"Mutlu aileler birbirine
benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." diye
başlar Tolstoy, Anna Karenina romanına. Mutlu aileleri anlatan romanların
sayısı az olsa da, edebiyat tarihi mutsuz ailelerin kendine özgü
mutsuzluklarını anlatan romanlarla doludur.
Yazar Yekta Kopan'ın son kitabı
Aile Çay Bahçesi Tolstoy'un bahsettiği mutsuz bir ailenin öyküsünü anlatıyor
bize. Arka arkaya yayımlanan Bir de Baktım Yoksun ve Kediler Güzel Uyanır kitaplarıyla
öykü türündeki yetkinliğini kanıtlayan Yekta Kopan, bu sefer bir romanla çıkıyor
karşımıza. Yazar ,diğer öykü kitaplarında ve özellikle de babasının ölümünden
sonra yazdığı Bir de Baktım Yoksun'da baba-oğul çatışmasına sıkça yer vermiş ve
aile kavramına babayla oğul arasında yaşananlar ekseninde yaklaşmıştı.
Röportajlarında da sıkça dile getirdiği gibi kafasındaki baba imgesiyle yüzleşirken aslında
devletle, otoriteyle ve hatta kendisiyle hesaplaşmıştı. Son romanında ise bir
değişiklik yapıyor ve aileyle derdi olan bir kadın karakteri, Müzeyyen'i
çıkarıyor karşımıza. Müzeyyen, annesinin ölümünden sorumlu tuttuğu kardeşi Çiğdem'e
ve yaşarken annesine gün yüzü göstermeyen babasına karşı nefret duyan, ailenin
kutsallığına inanmayan, yalnız ve mutsuz bir kadındır. Ailesinden kaçıp kendine
yeni bir yaşam kurmuşken ve geçmişe ait anıları unutmak isterken babasının ölüm
döşeğinde korkuları, nefreti ve ailesiyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Roman
işte bu yüzleşmenin öyküsüdür.
Müzeyyen'in kardeşine karşı
sevgisizliği başta biraz abartılı gelse de roman ilerledikçe Müzeyyen'in iç
dünyasını daha iyi anlarız. Derslerine
çok çalışan, okul müsamerelerinde şiir okuyan ideal kız çocuğu Müzeyyen,
annesinin ölümünden sonra cici kızlıktan istifa eder. Müzeyyen, ilk cinsel
deneyimini yaşarken bile kötü bir kız olduğunu düşünür. Annesinin kaderini
yaşamak istemeyen, kendi kimliğini arayan Müzeyyen; iş başvurularında bile
"ailesi olanın" tercih edildiği bir dünyada aile kurmaktan kaçacak,
kendi deyimiyle bir "mide yangısı" olan ailenin kutsallığıyla her
fırsatta alay edecektir. Toplum
tarafından kadına dayatılan yaşama biçimini reddeden Müzeyyen, kendisini
aldatan kocasını pencereden dışarıyı seyrederek bekleyen annesi gibi
olmayacaktır. Ona göre "çirkinlikleri,
arızaları, hataları, yalanları" görmezden gelinen erkekler, bunları görüp
de sineye çeken kadınları mutsuz ederler.
Müzeyyen, Türk edebiyatında çok
alışık olmadığımız bir kadın karakteri. Yekta Kopan, zor olanı başararak bir
kadın karakterin ağzından yazmış romanı. Romanın diğer kahramanı Çiğdem, Müzeyyen'in
gözünden anlatılıyor. Romanın sonlarına doğru iki kardeş hayatlarının
muhasebesini yapmak üzere bir rakı masasında bir araya gelip konuşuyorlar. Kardeşi
hakkında hiçbir şey bilmeyen ve onun bir prenses gibi büyütüldüğü düşünen
Müzeyyen, Çiğdem'in de kendisi gibi yalnız ve mutsuz birisi olduğunu anlıyor.
Okur, gerçek Çiğdem'i bu konuşmadan sonra tanıyor ve yazar, okurunu bir kez
daha şaşırtıyor. İki kızkardeşin öyküsü olarak okunduğunda da sarsıcı bir roman
Aile Çay Bahçesi.
Yekta Kopan; dille oynayan, yeni
ifade yolları aramayı seven bir yazar. Bu yönünü özellikle Kediler Güzel Uyanır'daki küçürek öykülerde görmüştük. Yazarın bu romanda da dilin
imkânlarını zorladığını, anlatacaklarını
bazen doğrudan değil de semboller (yılan, akrep, salyangoz, gergedan)
aracılığıyla anlattığını görüyoruz. "Çıkan Kısmın Özeti" başlığını taşıyan birkaç
bölüm var kitapta. Bu bölümlerde yazar önceki bölümlerde anlattıklarını farklı
bir tarzda yeniden sunuyor okuruna. Müzeyyen'in kırmızı bir salyangozla
konuştuğu bölüm çok etkileyici. Okuyanlar hatırlayacaktır Kediler Güzel Uyanır
kitabında da "Salyangoz" isimli bir küçürek öykü vardır. Kopan, roman boyunca
insanın ruhundaki kötülüğü sorgularken doğaya ve doğadaki canlılara bir
güzelleme de sunuyor. Ağaçların, kuşların dilinden anlamayan insanlara kızıyor.
İnsanın ruhundaki kötülüğün doğayı anlayamamaktan kaynaklandığını sezdiriyor.
Şebnem İşigüzel de son romanı
Venüs'te tıpkı Yekta Kopan gibi aile temasına ağırlık veriyor. Yazarın kendi
ailesinin öyküsünden yola çıkarak yazdığı roman; yine kadın-erkek ikilemi
ekseninde uzun bir aile tarihçesine uzanıyor. II. Abdülhamit devrinden Cumhuriyet'in ilk yıllarına
uzanan bir zaman diliminde, farklı coğrafyalarda, zaman zaman dönemin ünlü
kişilerinin de (Freud, Atatürk vb.) bir roman kahramanı olarak olay örgüsüne
dahil edildiği, hem eğlenceli hem de çok hüzünlü bir roman Venüs.
Romanın başkişisi ve anlatıcısı
-Şebnem- Arnavut bir ailenin kızıdır ve İstanbul Boğazı'nın sularında batmakta
olan bir sandalda doğmuştur. Annesi onu doğururken öldüğü için babası, halası
Şekina ve ailesinin hizmetkârı Nergis tarafından büyütülür. Mutsuz bir evlilik
yapan anlatıcı, akıl hastanesinde yatarken ailesinin tarihini yazmaya başlar ve
ortaya bu roman çıkar. Söylem zamanında
sık sık ileri ve geri gidişler olur. Olay zamanı 1908-1945 arasını kapsarken,
geriye dönüşlerle birlikte 1589 yılına, Mısır'a kadar uzanır yazar. Çok olaylı
ve mekânlı bir anlatıdır Venüs. Osmanlı dönemindeki saray entrikalarını anlatan
Nergis, tarihin gerçek yüzünü gösterir
bize. Çünkü tarih Nergis'in deyişiyle "olanı değil, olmayanı yazar."
(s.52)
Aile, kadının özgürlüğü, evlilik,
cinsellik gibi temaların ön plana çıktığı romanda ailelerin kuşaklar boyunca
taşıdığı sırlarla karşılaşırız. O sırlar ki o aileye mensup olacak her bireyi
ayrı ayrı etkileyecektir. "Hiçbirimiz aile tarihimizden kaçamayız. Elbette
onu geride bırakabiliriz. Ama o her koşulda orada durur." (s.13) diyen anlatıcı, kendi aile tarihini
yazarken de annesinin kaderini devam ettirir aslında. Yazı yazmayı çok seven
annesini babası engellemiş, yazdıklarını yok etmiştir. Kadınların yapmak
istediklerini engelleyen, erkekler ve onları el üstünde tutan toplumdur.
"Hiçbir kadın kendi kendine delirmez. Kadınları erkekler delirtir. İçinde
yaşamak mecburiyetinde bulunduğu cemiyet, hal ve durum." (s.95) diyen
anlatıcıyı da kendi kocası delirtmiş, onu çok sevdiği çocuklarından ayırmıştır.
Roman kahramanlarının her biri
birbirinden ilginçtir. Elinden yelpazesi düşmeyen Şekina Hala; kendini ve
erkekleri seven, cinselliğini özgürce yaşayan, açık saçık konuşan bir kadındır.
Hatta bu yüzden dönemin müftüsü onun hakkında ölüm fetvası vermiştir. Nergis
ise Mısır'dan kaçırılıp Osmanlı sarayına getirilmiş bir devşirmedir. Saray adabıyla
yetiştiği için saraydan kovulduktan sonra bile orayı özler. Şekina'nın aksine
cinselliğini yaşayamamıştır. Yaşı belirsizdir. Hikmetli sözler eder
durmadan. Şekina ne kadar özgür olsa da
kendinden kaçması gerekmiştir bazen. İşte o zaman bir başkası gibi davranacak,
erkek kılığına girecektir. Erkek cinsi istediğini yapabilirken kadın kılık
değiştirmek, bir başkası olmak zorunda kalabilir. Şekina ve Nergis'in yanında,
onların sırlarıyla büyüyen anlatıcı bu iki kadının kişiliğinden çok etkilenmiş;
onlar öldükten sonra kendini yalnız hissetmiştir.
Anlatıcı kendisinin ama daha çok
da annesiyle babasının, her biri kendi sırlarını taşıyan Nergis ve Şekina'nın
öyküsünü anlatırken masallardan,
mitlerden yararlanmayı ihmal etmez. Hatta anlatının bütününe baktığımızda
İşigüzel'in büyülü gerçekçiliğe yakın durduğunu da söyleyebiliriz. Anlatıcı
kahramanlarının sırlarını birdenbire anlatmaz okura, herkesin gerçek yüzü
romanın sonlarına doğru ortaya çıkar. Anlatıcı, en eski kurmaca eserlerimizde
olduğu gibi araya girer zaman zaman, okuruna seslenir. Okurunun anlatılanları
hatırlayıp hatırlamadığını sorgular.
Romanın sonlarına doğru keyifli
bir bölüm var. İsmi "Kızlar Manifestosu". Yazara göre kızlar istediklerini
yapmalı, erkekler ne yapıyorsa kızlar da onu yapabilmeli. Silik, sessiz birer gölge olmamalı kızlar,
hayatın tam da içinde yer almalı.
Yekta Kopan ve Şebnem İşigüzel,
yakın tarihlerde yayımlanmış kitaplarıyla bize aileyi ve kadının değişmeyen yazgısını anlatıyorlar. Birbirlerinden
çok farklı tarzda yazsalar da kadının kaç çocuk yapması gerektiğinin, dekolte
giyip giyemeyeceğinin sıkça tartışıldığı şu günlerde bu tartışmalardan bunalmış
olanlara kadının özgürlüğünü savunan görüşleriyle en edebî cevabı veriyorlar
aslında. Kızlar istediklerini okumalılar bir de. Öyle değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder