var diye birlikte oluyor. Yani sürekli "mış gibi yapıyor", hiçbir duyguyu tam olarak yaşayamıyor. Doğa'nın cinsellikle ilgili sorunları da var. Birlikte olduğu Onur'u çekici bulmuyor, hatta Onur'un pantolonundan taşan tombul bacakları ona itici geliyor. Eski sevgilisi Ulaş, Doğa'yı geçmişine bağlayan bir köprü görevi görüyor. Spor eğitmeni Engin ise cinsel çekiciliğin karşılığı. Doğa, Engin'in kaslı vücudunu çok beğeniyor. Doğa, düşlerinde bu üç erkeği birleştiriyor zaman zaman. Doğa'nın hayatındaki üç erkek ayrıntılı olarak tahlil edilmemiş. Zaten kitaptaki tüm karakterlerle okur arasında bir mesafe var. Bu, yazarın bilinçli bir tercihi. Yoksa yaratmak istediği yabancılaşma duygusu eksik kalırdı.

 Doğa'nın dış görünüşüyle ilgili takıntıları var. Doğa, kendini bir türlü beğenmiyor, zayıf olmasına rağmen kilo aldığını düşünüyor, insanları dış görünüşlerine göre yargılıyor, kendinden iyi görünenleri rakibi sayıyor. Birkaç kez estetik operasyon geçiriyor. Yüzünde kırışıklıklar olmasın diye mimik yapmamaya çalışıyor. Hakan Bıçakcı kadınlara has duyarlıkları iyi bir şekilde gözlemlemiş. Bazı yazarlar için "Kadınları çok iyi anlatıyor, kadın dünyasını iyi bilen bir yazar." gibi ifadeler kullanılır. Bence burada Bıçakcı da Doğa'nın sürdüğü kremlerden, giydiği kıyafetlere kadar iyi ayrıntılar yakalamış. Kadınların fiziksel görünüşlerine verdikleri önem hakkındaki tespitler de yerinde. Herkesin birbirine nasılsın sorusundan önce kilo almışsın ya da vermişsin dediği ve sürekli kalori hesabı yaptığı bir dönemde yaşıyoruz neticede.

 Doğa'nın anne ve babası ayrılmış. Annesi, babasının bir gün ona döneceği umuduyla yaşarken babası da Doğa'nın büyüdüğü evde genç sevgilisiyle yaşıyor. Doğa'nın eski evindeki odası romanın sonlarına doğru önemli bir mekân olarak karşımıza çıkıyor; çünkü Doğa'nın annesiyle birlikte yaşadığı konforlu ve içinde her türlü teknolojik aletin olduğu yeni evinde "kendine ait bir odası" yok. Doğa'nın kişiliğinin oluşma(ma)sında anne ve babasının önemli bir rolü var.

Roman arka kapak yazısında bir distopya olarak tanımlansa da romanda anlatılan dünya bize çok uzak değil. Biz bu distopyanın içinde yaşıyoruz bugün. Kentsel dönüşüm projeleri adı altında insanların yaşam alanlarından uzaklaştırıldığı, apartmanlarının camlarından bakanların karşıdaki başka apartmanları gördüğü, yeşil alanların talan edilmesinin üstünün "şu kadar ağaç diktik" söylemleriyle örtüldüğü, şehirlerin belediye başkanlarının alışveriş merkezlerinin fazla olmasıyla övündüğü, yüksek binaların artmasıyla iklimin değiştiği bir ülkede yaşıyoruz. Bütün şehirler birbirine benziyor artık, şehirlerin kendilerine ait bir siluetleri pek kalmadı. Yazar bu ortamı iyi betimlemiş. Doğa, yerin yedi kat altındaki ofisine gidebilmek için evden çıkıyor, evinin karşısındaki işyerine arabayla gidiyor. Alışveriş ve spor merkezi en çok vakit geçirdiği yerler. Doğa, böyle bir yaşama sahip bir roman kahramanı olarak kendi tarihini yok ederken insanoğlu da kendi doğasının tarihini yok ediyor.

 Bıçakcı, romanda insanların görünür olmayı sevdikleri, beğenilmeyi ve onaylanmayı önemsedikleri bir çağda bize bu ortamı en çok sunan mecra olan sosyal medyayı da eleştiriyor. Tabii ki sosyal medya çok geniş bir alan ve onu hangi amaçlarla, ne kadar sıklıkla kullandığımız önemli. Burada özellikle facebook'tan bahsedilmiş. Üstelik ismi o kadar çok tekrar ediliyor ki facebook'a girmek istemiyorsunuz bir süre. Doğa, facebook'tan sık sık fotoğraflarını paylaşıyor, yorum yapıyor, yapılan yorumları okuyor. Günümüzün sloganının "Görünüyorum, öyleyse varım." cümlesi olduğunu söyleyen yazar, insanların içinde bulundukları anı yaşamalarındansa, o anı yaşadıklarını başkalarının da görmesini istemelerini anlamsız bulduğunu Doğa'nın hareketleri üzerinden dile getiriyor.

 Doğa'nın işyeri ortamını anlatırken iş hayatındaki rekabet ve hırs savaşlarına da değiniyor yazar. Doğa şirketin üst düzey yöneticisi olmasına rağmen pek de bir iş yapmıyor aslında. Kendisinin yerine geçeceğini düşündüğü rakibi Alev'den nefret ediyor ve onun her hareketini gözlüyor. Alev nasıl biri tam olarak bilmiyoruz. Doğa nasıl anlatırsa o şekilde tanıyoruz onu. Alev bir kişilik kazanmıyor romanda, Doğa'nın hırsının ve korkusunun karanlık arzusu haline geliyor. Romanın son bölümünde de sık sık Alev'in hayaliyle karşılaşıyor Doğa.

Kitapta çok az diyalog var. Doğa, hâkim anlatıcının gözünden anlatılmış. Son bölümde ise Doğa'nın bilinçaltı ve rüyaları devrede. Doğa'yı konuşurken pek göremiyoruz ama yazar, bu "plaza kadını"nı Türkçe-İngilizce karışımı bir dil olan "plaza Türkçesi"yle konuştursaydı nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim. Yazar bir yerde Doğa'nın bebek gibi konuştuğunu söylüyor. Son birkaç yılda sayıları hızla artan "bebek taklidi yaparak konuşan kadınlar" yeni bir insan türü haline geldi adeta. Doğa da o kadınlardan biri.

Romanın kurgusu ilk bölümde biraz sıradan bir şekilde ilerlerken ikinci bölümün sonlarında ve üçüncü bölümde yazarın tedirgin edici anlatımı ve gerilimi hissettiren üslubuyla birleşince etkisini artırıyor. Başlardaki kapitalist sistem eleştirisi bir kadının mutsuzluk ve kayboluş hikâyesiyle birleşiyor. Romanın üçüncü bölümünün okuru rahatsız eden bir atmosferi var. Burada yazar gerçekçi anlatımdan uzaklaşıp gerçeküstü öğelere yer veriyor. Yaşam tarzının yapaylığında bunalan Doğa, içinde bulunduğu durumdan kurtulamadığı için nevrotik tavırlar sergiliyor, panik atak krizleri geçiriyor ve hızla kayboluyor. Gerçekten uzaklaştıkça da eski yaşamına ait hatıralara, rüyalara sığınıyor; kabusların ve karabasanların içine düşüyor. "Ürkek, tekinsiz ve kasvetli" anlatıların yazarı Bıçakcı; Doğa'nın rüya ve kabuslarında "dondurulmuş hayvanları, suları, renkleri, erkek arkadaşlarını, babasını, köpeğinin tasmasını ve küçük adamları" bir araya getiriyor.

 Doğa Tarihi'ni inceleyen Hikmet Hükümenoğlu, Dave Eggers'in "The Circle"; Cem Erciyes ise Jonathan Lee'nin "Joy'un Son Günü" romanıyla Bıçakcı'nın romanı arasında benzerlikler keşfetmişler. Üç romanda da farklı coğrafyalarda yaşasalar da hayatlarından memnun olmayan ve bir şekilde uçuruma sürüklenen kadınlar anlatılıyor. Benim aklıma da kitabı okurken Woody Allen'in "Blue Jasmine" filmi geldi. Her ne kadar Jasmine, Doğa gibi varlıklı biri olmasa ve kendisini aldatan, insanları dolandıran zengin kocasından ayrılmayı sınıfsal bir gerileme olarak görse de iki kadının yaşadıkları arasında benzerlikler var.  Cate Blanchett'ın canlandırdığı, hayli kırılgan yapıda bir kadın olan Jasmine karakteri de tıpkı Doğa gibi kendi kendine konuşuyor, sinir krizleri geçiriyor, ilaç kullanıyor.

İlk bölümlerde uzaklık ve soğukluk duygusuyla karşıladığımız Doğa için sonunda üzülüyoruz. Her ne sebeple olursa olsun yaralanmış bir kadınla karşılaşıyoruz. Kitabın aynalarla ilgili üç bölümden oluştuğunu yazının başında belirtmiştim. Doğa, iki bölümde de odasındaki aynaları kırıyor ve kendine zarar veriyor. Sonunda ise "iki ayna arasında" kalıyor. Romanı Lacancı bir psikanalist yaklaşımla okumak biraz abartılı olabilir ama yazarın aynayı romanın farklı yerlerinde bir simge olarak kullandığını görüyoruz. Doğa'nın gittiği bir falcı ona; "Senin içinde iki kadın var kızım." diyor. Doğa'nın "ben"i ve "öteki ben"i bunlar. Doğa'nın kendini bulması ve kendi öznesini yaratması gerekiyor ama o "öteki"nin karşılığını tam olarak bulamıyor: annesi, Alev ya da eskiden punkçı olan ve Ulaş'ı "gerçekten" seven Doğa. Doğa, içindeki diğer kadının kim olduğuna bir türlü karar veremiyor. Kendisiyle barışamayan Doğa, aynalarla da barışamıyor.

 Hakan Bıçakcı, Doğa Tarihi'nde hem akıllarda kalacak bir kadın karakter yaratmış hem de tam da bugünün romanını yazarak ileride 2000'lerin başlangıcındaki edebiyatı inceleyecek olan araştırmacılara iyi bir dönem malzemesi sunmuş. Yazarın eleştirel söylemi  kendi hayatımıza dönüp bakmaya ve bu sistemin neresinde durduğumuzu sorgulamaya itiyor bizi. Romanla ilgili aklıma takılan son soru ise şu: Acaba plaza kadınları bu romanı okur mu?

             

Bu yazı ilk olarak egositokur.com'da yayımlanmıştır. 

           


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder